ZALİM KENDİ ZULMÜNDEN UTANIP ZULMETTİKLERİNE MUTLULUK DAĞITIR MI

Abdullah Öcalan, son günlerde dolaşıma sokulan video görüntüleri hakkında, "çözüm sürecini bitirmek ya da itibarsızlaştırmak amacıyla sinsi bir planın parçası olarak cımbızlanarak montajlanmıştır" ifadesini kullanmış, S.S.Önder, gitmiş, sormuş ve Öcalan’ın kullandığı ifade bu imiş!

Çok güzel ve peki!

Bu işler yaygın ve demek ki Öcalan’a da sıra gelmiş; şimdi bu servis edilenler, Öcalan’a yönelik, ”çözüm süreci”ne yönelik “sinsi bir plan”ın parçası ise ve bu şimdi lanetle ve öfke ile karşılanıyorsa, yıllarca bu tür sinsi planların işlediği Ergenekon, Balyoz, ODATV vb. davalarına dayanak yapılan, böylece yüzlerce TSK mensubunun, aydının, bilim adamının, gazetecinin, vb.nin, zindanlara tıkılmasının en sağlam kanıtları olarak kabul edilen ses kayıtları, bilgisayar çözümlemeleri, görüntülü kasetler vb. ve gizli tanıklar ki bunlardan biri de PKK’nin sabık yöneticilerinden biri idi, bu öfke ve lanet tufanı içinde olanlarca son derece ciddiyetle ve onaylanarak, hatta alkışlanarak ve hatta derin devletin bağırsaklarının temizlenmesi olarak nitelenerek karşılanmıyor muydu?
Ve şimdi devletin en yetkili ağızları bile, bazıları on yıllarca hapis cezasına çarptırılmış insanların yargılanmalarına dayanak olması için son derece sinsi bir “kumpastan” söz ettikleri halde “eyvah Ergenekoncular dışarı mı çıkıyor?” telaşınızı bile gizlemezken, şimdi rüzgârın tersten esmeye başladığı bir zamanda, onca zaman beklediği buzdolabından çıkarılıp, buzları çözülerek servis edilen Öcalan’a dair ses ve görüntü kayıtlarını hiç ikircimsiz reddettiniz ve düzmece buldunuz amma ve lakin S.S.Önder, Öcalan’ın tercümanlığını yaparak, “ifadesini kullandı” demesi ile birlikte, bu görüntüleri kabul ettiniz, ancak hâlâ “sinsi bir plan”ın parçasıdır diyorsunuz, çünkü bu uyarınıza gelmektedir ve Öcalan da böyle buyurmuştur ve aynı zamanda, bu görüntü ve ses kayıtlarına yansıyan ifadelerin Öcalan tarafından, yakalandığından itibaren mahkemede ve çeşitli görüşmelerde söyledikleri olduğunu da Öcalan’ın buyruğu gereği söylemeye başladınız!

Bu insanlar, sizler tarafından, tekellere ve ABD emperyalizmine ve elbette bunlardan ayıramayacağımız Kürt ağalarına, beylerine, zenginlerine bir saniyeliğine bile duymadığınız bir kin ve intikam duygusu ile peşin peşin daha mahkemeye bile çıkarılmadan mahkûm edilen insanlardır ve şimdi bu peşin hükmünüzün intikam duygunuzu tatmin etmek için soyut bir biçimde ortaya koyduğunuz hüsnü kuruntunuz olduğu ortaya çıkmıştır ve eminim bu ifadelerimi sadece ve sadece “ulusalcı” vb. türünden yaftaları fırlatarak çürütmeye çalışacaksınız ama nafile çaba, mızraklar çuvala sığmamaktadır.

Üstelik şimdi görüntülü ve sesli olarak kamuoyunun ilgisi ve bilgisi için servis edilen ifadeler ki “bu ifadeleri hep kullanıyordu” yollu konuşuyorsunuz, daha öncesinde yazılı olarak servis edilmişti ve siz yine kör ve sağırı oynamıştınız!
Hangisi doğru, “sinsi bir plan” olması mı, yoksa “Öcalan’ın öteden beri kullandığı ifadeler” olması mı?

Ya da yoksa bunlar gerçekten Öcalan’ın öteden beri kullanmış olduğu ama üzerinin hep örtülü kaldığı ifadeler midir ve biz bunları hem hep duyuyorduk, hem de hep okuyorduk ve hep Öcalan’ın dün başka bugün başka konuştuğunu hatırlatıyorduk, kimse yalanlamıyordu ve sükût altındır düsturunun altına saklanılıyordu ki devekuşunun saklanması gibidir.

Öcalan,” rolümü güzel oynamak için olanak sağlansın!” yollu haberler gönderiyordu ve siz Öcalanistler, bunu bile alkışlıyordunuz ama bu haberleri kimin için seslendiriyordu, dosta mı düşmana mı, ya da ikisine birden mi seslendiriyordu kimse üzerinde düşünmüyordu, dolayısıyla pek sorun teşkil etmiyordu; bu ayrıydı ve bu ifadelerin ses ve görüntü kayıtlarının orta yere düşmesi ile cümle âlemin, Öcalan’ın, “Leviathan” olarak “ceberrut” olarak gördüğü ve felsefi tonda anlattığı devletten hangi rolü istediğini ve beklediğini ve de kendini buna göre nasıl dizayn ettiğini ve gelip gelip nereye girdiğini görmesine olanak sağlanmış olması bambaşka bir şeydir ve artık sorun teşkil etmektedir; sizler şimdi bu sorunu, “sinsilik” olarak görüp, karşı çıkarak aşacağınıza inanıyorsunuz ama Öcalan’ın ifadelerinde bir terslik veya “ bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu ” deyişini hak eden bir deyiş olduğunu hâlâ görmüyorsunuz!

Siz istediğiniz kadar görmeyin ve canınız fena sıkılacak ama Kürt halkı da, Türk halkı da bunu ve bunu görmemek için hâlâ cambazlık yapanları çok net görmektedir!

Bizim baktığımız yerden böyle görünmektedir ama haksızlık yapmayalım, yoksa siz “Önderimizdir, ne dese yeridir, çünkü Kürtlere bir demokratik özerklik için her şey mubahtır; ya da demokratik özerklik uğruna, ’Leviathan’ devletten rol almak da, ona hizmet etmek de mubahtır!” mı diyorsunuz da biz anlamıyoruz, bunu da bir zahmet siz çıkıp delikanlıca söyleyiniz!

Söz konusu “Ergenekon-balyoz” olunca, 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist diktatörlüğünden “en demokrasi ” bekleyen ve bu beklenenin ” Ergenekon, balyoz vb. “kumpasları” sayesinde sağlanmış olduğunu kabul eden, bu anlamda beklediklerini almış ama biraz daha “demokrasi” eksik kalmış gibi ham hayallere kapılan ve bu hayali pompalayan sizler, söz konusu KCK ve Öcalan olunca, açılan davaları ve servis edilen görüntüleri “kumpas” görüyor ve zıplıyorsunuz ve “Leviathan” ise “melaike” oluyor, çünkü “çözüm” ortağıdır ki bu bir çelişik ruh halidir.

İşte asıl önemli olan budur; hâlâ ve hâlâ, bütün bunların, bu güne kadar olanların demek istiyorum, mutfağında olan ve baş aşçısı olan 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist diktatörlüğünün, Öcalan’la “en demokratik sözleşme” yaparak Öcalan’ı da, Kürtleri de “özgürleştireceği” ham hayalinden, başta Öcalan olmak üzere hiçbiriniz bir türlü vazgeçemiyorsunuz!

Ve hiç aklınıza gelmiyor ki, bu günleri döşemek üzere Kürt ve Türk halkına “hap” gibi yutturulan referandum oyunu sayesinde bu günlere geldik ve kumpaslardan kumpas beğenenlerin elllerini böylece daha da rahatlatan bu referandum oyunununa, siz çokbilmiş köylü kurnazlarının “BOYKOT” icadınız ile katkıda bulunurken, herhangi bir “kumpas” değil, her zaman ve şimdi hâlâ olduğu gibi, sadece “demokrasi” görüyordunuz!

Peki, gelinen bu noktada Kürt halkı açısından bakıldığında elde ne var?

Öcalan’ın ve Kürtlerin girdiği bir karanlık, bir cahiliye çukuru içinde, “demokrasi” aşağı, “ileri demokrasi “ yukarı, “demokratik modernite” sağa,“demokratik komün” sola “Zerdüştlük” tam ortaya paslaşıp duruyorsunuz! Elinizdeki budur!

Hangi tarihte görülmüştür ki ısrarla ve sıkılmadan bu ham hayali, yani zalimin kendi zulmünden utanıp ezilenlere mutluluk dağıtabileceğini, dayatıyorsunuz, bu dayatmaya karşı çıkanları “Kürt düşmanı” ilan ediyorsunuz?

Bu kadar mı körsünüz, ya da daha akla yatkını, körlüğe mahkûmiyetiniz bu denli vahim midir?

Diğer yandan, bu bir politik mücadele ise, bir taraf diğer tarafa ölümüne ve sinsice, hem de çirkinleşerek ki bu doğaldır, çünkü bu, bu kokuşmuş tekeller düzeninden akan pisliğin yansımasıdır, saldırıyor ise, en küçük bir rüzgâr değişikliğinde saldırı altında olan ve çoğu zindanda olan tarafın, ellerinde bulunan argümanları, bu çirkin ve sinsi saldırıların içinde ve tarafında olanları püskürtmek, bu çirkinlikleri deşifre etmek için ortaya dökmesinden doğal ne olabilir?

Bu somut olguyu dillendirmeyi, bir tarafın ya da öteki tarafın yandaşı olmanın yansıması olarak değerlendirmek, bence hiç yeltenmeyin, akıl fukaralığı değilse, gerçeklerden korkmanın ifadesidir!

Ve hani sizler dün diyordunuz ya “…düzen içindeki güçler birbirini yiyor, altta kalanın canı çıksın, bu bizim kavgamız değildir!” ve bunun emekçi halkın kafasına da kakılması için elinizden geleni yapıyordunuz ya, ne oldu, şimdi bundan vazgeçtiniz ve altta kalanın yanına mı geçtiniz de “düşman” edebiyatı yaparak, akla karayı birbirine doluyorsunuz?

Oysa o “zaman da, şimdi de bütün bu olanların hepsinin hepimizle ve daha çok da emekçilerle yakından ilgisi vardı ve vardır; ama siz bunu göremezsiniz, çünkü tavukkarası misli gözleriniz bir Amerikan projesi ile bağlanmıştır!


Bir tekelci düzen var ve bu düzenin yeni yönetimi yönetime gelir gelmez eski yönetimi ile kavgaya tutuşuyor ve bu tekellerden, yani egemen sınıflardan bağımsızdır, öyle mi? İşte tavukkarası dediğim budur ve körlüğünüz buradadır.
Egemen ideoloji egemen sınıfın ideolojisidir ki bunun, zaman zaman burada bile bakışını yansıtan bir imza misli vurgulandığı olmuştur amma ve lakin bu körlüğü engelleyemiyor! Evet, Marx’ın sözüdür ve çok doğru olduğunu daha önce burada uzun uzun anlattığımı biliyorum ve “uzun” düşmanlığınız içinde boğuntuya getirdiğinizi de biliyorum!

Daha önce,“EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGEMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR “ başlığı ile Marx’ın Alman ideolojisindeki 150 yıl önceki önermesine atıfta bulunarak, yaşadığımız canlı gerçekliğin resmini çizmiştim.

Linki aşağıdadır, bakın bakalım, “sukut altındır” düsturu altındaki konsensüsü görebilecek misiniz?

EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.

Her gün birkaç doz “Kemalist “ yaftası asanlardan bile ses seda çıkmamıştı!

Çünkü gerçeklerden kaçanların ve saklananların canını, gerçeklerin inatçı şamarı fena halde acıtıyor!

Siz o zaman ve hâlâ, egemen sınıflara ait olan ve egemen olan ideoloji ve politikalar ile değil, egemen olmayan ideoloji ve politikalar ile ve egemen ideoloji ve politikaların egemenliğini artırmak için kavgayı en geçer politika saydınız, sayıyorsunuz!

İrtica’a karşı tutum almayı bile din düşmanlığı, hatta özgürlüklere saldırı olarak gördünüz! Oysa İrtica’ın geriye dönüş olduğunu, gericilik olduğunu pekâlâ siz de biliyordunuz! Şimdi, bu “İrtica’a karşı ve hükümete karşı darbe yapılıyor” gerekçesiyle “Ergenekon örgütü” ne bağlanarak zindana atılanlara, bu irtica’i örgütlenmenin “kumpas kurduğunu” ,dahası “paralel devlet” yapılanması içinde olduğunu, hükümetin en yetkili ağızları, suç duyurusu misli itiraf etmekte iken bile, ilk düşündüğünüz ve sizi telaşa düşüren, bu “kumpas”a maruz kalanların salıverilmesi ihtimali olmaktadır!

Oysa ortada bir kumpas varsa bu, Türkiye’nin işçi ve emekçi halklarına yapılmıştır ve yeni değildir; 11 yıldır dozu ve sinsiliği artmış olabilir ama bu kumpasın 12 Eylül ile birlikte kurumsallaştığını hepimiz biliyoruz; en başında emekçi sınıfların başına örülen bu çorap, Egemen sınıfların egemen ideolojisi ve politikaları olarak öteden beri kullanılan ama çoktan vazgeçilmiş olan Kemalizm eli mahsulüdür ve hızla ve yine bu elle Kemalist ideoloji ve politikalardan uzaklaşıldığını, en sonu yönetimin dinci akımların eline teslim edildiğini biliyorduk ve görüyorduk!

Yani her şey Kemalizmle terbiye edilerek kurtulunamayan sosyalist hareketin topyekün imha edilmesi, dolayısıyla çalışan sınıfların devrimcisiz, itaatkâr, adı sanı belli olmayan, kimliksiz, kişiliksiz, edilgen sürüler haline getirilmesi, böylece bir gönüllü köleler cenneti tesis edilmesi için idi!


Bu ise tamı tamına bir sınıf mücadelesinin varlığının ifadesi idi ama siz bunu da görmediniz, bunu, egemen sınıfların iki farklı kanadının mahalle kavgası saydınız!
Oysa kavga, çalışan sınıfların nasıl geri dönüşsüz tepeleneceğine, gönüllü köleleştirileceğine ve nasıl emperyalizmin dünya devletine Türkiye’nin tekellerinin, büyük zenginlerinin bir direnişle karşılaşmadan entegre edilmesine dair idi!

“Kürt sorunu” ve “çözüm”ü, bu yönelimde en akla uygun bahane idi, Kemalizm ise en akla yatkın “düşman” idi; önce tanrı misli putlaştırılarak yükseltildi, rejimdeki tüm dönüşümler, hatta Kemalizmden uzaklaştırmalar bile bu putlaştırma çerçevesinde, kotarıldı; sonra bu put kırılarak, yaratılan düşmanlıkla birlikte tekellerin, büyük büyük zenginlerin çare olarak gördükleri yeni ideolojisi, “Ilımlı İslam” ve ulusal nihilizm, kozmopolitizm yükseltildi; bu en ucuz disiplinle ve emperyalizmin gerici milliyetçiliğin öteki yüzü olan akıl bozucu ideoloji ile geniş yığınlar irticai yönelimle dönüştürüldü!


Bunların hepsi, emperyalizmin, tekelci düzenin, 12 Eylül rejiminin çürümüşlüğünün, kokuşmuşluğunun, can çekişiyor olmasının üstesinden gelinemediğinin, yani ilerleyemediğinin, dolayısıyla kendi legalitesini inkâr etmesinin, kendi tarihinin gerisine dönmesinin göstergesi ve yansımaları idi; yani bir sınıf kavgasının şiddetlenerek dışa vurmasının ifadesiydi!

Hepsi tarihin ilerleme motorlu toplumsal gelişme çizgisini tersine bükmek içindi; hepsi, bu çürüyen, kokuşan, can çekişen soygun ve talan düzeninin sonsuza kadar ayakta durması içindi; hepsi, tarihin kaçınılmaz alternatifi olarak zalimlerin üzerine üzerine gelen eşitlikçi, ortakçı düzenin, sosyalizmin önünü kesmek içindi!

Hiç görmek istemediniz ve hepiniz, bir Kürt şarkısı tutturarak, bu sinsi saldırıya teslim oldunuz; teslim olmakla kalmadınız, gönüllü tetikçisi oldunuz; kafamızı ütüleyip durdunuz!
Evet, bu gerçeklerin hiçbirini görmediniz, görmezden geldiniz ve 12 Eylül rejimin, elbette onun şeriata dayalı faşist konuşlanmasını sürdüren diktatörlüğünün yanında olduğunuzu örtülemek için, daha önce kuyruğundan düşmediğiniz Kemalizme düşmanlığa sarıldınız!


Egemen ideolojinin, egemen sınıfın ideolojisi olduğunu hiç aklınıza getirmediniz, egemen sınıfların egemen ideoloji ve politikaları ile değil, egemenliği ortadan kaldırılmış olan ideolojisi ve politikaları ile kavga etmeyi politika saydınız; hatta en devrimci iş olarak gösterdiniz!

Şunu da görmek istemediniz ki, egemen sınıf, rafa kaldırdığı ideolojiye ve politikalara ya geri dönerse? Ya da yeni egemen kıldığı ideoloji ve politikaları ya iflas ederse? Diye sormak aklınıza gelmedi!

İşte şimdi bu rüzgâr esmekte ve siz bu sorular sorulmasın, cevabı da bulunmasın diye gene hareket halindesiniz!

Öteden beri vurguluyoruz ki artık pratik olarak daha bir netlikle görülüyor, CHP, AKP ‘leşiyordu ve belki de artık AKP olmuştur; peki şimdi ne olacak, daha önce 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist konuşlanmasını sürdüren diktatörlüğün yanında durmayı, “Faşist-CHP, ırkçı CHP” üzerinden “devrimci” ve meşru gösterebiliyordunuz belki ama şimdi, CHP’nin bütün karanlıkları donandığı bugün, tekellerin, büyük büyük zenginlerin ve elbette Amerikan emperyalizminin ideoloji ve politikalarının emekçi sınıflara dayatılmasının bu AK-CHP eliyle veya içinde onun da olduğu ama hegemon olduğu bir politik mekanizma eliyle gerçekleştirilmesinin öngörüldüğünü görmek zor değilken bu o kadar kolay olmayacak!

Ne var ki resmi politikaların ve ideolojilerin şövalyesi olmaya en baştan mahkûm olmuşsunuz! Bunu “Kürt sorunu ve çözümü” ile açıklamaya çalışmanız ise, bu mahkûmiyetinizin iler tutar yanı olmadığını kendinizin de bilmesindendir!
Peki, şimdi ne yapacaksınız? Şimdi de, egemen sınıfların CHP eliyle veya yeni politik mekanizması eliyle uygulamaya sokacağı, emekçilere dayatacağı ideoloji ve politikaların yanında olmanızı örtülemek için, ılımlı İslam ile mi kavga edeceksiniz?

Bunun sonu yoktur, bu, kapitalizmden, üstelik çoktan kendisi kendisinden vazgeçmiş olan bir çürümüş, kokuşmuş, can çekişen kapitalizmden ümidini kesmemiş olanların çaresizliğidir, acizliğidir ve oportünistliğidir! Bu, her halukarda yıkılacak olan bu çürümüş, kokuşmuş, kendinden bile vazgeçmiş burjuva düzenin ilk önce altında kalacak olanların yaklaşımıdır! Yeni mürteci olmayı kurnazlık saymaları bundandır! Tanrıya sarılmaktan başka dayanakları kalmamıştır!

Aslolanın, egemen sınıflar ve bu sınıflar tarafından ezilen, sömürülen sınıflar olduğu ve elbette bu sınıfların arasında süren amansız sınıf savaşı olduğu hiç aklınıza gelmiyor değil mi?
Egemen sınıfların bir süre önce kullandığı ideoloji ve politikalardan ve elbette bu politikaları yürütenlerden vazgeçip, yeni ideoloji ve politikalara ve bunları yürütecek elemanlara alan açmasının tesadüf olmadığını, egemenliğini sürdürmesinin gereği olduğunu hiç aklınıza getirmediniz değil mi!


Daha önemlisi ve daha vahimi, resmi ideoloji ve politikaların yanında olmaya mahkûm olmanız gereği, her taşın altındaki, hatta belki de yüz yıl sonra gerçekleştirilecek darbeleri bile görüyordunuz ama emekçi halkın tepesine inen, aydınların, devrimcilerin, devrimci-demokratların, sosyalistlerin tepesine inen darbeleri görmemek için gözlerinizi yumuyordunuz!

Sizin görmemek için gözlerinizi yumduğunuz bu gerçekleri biz, bütün sinsi ve açık engellemelere karşın, hep gördük ve gösterdik; bugün servis edilen bu sesli ve görüntülü ifadeleri de öteden beri duyuyor ve yazılı olarak asıldıkları yerden izliyorduk ama hiçbir tanesini burada afişe etmedik!

Etmedik ama ne diyorduk, “Geldiler geldiler bir karanlığın içine girdiler ve çıkmak bilmiyorlar!” Başka ne diyorduk? “uzun hapislik yılları Öcalan’ı değiştirmiş!”

Peki, başka?

“Öcalan dün bunu, bunu diyordu, artık tam tersini söylüyor ve ne diyorsa ABD-AB emperyalizminin politikasına uygun düşüyor!” diyorduk.

Hiçbiriniz, Öcalan’ın bu yeni söylediklerini yalanlamıyordunuz ve hepiniz Öcalan’ın dün söylediklerine kör ve sağırdınız, çünkü dün söyledikleri çizginize ters idi ama artık hem Öcalanist kesiliyordunuz ve hem de Öcalan’ın yeni dedikleri için “ABD’nin politikalarına uygun değil “ diyordunuz ve elbette bunların, “Öcalan’ın ve Kürtlerin gelip gelip bir karanlığın içine girdiklerine delalet olmadığını” söylüyordunuz!

Ayrıca ABD emperyalizmine karşı ortaya konulan muhalefete karşı, bu dünya çapında tescilli bir kan emici olan emperyalizme örtülü bir kalkan olmayı içinize sindirilebiliyordunuz ve bunu politik kurnazlık sayıyordunuz!

İşte şimdi yine geldik geldik, yalanlanamayacak denli gerçek olan ses ve görüntülerini yalanlayamadığınız ama hem “deşifre etmek sinsi bir komplodur”, hem de “bu ifadeler, Öcalan’ın hep söyledikleridir” dediğiniz noktaya!

Öcalan’ın “cımbızlanarak montajlanıp”, ortaya yere dökülen sesli ve görüntülü ifadeleri şöyle:

"Devletin direkt olarak bir şey yapmasına gerek yok, biz taşeronuz. Bunlarla, yeni Kafkasya'dan Suriye'ye bütün güçleri Türkiye'nin emrine vereceğiz.”; ” Çünkü bazı şeyleri devlet olarak yapmak olmaz ve zordur. Biliyorsunuz, ABD dev dünya gücüdür ama o bile taşeron kullanır. Dünyada en büyük işleri bunlar yapar." ; " Türkiye ölçülerine göre hiçbir devrimci bunu yapamaz. Hemen 'işbirlikçi' derler. 'Uzlaşıp teslim oldu' derler. Ama ben yaptım."; “Bana işaret edin, 'şu ülkede şu tehlike vardır' diye; benim için çocuk oyuncağıdır.

Ortadoğu'da, Avrupa'da hangi ülke olursa olsun, Rusya'da dâhil, nerede olursa olsun fark etmez. Bakın görün o zaman dünya nasıl idare edilir. Tek isteğim şunu deyin: ‘Apo iyi çalış, görevini iyi becer!’ Bunun bazı küçük olanaklarını isteyeceğiz."; "Şu anda milyonlarca insanı bağlayabilirim bu devlete. Mimar gibi bağlayacağız... Ve Kürt olayında beş on ülkeye tonlarca istihbarat, para vs. ile dev şeylerin yapamadığını, tek başıma ve kuruş masraf ettirmeden ben yürüteceğim."
Bu ifadeler, KCK tarafından , ”cımbızlanarak yayınlanan bölümlerin esas olarak Önderliğin Türk devletine çağrı yaptığı bölümler olduğu” şeklinde açıklanıyor; demek ki yalanlanmıyor, sadece “devlete çağrıdır! “ ama yayınlayanlar, KCK nezdinde “provakatör”dür!

Bu nasıl bir mantık?

Bu ifadelerde bir sakınca yoksa bir terslik yoksa; bu ifadeler, Kürt coğrafyasındaki iki tarz-ı siyasette Barzanist çizgi lehine yani ABD politikalarının lehine bir politika değişikliğini yansıtmıyorsa; yani KÖH’nin ve “önder” Apo’nun çizgisindeki değişikliği yansıtmıyorsa, Kürt ve Türk halkının bu ifadeleri görmesinde bir sakınca olabilir mi?

Öyleyse “provokatörlük” ile açıklamak son derece sığ bir açıklama olmuyor mu? Bu ifadeler yalan ise veya çarpıtılmış ise veya işkencede alınan ifadeler ise ve elbette bir “provokasyon”dan söz etmek ve tepki göstermek yerindedir; ancak “ bu ifadeler cımbızlanmıştır ama yalan değildir, sadece devlete çağrıdır “ denmektedir!

Daha ne?

Bu görüntülü sesler, Öcalan’ın egemen sınıfların egemen kılınan karanlığının içine girmek ve Kürtleri bu karanlığa taşımak için, epeydir rolüne çalıştığını ve bu role uygun olduğunu ilgili taraflara, anlatmaya çalıştığını göstermiyor mu; hatta şu bile, yani Barzani yapamaz ben daha iyi yaparım demek istediği bile görülmüyor mu?

Yani bütün meselenin, dün Kemalist yönetimden, bu gün ve bir süredir yönetimi Kemalist yönetimden davul zurna ile ama son derece sessizlikle, deyim yerinde ise karda yürüyüp iz belli etmeden alan 12 Eylül rejiminin en çok beklenen ve aranılan bütün vasıfları üzerinde taşıyan yeni yönetiminden, Kürtleri Barzani-Talabani çizgisine yaklaştırmak için rol istemek olduğu apaçık ortada değil mi?

Bu da ABD emperyalizmi istedi bir göz Öcalan verdi iki göz demek olmuyor mu?
Bunu inkâr mı ediyorsunuz? Üzerimize hâlâ “Kürt düşmanı” yaftaların ı mı fırlatacaksınız?

Hiç durmayın ama hâlâ ve bütün ifadeler ortada iken ve de bu ifadelere sahip çıkıp, ifadelerin görüntülerinin ve seslerinin ortaya saçılmasına karşı çıkıyorken, “Geldiler geldiler bir karanlığa girdiler, oradan çıkmak istemiyorlar” dediğimiz için kızmanız; kızmakla kalmayıp, bizi “Kürt düşmanı”, daha doğrusu “Kürt halkının düşmanı” ilan etmeniz; buna karşılık, Öcalan’ın Dühringvari saçmalıklarından bütün dünyaya nur yağıyor misli, “demokrasi” yağdığı ham hayalini pompalamanız Kürt halkının da Türk halkının da ve elbette Kürt devrimci-demokratlarının da, Türkiye işçi sınıfının ve sosyalistlerinin de gözünden kaçmayacaktır, kaçmıyor!

Pompalarınız yetmeyince,” onca sene mücadele etmiş ve onca senedir zindanda yatan birisi için bu suçlamalar yanlıştır, haksızlıktır ” diyorsunuz!

Ancak bu savunular koftur, başka dayanak bulamamanın ifadesidir, üstelik başkalarına da, örnek olsun Perinçek’e de, aynı savunu hakkını tanımayı zorunlu kılar; o da sürekli zindandadır ve o da toplumun belli bir kesiminin çıkarlarını dillendirerek politika yapıyor ve harekete getirdiği kitle az buz değildir! Yani ölçü bu olursa, kim bilir daha kimleri arşı alaya çıkarmak zorunda kalırsınız!

Ve şimdi Öcalanist olan pek çoğu, daha önce Perinçeklerin güttüğü politikaların içinde idiler ve hatta belki de hâlâ aynı yerdedirler; anti-Sovyetizm hâlâ var ve hep söylediğimiz gibi, anti-sovyetizm, anti- komünizm ve anti-Marksizm-Leninizm’dir! Ama hiç de Öcalanist değillerdi, ne PKK’nin ne de Kürt halkının yanına yaklaşıyorlardı! Örnek olsun, Ertuğrul Kürkçü de hep uzak durmuş, Kuruçeşmenin, ikisi de Hemingway’in balığına dönmüş olan Dev-Yol ile TKP’yi birleştirme seanslarından, Belge’nin tedrisine, oradan, güdecekleri eşeklerin önlerine ot koymaları misli, “demokrasi” dağıtan emperyalist odakların rüzgârını alarak Türkiye’nin geleceği karartılan halklarının başına nur misli ” demokrasi” yağdırmayı ilke edinmiş olan Bianetin demokrasi şampiyonluğuna ve oradan da tam “SOSYALİZME ÇAĞIRAN HAYAT ”ın habercisi olacakken, Kürtlerin başına Milletvekili olan Kürkçü şimdi bir de Sosyalizm ile İslam’ı kaynaştırarak Marx’ı ve Engels’i aşmaya çalışmakta, böylece en Marxist olduğunu kanıtladığını zannetmektedir! S.S.Önder’in ise hem “sosyalizm”i, hem de Nurculuğu yüksek tuttuğunu hepimiz biliyoruz ve daha önce Kürtlere ve Öcalan’a ne kadar yakın ne kadar uzak onu bilmiyoruz! Hele “Şeriat” talep eden Altan Tan’ın Kürt gerçeğinin neresinde olmuş olduğunu hiç bilmiyoruz! Ve Leyla Zana’yı Barzani’ye kaptırdıklarını ise biliyor, görüyoruz ve şimdi, belli ki Öcalan-Barzani- AB arasında özel ulak görevini de üstlenmiştir!

“Demokrasi” aşkı, ama ille de emperyalizm eliyle dağıtılan “demokrasi” nin aşkı, nelere kadir!

Öcalan’ın seçme saçmalarına doladığı kelamlarında da, Kürtlerin aklını iyiden iyiye karıştırmak ve ABD emperyalizminin kozmopolitizmine uygun kafalar yetiştirmek için, yine Öcalan’ın buyurduğu siyaset akademinizde öğretilenlerde de hep anti-Sovyetizm ile birlikte anti Marxizm vardır!

Sinsilik mi arıyorsunuz, bunlar sinsilik değilse nedir? Bir taraftan Öcalan’ın ağzından “ Marx'ı İngiltere besledi, Lenin kapitalizme hizmet etti” yollu sosyalist hareketin değerlerine küfürler savrulur; diğer taraftan birkaç haftalık kurslarda, üstelik sertifika dağıtılan kurslarda,” Marxizm-Leninizm’in aşıldığı” demogojileri ile zaten karışık olan kafalara Marxizm-Leninizmin ne denli eksik ve yanlış bir teori olduğu ve aynı zamanda, Kürtlerin en eski dini olarak zerdüştlüğün erdemleri yerleştiriliyor!

Bundan daha sinsi komplo ne olabilir?


Öcalan, Marxizm-Leninizmin kurucularına ki, geride bir bilim, insanlığın temel değeri haline gelmiş bir bilimsel teori bırakmışlardır ve egemen sınıfları hâlâ korkutmakta ve ürkütmektedir, küfür misli yakıştırmalarda bulunuyor ve aynı zamanda “siyaset akademiniz”de Marxizm’in aşılmasını buyuruyor, bu siz “Marxizm’i aşan” baylara, hiç de tuhaf ve kötü gelmiyor; ama “Öcalan’ı uzun hapislik yılları değiştirmiş” demeyi bile, Kürt halk önderine, hatta Kürt halkına hakaret sayabiliyorsunuz!

Oysa apaçık ortadadır ki bu uzun hapislik yıllarının Öcalan’da yarattığı değişikliğin şekli-şemali, Öcalan’ın bizzat kendi icraatı olarak, inkârı ve üzerinin örtülmesi mümkün olmayan görüntülü ifadelerinde görülüyor ve siz “Marxizm’i aşan” baylar, bu görüntülü ve sesli ifadeleri, hem yalanlayamıyorsunuz hem de “sinsi bir komplo” olarak niteliyorsunuz!

Ne denilebilir ki, daha önce ifade ettiğimiz gibi, gittikçe daha fazla dökülüyorsunuz, bunu tekrarlamak yerindedir!

Üstelik internet sansürüne sözde karşı çıkarak popülizm yapan BDP, Öcalan’ın bu görüntülerin yayınlanmasının yasaklanmasını isteyebiliyor! Yanında da, “ bu ifadeler zaten Öcalan’ın hep söyledikleridir” diyebiliyor(sunuz)!

Ve birileri de kalkıp, daha ne? Biz de bunu demiyor mu idik? Ve bunu dediğimiz için “Kürt düşmanlığı“ ile yaftalanmıyor muyduk? Derse, gene “sinsi komplocular” veya “ulusalcılar ” yaftasını mı fırlatacaksınız üzerlerine?

Madem bu ifadeler de yeni bir şey yok ve Kürt halkını öteden beri Öcalan’ın bu tür ifadeleri aydınlatıyor, hatta Marxı böyle aştırıyor, öyleyse bu telaş niye?
Alın kasetleri, akademinizde izletin ve “açılımını” da yapın, belki Marx’ı daha çok aştırırsınız!

İnsan biraz utanır, Kürt halkına ve devrimci-demokratlarına, sanki Marx ile Lenin zulüm yapmış, sanki Kürtler ne çektilerse bilimden çekmiş; sanki Kürtlere eksikleri ile yanlışları ile yetmiş yıl boyunca pratik olarak sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu dosta ve daha çok da düşmana göstermiş olan Sovyet sosyalizmi düşman olmuş; dahası sanki Türkiye’nin işçi sınıfı, emekçi halkı, Kürt halkının düşmanıdır; sanki 12 Eylül rejiminin Kürt halkına uyguladığı zulümden Türkiye’nin işçi sınıfının, emekçi halkının payına bir şey düşmemiş gibi, sanki bir Kürtler mutsuz, diğer herkes çok mutlu imiş gibi, sanki ABD emperyalizminin bu mutsuzlukta hiç dahli yokmuş gibi, sanki 12 Eylül rejimi melaike olmuş Kürtleri mutlu etmek için tövbeye gelmiş de, Türkiye’nin işçileri ve emekçileri bundan hoşnut değilmiş gibi, hatta ve hatta bu kokuşmuş düzene, bu tarihinde görülmemiş sinsilikte ki faşist diktatörlüğe sımsıkı sarılıp, Kürtleri düşman bellemişler gibi; başka ve özet ifadeyle dünya Kürtlerin etrafında dönüyor da, bütün dünyanın zenginleri dahi bir olmuş bu dönüşe, bu Kürtlerin mutluluğuna olan dönüşe yardım ediyor da, bir tek Türkiye’nin işçi sınıfı ve emekçileri ve elbette sosyalistleri köstek oluyormuş gibi, her taşın altında Türkiye’nin işçilerinin, emekçilerinin, devrimcilerinin, devrimci demokratlarının, sosyalistlerinin, Marxist-Leninistlerinin düşmanlığını arıyorsunuz!

Ama bir türlü burnunuzun ucundaki düşmanı görmüyorsunuz ve görülmesin diye kör rolüne bile bürünüyorsunuz!

Sahi siz, fiziksel yaşam bir yana, politikada düşman-düşmanlık nemenem bir şeydir hiç gördünüz mü, duydunuz mu, ona dokundunuz mu, ya da o size hiç deydi mi?

Hiç sanmıyorum, siz asıl düşmana ve düşmanlıklara karşı bütün duyu organlarınızı kapatmış, aykırı giden lokomotiflerin raylarının altında aradığınız ama bulamadığınız “düşmanlık ”ları, tıpkı “Berkeley’ler gibi, ”Dühring’ler gibi, yeni Öcalan ve yeni Öcalanistler gibi, zihninizden çıkarıp, hiçbir maddi karşılık bulamayacağını bile bile nesnel dünyanın ortasına fırlatıyorsunuz!
Yersek tabii!

Ama yedirmek için de az çaba sarf etmiyorsunuz! Siyaset akademinizin bile işlevi budur ve Muhsinlere, Mamolara, Hatçelere, vb. pek güzel, Marxizm-Leninizm nasıl aşılıp, nasıl Zerdüşt olunur, bunun yalan yanlış felsefesini anlatıyorsunuz!

Oysa bir tarafta tekeller ve sömürü düzenleri, soygun düzenleri, zulüm düzenleri var ki bu düzen, sadece ezdiklerinin, sömürdüklerinin, zulüm yaptıklarının, geleceğini kararttıklarının, uzun süre dizüstü durmaktan ayakları üstüne yükselmeyi aklına getiremeyecek hale getirilen emekçi kitlelerin, yani asıl güçlerin bilinç ve örgüt düzeylerinin çukura düşürülmüş olması ile ki, bunda sizin gibi sahte sol gömlekli oportünizm şövalyelerinin, yeni-mürteci “modern” Berkeleylerin, bu tekellerin zulümkâr düzeninin ideolojik tetikçilerinin payı çok büyüktür, ancak böyle ayakta durabilen çürümüş, kokuşmuş, can çekişen bir düzendir; bu düzen ki, en küçük bir kıpırdamada bile tehdit algılayarak, bir çırpıda kendi ilan ettiği “ileri demokrasiden” vazgeçip, faşist diktatörlüğünün şiddetini hiç ikircimsiz uygulayan 12 Eylül faşist rejiminin yeni versiyonudur!
Ve siz, bir taraftan hem bu düzeni ve sahiplerini ve elbette hem de tüm çürümüşlüğüne, kokuşmuşluğuna karşın, bu düzeni, “ileri demokrasi” afişleri ile donatılmış bir tren misli rayında tutmaya çalışan ve en son istasyona kadar (ki “bir cahiliye düzeni “ olduğu apaçık ortadadır), taşımaya çalışan makinistleri, kondüktörleri, bu trenin içinde kendinden geçmiş halde, bir istasyondan ötekine giderken her tarafa saçılan pis kokuların, zulmün ve sömürünün, akılların, fikirlerin, çelişkilerin ve iyiden güzelden yana ne varsa hepsinin üzerini örten kirin, pisliğin farkında olmayan, daha çok da bu düzenin kirine, pasına boğazına kadar battığı için görmemeyi politika sayan “demokrasi” şövalyelerini, yani bilumum “sol” gömlekli,” Kürtsever” kasketli, “İnsan hakları savunucusu”, “doğasever” etiketli sahte cengâverleri bir bütün olarak “Mesih” misli görürken:
Diğer taraftan, bu “Mesih” misli gördüğünüz bütünden ve bu bütünün makinisti de, kondüktörü de olanlardan, inatla, sabırla, sadakatla ve “sol” telden çalarak, “en demokrasi” bekleyen ve bundan gayrısını düşünmek bile istemeyen ama arada bir “sen bizim mahalleden geçersin! ” yollu, ya da “bunu da yapma bak o zaman nasıl gününü görürsün” misli kükreyenlerin ama buna karşın, şeriata dayalı faşist diktatörlüğün zulmünü görmemeleri bir yana, “kedi vaska”ları da aşan bir vurdumduymaz aç gözlülük dinamiğinin varlığına da gözlerini kapayanların ve resmi olarak ilan edilmiş “kumpas” ları ise başka yerlerde arayan ve bu “kedi vaska”lardan “en demokrasi” beklemeyi “en devrimcilik” sayanların; başka ifadeyle hiç kimsenin gütmeyeceği eşeğin önüne ot koymayacağını ama bunların ise güttükleri eşekleri bile otsuz bıraktıklarını inatla görmeyenlerin; bu çürümüş, kokuşmuş tekeller düzenini, en son istasyonuna, yani cahiliye devrine taşıyan “ileri demokrasi” treninin en rahat köşelerine kurularak, bu trenin geçtiği rayların altında kalanlardan düşman yaratarak üzerimize fırlatanların ve bütün bu halk düşmanı, emekçi düşmanı, bu kokuşmuş düzene sadakatla bağlı olanların, bu çürümüş, kokuşmuş düzende cennet görenlerin, bütün sahtekârlıklarını ve asıl niyetlerini göstererek deşifre edenleri, bu sahtekârlıklarını bütün çıplaklıklarıyla Kürt halkının da Türk halkının da gözlerinin önüne serenleri bir deccal misli gösteriyorsunuz!

Ne var ki ne güneş balçıkla sıvanabiliyor, ne de artık gerçeklerin üzeri, bu çürümüş, kokuşmuş tekeller düzeninden akan pisliklerle örtülebiliyor! Aksine, bu pislik deryası o kadar öyle koku yayıyor ki, bu kokuları ne Türkiye’nin emekçileri, ne de Kürt halkı duymamazlık edemiyor!

Ve işte sizin bütün telaşınız bundandır; “çözüm de, çözüm “ diye çırpınmanız bundandır; hem bu kokuları Kürt ve Türk halkının duymasını ve hem de Kürt halkının asıl düşmanlarının kimler olduğunun görülmesini engellemek için, sefere çıkmış ideolojik cengâverler, demogoji şampiyonları misli hareket ediyorsunuz!
Öcalan mı?

Bence çoğunuz Öcalan’dan çok, Öcalan nezdinde fetişleştirerek oluşturulan “önderlik” in gölgesinden yararlanmak, bu gölgenin altında ikbal aramakla ilgileniyorsunuz ve şunu da göremediğinizi sanmıyorum ve en azından çoğunuzun beklediği ve istediği bu olabilir ki en büyük “Kürtsever” , ”Büyük Kürdistan” düşü gören büyük patronun da, yani ABD emperyalizminin de, artık itaatkâr bir Kürt hareketi ve devleti için, devrimci renkleri budamanın yetmediğinden hareketle, bu temelde açık açık en tam ifadesiyle Barzanist çizgide rol alacak enstrümantalleri hedeflediği için, devrimcisizliği, Öcalan’ın yöntemi ile aşılamanın zaman kaybı olduğundan, en azından fiyatının yüksek olduğundan hareketle veyahut da Kürtlerin yeteri kadar devrimcisizleştirildiğinden hareketle, ya da belki Öcalan’ın “devrimci” li, “demokratik”li, “komün”lü ,”momün”lü lakırdılarının Kürtlerin kimine sadece hoş bir tını, kimine ise boş bir tını geldiğinden hareketle artık Öcalan’ın önderliği ile değil, Öcalan’ın önderlik gölgesi ile birlikte Barzani çizgisine biat etmesinin zamanının geldiği ile ilgilendiği için, Öcalan’ın karizmasının çizilmesine hız ve onay vermiş olabileceğini pek düşünmek istemiyor gibisiniz!

Çünkü Öcalan fetişli bir “önderliğin” gölgesinden mahrum kalırsanız sizin de karizmanız çizilecek ve sizin de takkeniz düşüp, keliniz açıkta kalacaktır!
Keliniz mi, hiçbir zaman yanında olmadığınız, tam tersine hep karşısında ve uzağında olduğunuz bir Öcalan ve PKK ile ilgilendiğinizin resmini taşıyor ve göbeğinizin de aklınızın da bağlı olduğu yerin hep Barzanist bir “Kürt kurtuluşu” olduğunu ve artık buna kavuştuğunuza inandığınızı resmediyor; dolayısıyla Barzanist çizgiye biat etmiş bir Öcalan’ı her haliyle, bu görüntülü ve sesli ifadeleri ile bile bağrınıza basabilirsiniz; işte takkenin altındaki keliniz bu resmi taşıyor!


Eğer böyle olmasaydı, bir süredir yazılı metinleri kerte kerte piyasaya sürülen, onca yıl buzdolabında kaldıktan sonra ortaya dökülen bu görüntülü ve sesli ifadelerin, Öcalan’ın en şen-şakrak hali ile sarf ettiği bu sözlerin, TSK’ya Kumpas “ iddialarının ve buna karşı hücum hallerinin yaşandığı ve “yeniden yargılanmaların dillendirildiği”, yeni düzenlemelerin gündemde olduğu ve de bunun AKP’nin ulusalcılarla ittifak arayışına girdiği “ şeklinde yorumlandığı, ama Kürtlerin hâlâ ve hâlâ ille de AKP-RTE dediği, başka demokrasi havarisi tanımadığı bugünkü atmosferde, cümle âleme izlettirilmesini , “dost” Amerika ve “Kürtsever” likte sınır tanımayan 12 Eylül rejimi, ne yapar eder engellerdi!

Ve bu atmosfere bir de, Barzani’nin başkanlığını tanıyan mektubun, özel ulak ile ki, Barzanist olduğu tescilli olan Leyla Zana’dan söz ediyorum, Barzani karargâhına varması da eklenince ve buna ilaveten aynı zaman aralığında, Amerika’nın en yakın müttefiki olan ama hâlâ terör örgütü olarak kabul edilen KDP ve KYB’nin bu listeden çıkarılacağını, dolayısıyla hangi çizgiyi müttefik olarak kabul ettiğini ilan etmesi, yerine oturmamış hemen hemen hiçbir taş kalmamış olduğunu düşünmenin yerinde olduğunu göstermeye yeter!

Tabii bu, düşünmeyi unutmayanlar için yerindedir; düşünmeyi unutanların yerine bu vesile ile kimin düşündüğü de daha bir netlikle ortaya dökülmektedir!

“Demokratik özerklik” mi?

“Dimyata pirince giderken, bulgurdan olmanın hikâyesini içeriyor olabilir mi?
Göreceğiz!

Bakalım bu gerçekleri akıl taşıyanlara ve Kürt halkının, Türkiye’nin işçi ve emekçi sınıflarının gerçek dostlarına hatırlattığım için üzerime hangi bayatlamış yaftalar fırlatılacaktır!

Bunu da göreceğiz!

Fikret Uzun

13 Şubat 2014

SOSYALİST DEVRİMDEN VAZGEÇMEK KAPİTALİZME SIKI SIKI SARILMAKTIR

Sosyalist devrimden ümit kesmek, kapitalizmden ümidi kesmemiş olmanın dışa vurumudur ve tarihte bütün döneklerin dönüş noktası burada başlar; aynı şekilde işçi sınıfının devrimci rolüne güvensizlik duymak, yine kapitalizmden ümidi kesmemiş olmanın sonucudur; o kadar öyle ki, “ne olur bizi bırakıp bir yere gitme” diye kapitalizmin önünde dua ayinleri yapmak sıradan bir durum olmaktadır!
Sosyalist devrimden ve işçi sınıfının devrimci rolüne güvenmekten vaz geçmek, sınıf mücadelesini reddetmek demektir, başka ifadeyle tarihin lokomotifinin sınıf mücadelesi olduğu gerçeğini reddetmek demektir; daha da önemlisi, sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu ve bu düzenin, ancak ve ancak az veya çok şiddetli, zora dayalı bir devrim sonucu kurulabileceğini reddetmek demektir!
Hepsi birden, Marx düşmanlarını ayırıyorum, Marxist görünenler açısından vurguluyorum ki, hem Marxist görünüp, hem de Marx'ın tarihin ilerleme motorlu toplumsal gelişme çizgisini reddetmeye veya bunun, tarihsel ve toplumsal ilerlemenin sadece düz bir hatta ve evrim yoluyla mümkün olacağı düşüncesine götürür ve götürdüğünü görüyoruz. Her ikisi de bir sapmadır ve bu sapma, Marxist olunursa sapma sayılabilecek bir sapmadır; Marx’ı tümden reddedenlerin böyle dertleri zaten yoktur ve zaman zaman vaaz ettikleri bu misli lakırdıları ise, kafa ütülemekten başka bir şey değildir.
Ve elbette sınıf mücadelesini kabul edip, bu mücadelenin kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğüne, yani proletaryanın devlet mekanizmasına, yani zor aygıtına varacağını reddetmek de sosyalist devrimden ve proletaryanın devrimci rolünden vazgeçmenin temel dayanaklarındandır!
Öyleyse, her ne şekilde olursa olsun, bütün bu sosyalist devrime ve işçi sınıfının devrimci rolüne inançsızlık ve güvensizlik, hep kokuşmuş, çürümüş, can çekişen sömürü ve zulüm düzeninin uzun süren egemenliğine teslim olmanın ve hatta onda hâlâ işe yarar bir şeyler bulmanın yansımasıdır.
Tarihte hep böyle oldu, bütün dönekler, işçi sınıfına ihanet edenler, örnek olsun Kautsky, Bernstein, Plehanov ve daha niceleri, hep mevcut düzenden ümitlerini kesmediklerini anladıkları bir zamanda, işçi sınıfına ve zora dayalı bir devrime inançsızlık ve güvensizlik göstererek, kapitalist kampa ricat etmişlerdir.
Gerisi sadece ve sadece ucuz bahanelerdir; bunun suçunu işçi sınıfına, çalışan sınıflara yüklemek ise “yürek parçalayan” son derece acıklı bir güldürüdür!
Evet, bu, sosyalist devrimden ve işçi sınıfının devrimci rolünden ümidini kesenlere tavsiyem veya öğüdüm olsun ki, Marxizm'in temelleri bu gün de sağlamdır ve bu temeller, bu gün de sosyalist devrime ve işçi sınıfının devrimci rolüne ve elbette sınıf mücadelesinin tarihin motoru olduğuna, dahası emek-sürecinin belirleyici olduğuna ve tabii sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğuna inanmamız ve güvenmemiz için gereken verileri net olarak hem teorik ve hem de pratik olarak göstermiştir;bu nedenle iyimser olmamak, umutvar olmamak için, hiçbir neden yoktur ki, hepsi bir yana, buna inanmak ve güvenmek için, bugün hâlâ Türkiye'de ve dünyada bütün kaygıların emek süreçlerinde olmasına bakmak yeter; Amerikan askerlerinin ki yarım milyondur, Arap çöllerine yığılmasına bakmak yeter; sınıf mücadelesini köreltme çabasının,bütün gelişmiş ve gelişmemiş kapitalist ülkelerin politikalarının odak noktası olduğuna bakmak yeter. Marx'ın tarihin ilerleme motorlu toplumsal gelişme çizgisine, şu veya bu nedenle karşı çıkanlara, reddedenlere ki, sosyalist devrimden ve işçi sınıfının devrimci rolünden vazgeçmekle bağlıdır, bir başka öğüdüm de, Marx'ın kaçınılmazlık teorisinin, dolayısıyla devrimin kaçınılmazlığı teorisinin, kaçınılmazı ortaya çıkaran bir teorik yapı olduğunu ve bunun, yani bu kaçınılmazlığın, ekonomistlerin sarıldığı gibi,hiç bir iradi güç olmadan, müdahale etmeden, kendi kendine gerçekleşen bir kaçınılmazlık olmadığını görmeleri olacaktır.
Bilimsellik, kaçınılmazlık ve zorunluluk demektir; özgürlük buradan çıkıyor; düzeni tasarlamak ve iktidarı politik müdahale ile almak, özgürlük oluyor ve bu özgürlük, kaçınılmazlıktan ve zorunluluktan kaçınılmaz olarak çıkıyor.
Marx'ın teorisi, gelişmenin kıyamete, aynı anlama gelmek üzere cehenneme götürdüğünü ve bu cehennem içinden bir cennetin doğacağını veya yanı başında bir cennetin şekilleneceğini anlatmaktadır. Bu iyimserliktir ve bilimseldir; hem de geçmişe bakıp, gününü yaşayarak değil, gelecek açısından iyimserliktir; her cehennem, kaçınılmaz olarak, içinde veya yanı başında cenneti de hazırlar ; bu anlamda,halkın diline yapışmış olan“karanlığın en koyu olduğu zaman,aydınlığın doğacağı zamandır “ sözü boş bir laf değildir.
Ancak güçlü olanlar, hiçbir güçlük karşısında moralini bozmayanlar iyimserdir. Demek ki, moralli olmak, iyimser olmak bir yürek işidir. Ancak yürekli olanlar yeni bir düzeni düşleyebilirler. Öyleyse devrimciler iyimserdir ve gelecek açısından umutludurlar ve bu iyimserlik ile en geri işçiyi bile devrimci yapmak için mücadele etmekten yorulmazlar, sabırlarını tüketmezler!
Yeni bir düzen düşlemek, sosyalizmi düşlemektir; sosyalizmi düşlemek ise sosyalist devrimi düşünmeden bir şey ifade etmez; daha açıkçası iktidar hırsı ve perspektifi olmadan, sosyalizmi düşlemek, sosyalist devrime dudak ucuyla yaklaşmak, en sonu ondan vazgeçmek demektir!
Bir de şunu hatırlatmak istiyorum ki, amiyane tabiri de var ve ben bunu söylemeyeceğim, hem işçi sınıfının örgütlülüğünün ve bilinç düzeyinin düşük olduğundan söz ediyorsunuz ve hem de sosyalist devrim sakızını çiğnerken çeneleriniz yoruluyor ve bu yorgunlukla işçi sınıfının devrimci rolüne ve sosyalist devrime olan inançsızlığınızı kusuyorsunuz!
Yani siz yaman sosyalistler, hem işçi sınıfını beğenmiyorsunuz, hem sosyalist devrimin olmayacağına karar veriyorsunuz ve hem de bunun ikisinin de kapitalizmden ümidinizi kesmediğinizin işareti olduğuna aldırış etmeden, ona buna, “burjuva düzen içinde hareket ediyor” yollu çeşitli yaftalar takıyorsunuz!
Peki, siz devrimcilik, halkçılık nedir biliyor musunuz?
Duruma bakarsak, kesinkes bilmiyor ve bilmek de istemiyorsunuz!
Çünkü devrimci, saksıda yetişen çiçek ya da serada büyütülen zerzevat değildir; hele ki etinden ve sütünden yararlanmak için büyütülen kuzu değildir; dahası devrimcilik kâr getiren bir meslek de değildir; devrimcilik en geri işçiyi ve emekçiyi ve de köylüyü devrimci yönde değiştirmek için sabırla ve iyimserlikle çaba sarf etmektir; en küçük bir yenilgide veya zorlukta moralini bozan ve suçu daha önce bel bağladıklarına, peygamber gördüklerine ve cennete açılan bir kapı olarak gördüklerine atanlar devrimci de olamaz, işçi ve emekçileri, yoksul köylüleri devrimci yönde değiştirecek yürekliliğe de sahip olamazlar!
Bu tipolojilerin ortak noktası, burnunun dibinde ve onca zaman, tam da sosyalist devrimin, bu gün olduğu gibi,”miadının dolduğunu” düşündürtmek ve tüm çürümüşlüğüne karşın, kapitalist düzende kalınmasının sayısız yararlarına inandırmak üzere, sosyalist devrimin öznelerini atıl tutmak yanında, bu devrime akan bütün kanalların öyle ya da böyle kurutulması için, özellikle toplumun en bilinçli aktörleri olmak üzere, işçi ve emekçilerin, yoksul köylülerin velhasıl toplumun ezici çoğunluğu olan ezilen, sömürülen sınıfların devrimcisizleştirilmeye, hatta gericileştirilmeye, hatta ve hatta adı sanı bilinmeyen, kimliksiz, belleksiz, yersiz, yurtsuz ortaçağ sürülerine dönüştürmeye çalışıldığını görmek istememeleridir.
Ve bu dönüştürme ameliyesinin mutfağının baş aşçısının Amerikan emperyalizmi olduğunu ve 12 Eylül rejiminin, öteden beri bu ameliyenin içinde olduğunu; bununla birlikte Türkiye'deki bu sükûneti, toplumun her katında kendini hissettiren çelişkilere rağmen, toplumun kılcal damarlarına kadar yaygınlaştırılan edilgenliği, “inanıyorum öyleyse doğru söylüyor” doğmasının yönetim ilkesi olmasını ve baskının en can yakıcı olduğu zamanda bile bunun “demokrasi” illüzyonu ile kapatılmasını, fabrikalardan sınıf bilincini atmak, sınıf mücadelesini köreltmek için, oralara tarikat bilincinin yerleştirilmesini, işçi sınıfının tutunabileceği bütün dallarının, onun gözleri ve liderleri önünde kesilmesini, kazanmış olduğu ve kazanmayı umduğu bütün savunma ve mücadele silahlarının elinden alınmasını ve sonuçta, tam da bu günkü durumla karşı karşıya kaldığımızı bu baylar katiyen görmek ve anlamak istememektedirler!
Üstüne üstlük, bu inancını yitirmiş veya öteden beri taşıdıkları inançsızlıklarını dışa vuran baylar, tıpkı Nişe gibi, tüm cafcaflı sözleri oradan buradan araklayıp, birbirleri ile çiftleştirerek, tekelleri, büyük büyük zenginleri, emperyalist çok uluslu şirketleri ve sahiplerini, yani egemen sınıfları, dolayısıyla onların egemen ideoloji ve politikalarını ve dahi egemenlik araçlarını ve toplumun bütün sınıfları üzerindeki baskılarını görünmez yaparlarken; en büyük suçlu olarak, ellerinden bütün savunma ve mücadele araçları alınmış olan ve en dibe itilerek köleleştirilen, edilgenleştirilen işçi ve emekçileri gösterirler.
Bununla birlikte, egemen sınıfların tarihleri boyunca ezilen ve sömürülen sınıflara, halklara dayattıkları önyargıları kıskançlıktan çatlatırcasına, Engels'in şahane ifadesiyle, güvercinin suçsuzluğunu, yılanın kurnazlığıyla birleştirerek ürettikleri önyargıların eşliğinde, deccal misli tasvir ettikleri “devlet” düşüncesi ve devletin her türlüsü için, insanlık adına çok dokunaklı bir kaygı gösterdikleri zaman, kendi kendilerini onurlandırdıklarını zanneden bu baylar, “devlet” düşüncesi üzerine her türlü önyargıyı kitlelere dayatan ve bu devlet mekanizması sayesinde ideolojik, politik, ekonomik egemenliklerini ayakta tutabilen tekelleri, büyük büyük zenginleri, emperyalist çok uluslu şirketleri ve sahiplerini, yani egemen sınıfları, dolayısıyla onların egemen ideoloji ve politikalarını ve dahi egemenlik araçlarını ve toplumun bütün sınıfları üzerindeki baskılarını görünmez yapmaktan vaz geçmemektedirler!
Sosyalist devrimin son kullanım tarihi bitti öyle mi?
İşçilerin ve emekçi halkların ve hatta onların bilinçli unsurlarının bile sersemletildiği böyle bir atmosferde daha ne bekliyorsunuz?
İsterseniz emperyalizmin, tekellerin ideolojik hegemonyasına hapsedilmiş, kime inanacağını, hangi örgüte güveneceğini şaşırmış olan, yoksulluğun zirvesi mi diyelim, dibi mi, diyelim, tam oraya geriletilen, ortaçağa mı, cahiliye devri mi diyelim oralara sürüklenen kitleleri, sosyalist devrim yapmak için irade göstermemeleri nedeniyle tek ayak üzerinde tutup cezalandıralım, bilinçli unsurları da bu cezaları denetlemeleri için başlarına nöbetçi koyalım; belki o zaman “akıllanırlar” da sosyalist devrimi akıllarına getirirler!
Ama sakın ha, onları bu hale getiren tekellere, onların ideolojik tetikçisi olan sahte sol gömlekli devrim kaçkınlarına, bu kokuşmuş sömürü ve soygun düzeninin sahiplerine ve büyük ağabeyleri Amerikan emperyalizmine bir şey söylemeyelim, zavallılar üzülürler, darılırlar ve çat diye kırılırlar; o zaman ne yaparız?
Tam da sosyalizmden ümidimizi kestiğimiz, işçi sınıfının devrimci rolünü reddettiğimiz bir zamanda, bir de kapitalizmden ve kapitali ellerinde tutanlardan olursak halimiz nice olur?

Fikret Uzun
04-Mart-2014

Blog

KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK

01.04.2014 22:50
KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK SIRADAKİ RESTORASYON MU DEVRİM Mİ KARŞI-DEVRİM Mİ YOKSA İÇ SAVAŞA MI GİRDİK?   ERGENEKON DERSLERİ   DERS-I   Öncelikle şunu hatırlatarak başlamak istiyorum, şüphesiz öncesi de var ama Türkiye daha çok Gladyo ile Çiller Örgütü olarak da...
Devamını oku

NEDEN UZUN YAZIYORUM

01.04.2014 22:49
Bozışık arkadaş, öncelikle sorumu cevapsız bırakmadığın için ama daha çok samimi olduğun teşekkür ederim ve rahat ol, yanlış anlamıyorum, samimi olunca, yanlış anlamak mümkün olmuyor. Evet, sana katılıyorum ki gerçekten çok çetin bir süreçten geçiyoruz ve haber çok ve de saldıran, akıl bozan,...
Devamını oku

O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER

01.04.2014 22:48
O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER Sonuçta bir ehven-i şer takıntısı var ve ikisinin bir bütün olduğunu ve ne yapıldı ise 11 yıldır hep beraber yapıldığını ve üstelik bu hep beraberliğe üçüncü ama en başta esas çocuk anlamında bir beraberliğin söz konusu olduğunu dolayısıyla...
Devamını oku

BÜYÜLÜ SAKIZ

12.01.2013 01:09
BÜYÜLÜ SAKIZ Öyle olur, böyle olur; yok öyle değil, böyle olur! Kim bilir belki de başka türlü olur! Silah bırakmak! Bırakır mı, bırakmaz mı? Bırakırsa şöyle olur, bırakmazsa başka türlü olur ! Çok güzel bir sakız ve herkes neye inanacaksa, neyi bekliyor ise veya neyi beklemiyorsa, ona...
Devamını oku

EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.

30.10.2012 18:30
EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.   Sevgili Atilla arkadaş, “işsiz aşsız” proleterler başlığının altında gençlere reva görülen ilk “ders”i(*)i görünce, son derece üzüldüm ve “böyle ders olmaz!” demenin yetmeyeceğini düşündüğüm için,...
Devamını oku

ŞİMDİ ONUR ZALİMİ İÇİMİZE TAŞIYANLARLA HESAPLAŞARAK İLERİYE YÜRÜMEDEDİR

12.10.2012 22:06
Değerli hocam, değerli arkadaşlar, Hep dile getirdiğim bilinir, komünistsiz komünist partisi olmaz! Hele hem Türkiye Cumhuriyetine sınıfsallıktan uzak bir kin ile yaklaşıp, hem de, TC nin içişleri bakanlığı siciline kayıtlı olmak için sıraya girmek ve hatta kendini buna göre tasarımlamak, hem...
Devamını oku

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM

12.10.2012 22:04
DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM   DEVLETİN KÖKENİ   DEMOKRATİK CUMHURİYET DE BİR DEVLETTİR.   DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİ   ZORA DAYALI DEVRİM   SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET   HAZIR DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE   YENİ TOPLUM...
Devamını oku

MABETLER ve FENERLER

12.10.2012 22:02
MABETLER ve FENERLER Geçmişte, yaklaşan değişim, dönüşüm rüzgarının korkutucu etkisi ile ne kadar devrim kaçkını, sınıf kaçkını, ne kadar statüko hayranı varsa, yani ne kadar reformist, restoratör, burjuva düzen meraklısı varsa ve bütün bunlardan sosyalizm çıkarmak için bin bir türlü hayal, mit...
Devamını oku

MARXİZMİN KAÇINILMAZA BAĞLILIĞI, KADERCİ DEĞİLDİR, BİLİMSELDİR, TAŞIDIĞI İYİMSERLİK DE BU BİLİMSELLİKLE BAĞLIDIR

12.10.2012 22:00
Bu gün, reel sosyalizmin yıkılmış olduğu koşullarda, insanoğlunun önündeki gerçeklik nedir, neyi göstermek gerekiyor, bu, hangi dersler ile yüklü bir gerçekliktir? Üzerinde durmak gerekiyor. Bir, Marxizmin teorik olarak ortaya koyduğu sosyalizmin, işçi sınıfının düzeni olduğu gerçekliği, artık...
Devamını oku

BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?

12.10.2012 21:51
BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?   Fransız devriminden çok kısa bir süre sonra, 1794 yılında Thermidor gericiliği tarafından giyotinle öldürülen ve ölümünden sonraki 40 yıl boyunca kendi ihtilalından korkan burjuvazi ve feodal restorasyon umudunu kaybetmemiş olanlar, yani zamanın...
Devamını oku
1 | 2 >>

Blog

KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK

01.04.2014 22:50
KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK SIRADAKİ RESTORASYON MU DEVRİM Mİ KARŞI-DEVRİM Mİ YOKSA İÇ SAVAŞA MI GİRDİK?   ERGENEKON DERSLERİ   DERS-I   Öncelikle şunu hatırlatarak başlamak istiyorum, şüphesiz öncesi de var ama Türkiye daha çok Gladyo ile Çiller Örgütü olarak da...
Devamını oku

NEDEN UZUN YAZIYORUM

01.04.2014 22:49
Bozışık arkadaş, öncelikle sorumu cevapsız bırakmadığın için ama daha çok samimi olduğun teşekkür ederim ve rahat ol, yanlış anlamıyorum, samimi olunca, yanlış anlamak mümkün olmuyor. Evet, sana katılıyorum ki gerçekten çok çetin bir süreçten geçiyoruz ve haber çok ve de saldıran, akıl bozan,...
Devamını oku

O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER

01.04.2014 22:48
O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER Sonuçta bir ehven-i şer takıntısı var ve ikisinin bir bütün olduğunu ve ne yapıldı ise 11 yıldır hep beraber yapıldığını ve üstelik bu hep beraberliğe üçüncü ama en başta esas çocuk anlamında bir beraberliğin söz konusu olduğunu dolayısıyla...
Devamını oku

BÜYÜLÜ SAKIZ

12.01.2013 01:09
BÜYÜLÜ SAKIZ Öyle olur, böyle olur; yok öyle değil, böyle olur! Kim bilir belki de başka türlü olur! Silah bırakmak! Bırakır mı, bırakmaz mı? Bırakırsa şöyle olur, bırakmazsa başka türlü olur ! Çok güzel bir sakız ve herkes neye inanacaksa, neyi bekliyor ise veya neyi beklemiyorsa, ona...
Devamını oku

EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.

30.10.2012 18:30
EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.   Sevgili Atilla arkadaş, “işsiz aşsız” proleterler başlığının altında gençlere reva görülen ilk “ders”i(*)i görünce, son derece üzüldüm ve “böyle ders olmaz!” demenin yetmeyeceğini düşündüğüm için,...
Devamını oku

ŞİMDİ ONUR ZALİMİ İÇİMİZE TAŞIYANLARLA HESAPLAŞARAK İLERİYE YÜRÜMEDEDİR

12.10.2012 22:06
Değerli hocam, değerli arkadaşlar, Hep dile getirdiğim bilinir, komünistsiz komünist partisi olmaz! Hele hem Türkiye Cumhuriyetine sınıfsallıktan uzak bir kin ile yaklaşıp, hem de, TC nin içişleri bakanlığı siciline kayıtlı olmak için sıraya girmek ve hatta kendini buna göre tasarımlamak, hem...
Devamını oku

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM

12.10.2012 22:04
DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM   DEVLETİN KÖKENİ   DEMOKRATİK CUMHURİYET DE BİR DEVLETTİR.   DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİ   ZORA DAYALI DEVRİM   SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET   HAZIR DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE   YENİ TOPLUM...
Devamını oku

MABETLER ve FENERLER

12.10.2012 22:02
MABETLER ve FENERLER Geçmişte, yaklaşan değişim, dönüşüm rüzgarının korkutucu etkisi ile ne kadar devrim kaçkını, sınıf kaçkını, ne kadar statüko hayranı varsa, yani ne kadar reformist, restoratör, burjuva düzen meraklısı varsa ve bütün bunlardan sosyalizm çıkarmak için bin bir türlü hayal, mit...
Devamını oku

MARXİZMİN KAÇINILMAZA BAĞLILIĞI, KADERCİ DEĞİLDİR, BİLİMSELDİR, TAŞIDIĞI İYİMSERLİK DE BU BİLİMSELLİKLE BAĞLIDIR

12.10.2012 22:00
Bu gün, reel sosyalizmin yıkılmış olduğu koşullarda, insanoğlunun önündeki gerçeklik nedir, neyi göstermek gerekiyor, bu, hangi dersler ile yüklü bir gerçekliktir? Üzerinde durmak gerekiyor. Bir, Marxizmin teorik olarak ortaya koyduğu sosyalizmin, işçi sınıfının düzeni olduğu gerçekliği, artık...
Devamını oku

BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?

12.10.2012 21:51
BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?   Fransız devriminden çok kısa bir süre sonra, 1794 yılında Thermidor gericiliği tarafından giyotinle öldürülen ve ölümünden sonraki 40 yıl boyunca kendi ihtilalından korkan burjuvazi ve feodal restorasyon umudunu kaybetmemiş olanlar, yani zamanın...
Devamını oku
1 | 2 >>

BİR VARGI OLAN BARIŞ SÖMÜRÜ ve EŞİTSİZLİĞE SON VERENE KADAR SAVAŞTIR

Her şey açıkça görülüyor!
Kapitalizmde hâlâ iş olduğu ve kapitalizmin gidişatı ile yani izini sürdürdüğünüz benzeştirmeyle ve kaynağını, daha 1914 yılında Lenin’in “Liberal Professor on Equality” başlıklı makalesiyle ”Sosyal-demokratlar siyasal eşitlik denilince eşit hakları ve ekonomik eşitlik denince de, daha önce de söylediğimiz gibi, sınıfların ortadan kaldırılmasını kastederler. Beşeri eşitliği güç ve yeteneklerin (fizik ve akli) eşitliği anlamında kurma sorununa gelince sosyalistler böyle şeyleri düşünmezler bile” diyerek eleştirdiği liberal profesör Tugan- Baranovskiyin öğrencisi olan Rus iktisatçı Nikolayi Dimitriyeviç Kondratief’ften(*) alan, ve “kaos aralıkları” olarak da adlandırılan "Kondratieff dalgaları" ile "ilerlemesi" nedeniyle tedrici olarak zaten bir üst forma kaçınılmazlıkla geçilebileceği ve bunun için sadece “biraz ama peygamberlere has köylü kurnazlığı”nın gerektiği; yani bir “zor”un şiddetine gerek olmadığı, hattâ egemen sınıfı zaptı rapta almaya da gerek olmadığı ama onların elinden “ulus-devlet”lerinin alınarak “devletsiz” bir “üst birliğe” geçilmesi ile şimdilik, diğer büyük parçalarda egemen sınıfların devasa “ulus-devletleri” eliyle sürdürdükleri hükümdarlıkları yerinde dururken ama yine onların “iyi niyetli” izinleri ile Kürt coğrafyasında bu “devletsiz” üst birliğe geçmenin mümkün olacağı, bunun için bir “peygamber-önder” bir de buna biat eden Kürt “halk”ının yeteceği, gerisinin “Allah kerim“ olacağı zırvaları, bilge filozofların edası ile ve “din” yardımı ile o da olmazsa metafizik saplantıları, kaba materyalist lafızlarla çiftleştirerek tekrarlayıp, yani Dühringler ile Proudhonları, veya Bernstein ile Bakuninleri ve daha nice tarihteki yerlerini çoktan paçavraya çevrilmiş halleri ile alan bilim dışı kaba düşünceleri ve sahiplerini, birbirleri ile her türlü çiftleştirerek, hepimize “bilim” diye yutturmaya çalışılmakta, bu da tutmazsa, “bilime gerek olmadığı” yollu vaazlarla hepimize dayatılmakta ve bu bilim dışı, anacronist yaklaşımlara biat etmemiz beklenmektedir.
Emperyalist kapitalizmin, yani egemen üstü egemen sınıfların, bilim ve sosyalizm alanlarında cirit atan sahte sol gömlekli ideolojik tetikçilerine yükledikleri misyon budur.
Bu misyonun pratikteki yansımasına göre, bir uç, determinizmi kadercilik olarak mutlaklaştırıp, buradan Marxist materyalist tarih anlayışını reddederek, benim kadercilik anlayışım daha doğrudur, her şey eninde sonunda olacağına varır ve o nedenle “zor” olmadan bir üst Toplumsal formasyona geçilebilir diyor; diğer uç ise tarihsel materyalizmi determinizme indirgeyerek, birinci ucu başka bir tarzda olumluyor ve gene “zor” olmadan, tedrici olarak bir üst Toplumsal formasyona geçilebileceğini kanıtlamaya çalışıyor. Ve diğer bütün uçların da, kiminin eksiklik anlamında, kiminin de fazlalık anlamında farklılıkları ile bu iki uçtan birine aktıkları görülüyor.
İşte buradan da, birbirini bilen kırk kişinin kayıkçı kavgası çıkıyor;”aşkolsun yoldaş sen deterministsin”; ”aşkolsun yoldaş sen kadercisin” yollu birbirleriyle sözüm ona fikir alışverişi yaparak, birbirlerinin, sosyalizmden ve Marxizmden dolayısıyla bilimsel felsefeden, yani bilimden uzaklaşmışlıklarını, dolayısıyla egemen ideolojinin, dolayısıyla da egemen sınıfların, yani sömüren ve ezen sınıfların yörüngesine girmişliklerini (her halde kendileri için, bir üst formasyona geçiş, bu olsa gerek) kutsama ayinleri yapıyorlar!
Bunun kendileri için getirisinin ne olduğunu hepimiz biliyoruz ama ben söylemeyeceğim ve eninde sonunda ama tarihe kalmadan bunu bizzat kendilerinin, marifetiyle övünen mert kıptinin, kabahatini açık etmiş olması gibi açık edeceklerini biliyorum; bununla birlikte götürüsünün ne olduğu da açıktır ki, artık gittikleri yerden geri dönmeleri mümkün değildir ve kendi çocuklarını bile yemekten geri durmayan sömürücü sınıfların, onları vardıkları bataklıkta tutmak için ellerinden geleni yapacakları deneyimle sabittir.
Yani birbirini bilen kırk kişinin egemen sınıflar için yaptıkları hizmetler, çok çok biraz havuç kazandırır ve bir de egemenlerin sopasının şiddetinden kurtarır ama bataklığa ebedi olarak gömülmekten hiçbir zaman kurtarmamıştır ki, bu deneyimlerle sabittir.
Ve bu tespit ve iddialarımı çürütecek bir tek kanıt, bir tek bilimsel veri gösteremeyecekleri için, burada egemen sınıfların ki, en baş aktörü ABD emperyalizmidir, ideolojik tetikçiliğini yapan ve bu temelde staj görenlerin ağzını bıçak bile açmayacaktır; ikrar demek olan sükutu, havuca çevirmeye devam edeceklerdir.
Bu ifade ettiklerim ise tarih sayfalarına tarihsel bir not olarak düşecek ve gelecek kuşaklar kimin, kimlerin ne menem sahtekâr ve havuç arsızı olduğunu bıraktıkları izleri takip ederek ve düştüğüm bu not ile enine boyuna irdeleyerek yeni neslin zaman kuşağına da sirayet etmemesi için akılları ile yüreklerini çelikten bir duvar gibi önlerine dikeceklerdir.
Haksızlık mı yapıyorum, ya da iftira mı atıyorum? Buyursunlar, itirazlarını en sert sözleri ile önüme koysunlar, her türlü bilimsel kanıtı göstermeye hazırım ama kimsenin bu iddialarımı çürütebilmek için uğraşacak ne birikimi var, ne de kaygısı, herkesi şu anda kendilerince mutlu ve uyduruk bir “kaos aralığı”nda yaşamanın ve buradan “mutlu son” a sıçrama hayalinin sevinçli telaşının sardığı çok açık görüldüğü için ve dolayısıyla bu “mutlu rüyadan” uyanmamak için yine kör-sağır-dilsiz rolüne bürünmekten başka bir şey yapmayacaklardır.
Sonucu hep beraber göreceğiz ve belki bu birbirini bilen kırk kişilik sahtekarlar dinamiğinden, egemen sınıfların ideolojik tetikçiliklerine halel gelmemesi temelinde kimi itirazlar gelebilir ama bunların hiçbir şeyi çürütemeyeceğini ve sahtekarlıklarını örtmeye yetemeyeceğini, akıl taşıyan herkes görebilecektir; itiraz sahipleri de bilecekler ama temel olarak hakim olması gereken suskunluğu sağlamak üzere saçma sapan cümleleri bir birleri ile çiftleştirerek “itiraz” niyetine ortalığa saçmak zorunda kalmış olacaklardır.
Hepsi bu ve cesareti ve birikimi olan bayların, bu iddialarım ve tespitlerim karşısında suskun kalmamasını öneriyorum, bu aynı zamanda bir ideolojik kavga davetidir ve itirazlarının bilimle bağlı olması durumunda tespit ve iddialarımı ya çürüteceklerdir, ya da daha itiraza başlar başlamaz, tespit ve iddialarımın bilim ile bağlı olduğunu net olarak göreceklerdir; buna rağmen devam etmeleri ve saçma sapan cümlelerden ucube nitelemeler yaratarak ortalığı bulandırmaları ise tespit ve iddialarımı çürütememelerinin çaresizliğinin yansıması olacaktır.
Bekliyorum! Bakalım bizi mi kandırıyorsunuz, yoksa kendinizi mi kandırıyorsunuz, hep beraber göreceğiz?
(*) TAMAMLAYICI NOT:
Nikolayi Kondratieff Dimitriyeviç, Ekim devrimine kadar ve ondan sonra da bir Menşevik olarak Kerensky hükümetinde iaşe bakanlığı yapmış ve hiçbir zaman sosyalizmi benimsememiş kapitalist yolculardan birisidir. Kendi adıyla anılan ve daha o zaman bilim dışı olduğu ortaya konulan, ”kapitalizmin, devresel bunalımlarının (Kondratieff dalgaları) döngüsüyle yıkılmayacağını, aksine ilelebet yoluna devam edeceğini” savunmuş, bunda ısrar edince ve bunu kapitalist yolculuğunun gereği olarak, bir ideolojik mücadele zeminine taşıması nedeniyle Stalin döneminde kurşuna dizilmiştir.
Kendisinden de önce savunulan bu nakaratların tekrarının, şimdilerde Kondratieff'in hortlatılarak önümüze konulmasının, anti-Stalinist humma ile birlikte sürdürülmesi tesadüf değildir!
Yukarda vurguladığım gibi, bütün mesele “kapitalizmde hâlâ iş olduğunun” kanıtlanması; dolaysıyla “kapitalizmin ya da kapitalist sınıfın egemenliğini değil ama egemenlik aracı olan ”ulus-devlet”ini, hiçbir zor aracı kullanmadan ve şimdi aniden “Kaos aralığı” olarak da adlandırıldığı hatırlanan, “eskinin köklü bir değişimi ile sonuçlanmasının; yapısal bir üst forma taşınan ya da gerileyen yeni bir yönün ifadesi olan kapitalizmin ekonomik devresel bunalımlarının aracıyla ve taktik ustalıklara da gerek duyularak ortadan kaldırılıp, ”devletsiz” ve sosyalizmi de aşan bir üst forma geçişin mümkün olacağının” kanıtlanması çabasıdır.
Bunun mantıki ucu ve emperyalist kapitalizmin her daim üzerinde durduğu ve dayattığı, karşıt ve uzlaşmaz sınıfların kardeşliği fikrinin, düşüncede yansımasına ve kabul edilebilir kılınmasına yöneliktir.
Yani bütün çaba, hâlâ o eski nakaratın, Dühringlerden Proudhonlara, Bernsteinlerden, Kautksilere ve onların bugünkü ardıllarının acemi Dühringliklerine konu olan saçma sapan ve modası geçmiş ama hâlâ moda kalmasında diretilen “bulanık ve karışık düşüncelerin” tekrarlanmasından başka bir şey değildir.
Bazılarının bunu “diyalektik” ile açıklamaya çalışması ise hem zorlama bir çabadır ve hem de son derece acınası bir komikliktir.


Fikret Uzun
03 Mayıs 2013

Blog

KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK

01.04.2014 22:50
KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK SIRADAKİ RESTORASYON MU DEVRİM Mİ KARŞI-DEVRİM Mİ YOKSA İÇ SAVAŞA MI GİRDİK?   ERGENEKON DERSLERİ   DERS-I   Öncelikle şunu hatırlatarak başlamak istiyorum, şüphesiz öncesi de var ama Türkiye daha çok Gladyo ile Çiller Örgütü olarak da...
Devamını oku

NEDEN UZUN YAZIYORUM

01.04.2014 22:49
Bozışık arkadaş, öncelikle sorumu cevapsız bırakmadığın için ama daha çok samimi olduğun teşekkür ederim ve rahat ol, yanlış anlamıyorum, samimi olunca, yanlış anlamak mümkün olmuyor. Evet, sana katılıyorum ki gerçekten çok çetin bir süreçten geçiyoruz ve haber çok ve de saldıran, akıl bozan,...
Devamını oku

O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER

01.04.2014 22:48
O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER Sonuçta bir ehven-i şer takıntısı var ve ikisinin bir bütün olduğunu ve ne yapıldı ise 11 yıldır hep beraber yapıldığını ve üstelik bu hep beraberliğe üçüncü ama en başta esas çocuk anlamında bir beraberliğin söz konusu olduğunu dolayısıyla...
Devamını oku

BÜYÜLÜ SAKIZ

12.01.2013 01:09
BÜYÜLÜ SAKIZ Öyle olur, böyle olur; yok öyle değil, böyle olur! Kim bilir belki de başka türlü olur! Silah bırakmak! Bırakır mı, bırakmaz mı? Bırakırsa şöyle olur, bırakmazsa başka türlü olur ! Çok güzel bir sakız ve herkes neye inanacaksa, neyi bekliyor ise veya neyi beklemiyorsa, ona...
Devamını oku

EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.

30.10.2012 18:30
EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.   Sevgili Atilla arkadaş, “işsiz aşsız” proleterler başlığının altında gençlere reva görülen ilk “ders”i(*)i görünce, son derece üzüldüm ve “böyle ders olmaz!” demenin yetmeyeceğini düşündüğüm için,...
Devamını oku

ŞİMDİ ONUR ZALİMİ İÇİMİZE TAŞIYANLARLA HESAPLAŞARAK İLERİYE YÜRÜMEDEDİR

12.10.2012 22:06
Değerli hocam, değerli arkadaşlar, Hep dile getirdiğim bilinir, komünistsiz komünist partisi olmaz! Hele hem Türkiye Cumhuriyetine sınıfsallıktan uzak bir kin ile yaklaşıp, hem de, TC nin içişleri bakanlığı siciline kayıtlı olmak için sıraya girmek ve hatta kendini buna göre tasarımlamak, hem...
Devamını oku

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM

12.10.2012 22:04
DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM   DEVLETİN KÖKENİ   DEMOKRATİK CUMHURİYET DE BİR DEVLETTİR.   DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİ   ZORA DAYALI DEVRİM   SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET   HAZIR DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE   YENİ TOPLUM...
Devamını oku

MABETLER ve FENERLER

12.10.2012 22:02
MABETLER ve FENERLER Geçmişte, yaklaşan değişim, dönüşüm rüzgarının korkutucu etkisi ile ne kadar devrim kaçkını, sınıf kaçkını, ne kadar statüko hayranı varsa, yani ne kadar reformist, restoratör, burjuva düzen meraklısı varsa ve bütün bunlardan sosyalizm çıkarmak için bin bir türlü hayal, mit...
Devamını oku

MARXİZMİN KAÇINILMAZA BAĞLILIĞI, KADERCİ DEĞİLDİR, BİLİMSELDİR, TAŞIDIĞI İYİMSERLİK DE BU BİLİMSELLİKLE BAĞLIDIR

12.10.2012 22:00
Bu gün, reel sosyalizmin yıkılmış olduğu koşullarda, insanoğlunun önündeki gerçeklik nedir, neyi göstermek gerekiyor, bu, hangi dersler ile yüklü bir gerçekliktir? Üzerinde durmak gerekiyor. Bir, Marxizmin teorik olarak ortaya koyduğu sosyalizmin, işçi sınıfının düzeni olduğu gerçekliği, artık...
Devamını oku

BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?

12.10.2012 21:51
BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?   Fransız devriminden çok kısa bir süre sonra, 1794 yılında Thermidor gericiliği tarafından giyotinle öldürülen ve ölümünden sonraki 40 yıl boyunca kendi ihtilalından korkan burjuvazi ve feodal restorasyon umudunu kaybetmemiş olanlar, yani zamanın...
Devamını oku
1 | 2 >>

AŞIRI TEPKİ Mİ ZOR AŞIRI DEMOKRASİ Mİ KOLAY!

“Ezen ülke işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak, her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun komünistini, emperyalist ve alçak saymak görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce, ayrılma olasılığının binde bir olması durumunda bile bu istem mutlak bir istemdir.”

“Belli bir devlet içinde, o devletin tarihindeki bütün değişiklikler boyunca, tek tek devletlerin sınırlarının burjuvazi tarafından şu ya da bu biçimde nasıl değiştirildiğine bakmadan, o devlet içindeki bütün ulusların proleterlerinin sınıf mücadelesinde sımsıkı çoğalan bir ittifak içinde olmaları gerekir.”

“Doğu Avrupa ve Asya’da burjuva –demokrat revolüsyonlar dönemi,1905 yılına kadar başlamadı. Rusya, İran, Türkiye ve Çin devrimleri, Balkan savaşları; bunlar Doğuda dönemimizin dünya olaylarıdır. Ve ancak kör bir kimse bu olaylar zincirinde, ulusal bağımsızlık ve ulusal açıdan üniform devletler yaratmaya çalışan bir dizi burjuva-demokratik ulusal hareketlerin uyanışını görmezden gelebilir” (V.İ.Lenin)

Sınıfsal bakışla bakanlar ulusun tarihsel bir kategori olduğunu görürler. Gördükleri ile ulusun, burjuvazinin egemen sınıf olarak geliştiği, kapitalist üretim tarzının doğup, güçlendiği dönemlerde yerleştiğini; kapitalizmin varoluşunun ve gelişiminin zorunlu sonucu olduğunu ve bunun, ideolojinin taşıyıcı sınıfı olan burjuvazinin ekonomik ve üst yapıya ilişkin gereksinimlerini yanıtladığını bilirler.

Bu anlamıyla ulus-devlet olma durumu, toplumsal gelişmenin aracı olma anlamında, daha ileri bir yeri tarif eder. Milliyetçi hareketler, bu tarif edilen yeri gerçekleyecek yoğunlukta bulunuyorlarsa, yani ulus-devlet oluşturma yeteneğine sahip iseler desteklenirler.

Bununla birlikte, Türk demokratların ulusalcı olmasından yakınanlar, Kürtler dâhil, demokratların nesnel olarak ulusalcı olduğunu unutmaktadırlar.

Demokratlar ulusalcıdır. Demokrat hareketler, tarihsel olarak burjuva kökenlidir. Ulusal devlet peşinde koşuyorlar. Her zaman bir ulusun egemenliğini hedef alıyorlar ve asimilasyon politikası izliyorlar.

Bu hareketlerin doğası gereği, ulusal devlet ve egemenlik kurma hedefi bakımından bir ulusun egemenliğini hedef alması gayet normaldir. Asimilasyon politikası izlemesi de bunun kaçınılmaz sonucudur. Kürtler, öyle ya da böyle, bir ulusal devlet formuna kavuştuklarında, yapacakları budur; örnek olsun, yanı başındaki Türkmenleri asimile etmek!

Keza, Kuzey Irakta kurulan Kürt devletinin, şimdiden Türkmenler ve diğer milliyetler üzerinde egemenlik kurmaya çalıştığını biliyoruz.

Öyleyse kendiliğinden anlaşılmalıdır ki, ulusalcı hareketleri, ulusalcı oldukları için eleştirmek ve mahkûm etmek bir bulanıklıktır.

Öncelikle bu yalın gerçekliği bir yere not etmek gerekir.

Jön-Türk hareketi, adı üstünde, ulusal bir harekettir. Kemalist hareket, radikal olmamakla birlikte, Türkçü ve ulusal bir hareket olarak ortaya çıkıyor. Burjuva –demokrat ve Türk milliyetçisidir. Jön -Türkler ve Kemalistler, üniform Türk devleti kurmaya çalışmışlardır. Bilimsel olarak baktığımızda, onları bu hevesleri nedeniyle kınamak mümkün değildir. Mümkündür deniliyorsa, Kürt ulusal hareketi için de aynı kınamanın mümkün olmasına şaşırmamak ve karşı çıkmamak gerekir.

Demokrat, özü gereği zaten milliyetçidir, enternasyonalist olamaz. Sermaye, uluslararası nitelik kazandığı ve emperyalizm olarak yayıldığı zamanda bile gittiği yere halkların kardeşliğini değil, sermayenin boyunduruğunu götürür.

Buna karşın demokratlığa en çok vurgu yapılan bugünkü Türkiye’de, radikal bir demokrat hareket ve gelenek yoktur. Devrimci –demokrat hareketler var fakat bunlar sosyalist sloganlarla ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlar, akıllarda bulanıklık ve anlamakta güçlükler yaratmakta, dolayısıyla netleşmek gerektiğinin önemini göstermektedir. Netleşmek için ise, ideolojik netlik, dolayısıyla ideolojik mücadele gerekiyor.

Bu gerçeklikler ışığında, sosyalistlerin demokrat olmasına yapılan vurgunun arka planında bir akıl tutulması olduğunu; yoksa son derece sinsi bir oportünist çaba olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Buradan hareketle, demokrasinin bir katılım içerdiğini; devrimciliğin son tahlilde en geniş kitleleri yönetime katmak olduğunu, yönetimi kitleselleştirmek olduğunu hatırlatmak istiyorum. Kitlesellik ise, son tahlilde, tek doğrulayıcıdır.

Bunun yolunu, yani, en geniş kitleleri yönetime katmanın yolunu açmak için, çeşitli yolları düşünenler ve deneyenler olabilir; tek yolun radikal köktenci yol olduğunu görenler olabilir; bunlara bakıp da “demokrat” olmayan devrimciler olduğu sonucuna varmak yanlıştır.

Marx, demokratlık ile sosyalistliğin teorik ve pratik olarak birbirinden ayrılışını geliştirdi ve yazdı. Lenin, teorik olarak ayrılığı saklı tutmakla beraber, pratik olarak bir araya gelebileceğini ileri sürdü.

Bugün bu ikisini teorik ve pratik olarak bir birinden ayırmak güçtür; “muhafazakâr –demokrat”, “sosyal-demokrat”,”hakiki-demokrat”, devrimci-demokrat” yani türlü, çeşit demokrat birey çağında, saf ve salt demokrat aramanın ne demek olduğunu kimsenin açıklayabileceğini sanmıyorum ve diyelim ki aranan demokrat bulundu ne işe yarayacak sorusu öne çıkacaktır.

Bu anlamda, sorunun cevabına açıklık sağlayacaksa,12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, sosyalistlerden demokrat yaratmanın mücadelesinin adı olduğunun altını çizmek yararlıdır. Bugün açık ve net olarak görülen odur ki, eski sosyalistler artık birer demokrattır ve sosyalistliği hiç kalmamıştır (elbette tümünü kapsamıyor).

Kavga olmasın, gürültü patırtı çıkmasın, insanlar da hakkını alsın istiyorlar, hemen hepsi, daha önce Menderes’ten, sonra Demirel’den demokrat misyon beklemişlerdir ve bir süredir tümüyle, şimdilerde ise bir bölümü, Erdoğan’dan demokrat misyon beklemektedirler.

Bugün bu yaklaşım ve beklenti içine, Kürt devrimci-demokratlarının da sokulmaya çalışıldığı apaçık görülmektedir.

Öyleyse demokrat, dün Menderes ve Demirel’in, bugün Erdoğan’ın demokratlığına inanan kimsedir. Bu ölçülere göre çıkan sonuç şudur ki, sosyalistler demokrat olamaz.
Demek ki, demokrat-sosyalist olamaz.

İlginçtir Nasyonal-sosyalist derken küfür niyetine konuşanlar, yani nasyonal-sosyalizmin içindeki “sosyalist”in sosyalist olamayacağını kabul ederek küfürlü vurgu ile konuşanlar, sosyalistlerin demokrat olması gerektiğine inandıkları için, demokrat-sosyalist kavramı karşısında aynı tür konuşmamaktadırlar.

Nasyonalizm milliyetçiliktir, demokrat olmak da milliyetçiliği içeriyor. Öyleyse “nasyonal sosyalist” ,ya da “ulusal sosyalist” veyahut da”ulusalcı sosyalist” vurgusu ile sosyalist olmayana işaret ederek küfür ediliyorsa, sosyalistin demokrat olmasını istemek akıl karışıklığı değilse, karıştırmak için uğraşmak demektir. İşte bu, çok yaman bir çelişkidir ve müthiş bir bulanıklık yaratmaktadır.

Aynı şekilde Kürdün ulusalcısına karşı boyunları kıldan incedir, iş Kemalist hareketin ulusalcılığına gelince devreye en iyi yaklaşımla kınama girmekte, daha kötüsü ise, intikam hırslarının büyütülmesidir. Arada ise küfürlü yaftalamalar vardır. Bulanıklık o kadar büyük boyuttadır ki, örnek olsun, şu anda yaptığım bu tespit bile, bana küfürle ve abuk sabuk, mesela “ulusalcı”,  mesela “Kemalist” yaftaları ile saldırmak son derece normal ve haklı görülebilmektedir.

Bu tıpkı, örnek olsun, gerçek yaşam manzaralarındandır, bir zaman Konya gibi dini bütün bir yerde, oruç tutma ayında, yoldan geçerken simit yiyenlerin ağzını burnunu dağıtarak dövenlerin, dönüp aynı saatte mevcut sofralarına oturup kahvaltı etmeye devam etmelerine benzer.

En başta açıklamaya çalıştım ki demokratlar özü itibarı ile ulusalcıdır! Öyleyse bir sosyaliste “ulusalcı” yaftası ile saldırıp, sonra ondan “demokratlık” istemek abesle iştigaldir. Hatta son derece ahmakça bir beklentidir!

Kısaca politik ahmaklıktır!

Örnek olsun, Kürt sorununda sözde “çözüm” arayanlar, Kürt hareketinin de bir burjuva –demokratik hareket, yani demokrat hareketi olduğunu işlerine geldiğinde hatırlayıp, işlerine gelmediğinde hatırlamamaları bir yana, hiçbir ölçü tanımadan bu aradıkları “çözüm”e eleştiri getirenleri “ulusalcı”, “Kürt düşmanı” yollu yaftalarlarken, Kürtlerin Jön-Türk hareketi içinde yer aldıklarını, İttihat ve Terakki’den umutlandıklarını hatırlamıyorlar.

Jön-Türk hareketi bir devrimci-demokrat harekettir, “çözüm”cüler, bundan bir haber duruyorlar. Böylece, bol kepçeden her tarafa “ulusalcı” yollu küfür akıtabiliyorlar.

Dahası, ittihat ve terakkinin Muş ve Bitlis’te Kurulu olan kulüplerinin, adı İttihat ve Terakki kulüpleri olmakla birlikte, tümüyle "Kürt Kulüpleri" olarak geliştiğini, akıllarına bile getirmiyorlar.

Apaçık ortadadır ki Kürt ulus hareketi, Türk ulus hareketinden umutlanıyor ve İttihat ve Terakki içine giriyor. Bu geleneğin hâlâ devam etmediğini söylemek mümkün görünmüyor.




12 Eylül, zor’unu uygulamaya başladığı andan itibaren, yaydığı kitlesel korku ile insanımızı kendisine yöneltmiştir.

Korku, insanın en önemli ve insani duygusu olduğu kadar, kendisine yönelmesinde en önemli parametre yine korkudur. Bununla birlikte, insanın ve insanlığın, kendisi için ve kendi geçmiş eylemliliğine yönelik merakı, umudunu canlı tutan meraklarından birisidir. Eğer bu merakın arkasında güçlü bir konum yoksa bu merak, insanı, kendisine yönelmesi sırasında, geçmişini inkâra yöneltmektedir.

Öyleyse insanın kendi içine yönelmesinde de zıtların birliğini görüyoruz. Bu zıtlar, söz konusu insan olunca, zıt olmakla beraber, gayet insani özellik taşımaktadır.

Birincisi, insanın kendisine ve insanlığa güvenerek kendisine yönelmesi ve böylece içini ve geçmişini öğrenmeye cesaret etmesi ise; ikincisi bu güvenden ve cesaretten yoksun olarak insanın kendisine yönelmesi, son tahlilde, insanın fışkırması değil, insanlıktan uzaklaşmasıdır. Başka ifadeyle kendisine yönelerek, kendisinden uzaklaşmasıdır.

Bunun için insanın özel çaba göstermesi, yani kendisinden uzaklaşmak için özel çaba göstermesi, güvenini ve cesaretini kaybetmiş olması bir yana, kapitalist toplum düzenine teslim olması demektir.

Çünkü insanı kendisine yönelterek kendisinden uzaklaştırmayı, kapitalizm oldukça sistemli bir biçimde başarmaktadır. Üstelik bu, sistematik bir nesnellik taşıyor; insan, kendi ürettiğine yabancılaşıp, bu yabancılaşmaya, üretilen ürüne el koyarak katkıda bulunan kapitalisti model alarak kendisine yönelip, insan olmayı hedefleyince, insanın fışkırmasının önündeki en sinsi engel durumuna dönüşmektedir.

Öyleyse 12 Eylül rejiminde, 12 Eylül rejiminden çıkılmadığının farkında olmayarak kendisine yönelen insan, belleğinden uzaklaşan insandır. Demek ki, hafıza taşımayan insanlar diyarında yaşadığımızı söyleyebiliriz!

Bunu tersine çevirmek için ise, insanı hafızasına kavuşturmak ve bu hafızada korkunun olduğu kadar, güven ve cesaretin de olduğunu göstermek; bununla birlikte korku ile kendine yönelmesinin insanı böcekleştireceğini; bu anlamda metamorfe edeceğini; güven ve cesaretle kendine yönelmesinin ise, tüm birikimine kavuşturarak, güçlü bir konumda yeniden fışkırtacağını göstermek gerekmektedir.

Bunun için ise tek eksik teoridir ve teorik bakıştır.

Böylece insanımız, yerleştirilmeye çalışılan düzenin(dün 12 Eylül rejimi idi, bu gün “yeni” 12 Eylül rejimidir), insanlığa karşı yürütülen bir karşı devrim olduğunu ama aynı zamanda her karşı devrimci dinamiğin olduğu yerde, devrimci durum olduğunu görecek ve birikimine de, kendisine de güveni ve aynı oranda cesareti nesnel olarak açığa çıkmış bir biçimde, devrimci durumun nesnelliğinde önemli bir güç olmaya ikircimsiz adım atacaktır.

Şimdi tam da buradayız ve bulanıklığı aşmanın yolu, burada olduğumuzu fark etmekten geçmektedir. Burada, yükselen Kürt insanının fışkırmasının, kendisine yönelen Kürt insanına dönüştürülmeye çalışıldığını hatırlamak yerindedir. En başta kendisine ve insanlığa güvenmesinin önündeki engeller kalınlaştırılmaktadır. Yükselen Kürt insanını, kendi içine döndürerek, yükselen insan formuna yabancılaştırmak istenmektedir.
Başı dik insan “aşırı” tepkilidir ve “aşırı” tepki vererek bir yere varılamaz; öyleyse “aşırı” tepkiler budanacak, “demokratik” tepkilere dönülecek, dolayısıyla reformist çözümlere teslim olunacaktır! Emperyalist Kürt “çözümü”nün reçetesi budur. Öyleyse Kürtlere yine yeniden başını eğmek düşmektedir. Gerisi bahanedir!

Dediğim gibi, fark etmek, bizi teoriye ve teorik bakışa daha çok yakınlaştıracaktır.
Böylece zihinlerimizin pasını atmış olduğumuzu umut ederek, ulusal soruna başka bir açıdan bakmayı deneyebiliriz.

Bir soru demeti ile başlamak istiyorum ve soruyorum!

Egemen sınıf, burjuvazi, uluslararası nitelik kazandığı ve emperyalist olarak yayıldığı bir dönemde, girdiği yere halkların kardeşliğini getirebilir mi? Tersinden sorarsak, girdiği yere sermayenin boyunduruğunu götüren bir emperyalizm, burada özgürlük sağlayabilir mi? Eşitlik ve kardeşlik sağlayabilir mi? Dahası, burada sermayenin boyunduruğu altına aldığı halkların “dost”u olabilir mi?

Bu soruların cevaplarını netleştirmek açısından, TKP üyesi olarak TKP Genel Sekreteri H.Kutlu'nun arkasından Türkiye’ye dönen, TBKP nin MK üyesi Kürt kökenli Şeref Yıldız'ın,"Kürt Sorunu Üzerine Tezler" başlıklı 1980lerin sonunda Yeni Açılım Dergisi’nde yayınlanan yazısı, dün olduğu gibi, bu gün de önemli olduğu kadar, oldukça öğreticidir!

Şimdi bu yazıdan kimi noktaların, bu güne ışık tutacağına inanarak, eleştirel bir irdelemesini aktarmak istiyorum.

Ulusal sorun konusundaki engin görüşlerini açıklamaya, TKP ve sonra TBKP üyelerinden olan (muhtemelen yönetici idi) Şeref Yıldız (yine muhtemelen Kürt kimliği taşımaktadır), Kürtlerin yaşadığı bölgenin sömürge olmadığı tespiti ile başlamaktadır.

Yukarda hatırlattığım gibi, açıklamaları eskidir, - Ekim 1989, Yeni Açılım Dergisi-sayı 18- ancak, sorunun hala aynı sorun olduğunu ve Şeref Yıldız’ın hala aynı görüşü koruduğunun kuvvetle muhtemel olduğunu kabul ediyorsak, bu açıklamaları eleştirel olarak irdelemek için vaktin geçmiş olduğunu düşünemeyiz.

Aslında büyük açıklık sağlıyor; o gün, bugünlerin “çözümü”ne işaret eden Şeref Yıldız, işaretine cevap geldiğini düşünerek sevinmekte haklıdır! Şimdi bütün reformistler, resmi “solcu” olmak için devlete çakmadığı işaret kalmayan bütün dönekler, bu “çözüm”ün kuyruğuna takılmış, yeni düzenin “solcu” luğunu tedris etmektedirler.

Bu tezleri Şeref Yıldız, kendisi sorup kendisi yanıtlayarak ortaya koyuyor; ilk sorusu, Kürtlerin ayrı bir ulus olup olmadığıdır ve Kürtlerin ayrı bir ulus olduklarını vurgulayarak, ikinci soruya geçiyor.

İkinci soruda ki her soru bir teze açılıyor,"Kürtlerin yaşadığı bölgenin" sömürge olup olmadığını soruyor. Cevabını üç gerekçeye dayandırarak veriyor.

Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kürt bölgesinin sömürge statüsü kazanmamış olduğudur; ikinci olarak, Türkiye’nin emperyalist bir ülke olmadığını, kapitalist pazarın, sömürgelerin ortaya çıkışından sonra oluştuğunu, bu nedenle, tarihsel olarak Türkiye kapitalizminin sömürgeci olma şansını kaybettiğini, sömürgeci-sömürge ilişkileri değil,"ulusal hakları tanımayan bir topluluğun ilişkileri" nin söz konusu olduğunu ileri sürüyor.
( Yeni Açılım Ekim 1989 sayı 18, sayfa 11)

İlk sorusuna verdiği cevap ile bir tartışmaya gerek olmamakla birlikte, ikinci soru ile ilgili vardığı sonucun tartışılması gerekiyor; sömürge statüsü ile ilgili tartışmaların teorik çerçevesinin, Türkiye’nin Kürtlerle ilişkilerinin somut çözümlemesi açısından yetersiz olması bir yana, Şeref Yıldızın vardığı sonucun yanlış olduğu, o gün de, şimdi de açıktır.

Teorik yetersizlik, çizgileri birbirine karıştırıyor; burada sanki sömürge saptaması yapılırsa ayrı, yapılmazsa ayrı bir siyasal çizgi izlemek kaçınılmazmış gibi bir hava egemen kılınmaya çalışılmış. Oysa sömürge saptaması yapanlar da farklı çizgi izleyebiliyor, sömürge demeyenler de aynı çizgide birleşmiyorlar!

Şeref Yıldız’ın, sömürge tezinin dayandığı üçüncü gerekçesi daha da ilginçtir!

Yıldız, bu tezin, Kürt sorununa cevap vermediğini düşündüğünü söyledikten sonra, "çünkü", diyor,"tez, ezilen ulus sorununa antiemperyalist bir görev yüklüyor ve diğer yandan soruna bağımsız bir karakter kazandırıyor. Bunun sonucu olarak sorun bütünden kopuyor ve ayrı bir yol arayışını gündeme getiriyor."

Dediği budur ve görülüyor ki, Şeref Yıldız, Kürtlerin antiemperyalist olmasını istemiyor.

Şeref yıldız, devamla "Kürt sorununun, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu olduğunu" vurgulayarak, bu karakteriyle, diğer toplumsal sorunların bir parçası olduğunu ekliyor.

Ve şöyle bitiriyor,"bu açıdan Kürt sorununun antiemperyalist karakteri yoktur. Onun ana karakterini demokratik olma belirliyor. Çünkü mücadele emperyalist bir güce karşı değil, adil ve demokratik olmayan bir rejime karşı, ulusal bir hak eşitliği mücadelesidir. Bunun gereği olarak da iki halkın kurtuluş yolu tektir. Bu (yol),Türkiye'deki rejimi demokrasiyle yer değiştirmek için mücadele yoludur."

Yıldız bununla yetinmiyor, "İkincisi",diyor, "Kürtlerin bölgede birden fazla devletin içinde bölünmüşlüğü, soruna bölgesel bir karakter kazandırıyor. Bu da sorunu, bölgede barış ve güvenliğin bir unsuru yapıyor."

Yıldızın buradaki,"demokratikleştirme" kavramı, devrimle sağlanacak bir demokratikleşme değildir; Yıldız, burjuva demokrasisi anlamında ve çerçevesinde bir demokratikleşmeden söz ediyor.

Ancak, Kürt sorununda, antiemperyalist bir karakter aranması için Türkiye'nin emperyalist olması gerekmiyor! Ol tarihte yurt dışında "sürgün" hayatı yaşamak Yıldız'ın ufkunu daraltmış olsa gerek, mantığı çok fazlaca düzleşmiş! Oysa Türkiye, ol tarihte de, şimdi de, dünya tekelci sistemi içinde yer alan, emperyalizmin siyasal, askersel ve ekonomik örgütlenmelerine bağlı, ABD’nin bölgedeki güvenilir karakolu ve temsilcisi bir ülkedir.

Ayrıca, çağımızda kendi ulusal sınırlarına kapanmış bir ulusal sorun düşünülmesi, o zaman da şimdi de mümkün değildir. Her ulusal başkaldırı, ne kadar uzakta olursa olsun, karşısında emperyalizmi ve daha çok ABD emperyalizmini buluyor.

Bununla birlikte, Kürt sorunu, tarihsel olarak geç kalmış uluslararası bir ulusal sorun olma özelliğini bu gün bile koruyor. Dolayısıyla ABD'nin politika geliştirmesi boşuna değildir.

Yıldız, bu gerçeğin üzerinden atlamak zorundadır! Atlıyor, çünkü başka türlü ABD emperyalizmini “dost” belletmek ve Kürt halkını, ABD icadı olan, devrimci renklerinin budandığı, gerici-dinci-reformist bir kurtuluş rengi taşıyan “Kürt politikası”nın peşine takmak ve de bunu, Türkiye’nin devrimcilerine UKKTH için mücadele diye yutturmak pek kolay olmazdı!

Tekelci dönemde, kapitalizmin başında olduğu gibi, uluslaşma süreçleri ile siyasal merkezileşme ve örgütlenme süreçleri, doğal ve organik bir biçimde üst üste düşmüyor.

Tekelci aşamada ezilen ulusların, ulusal ve siyasal birliklerini oluşturmaları, var olan devlet sınırlarında, statükoda değişikliği gerekli kılıyor. Bugünün dünyasında ise her statüko değişikliği bir dünya sorunu oluyor.

Diğer yandan, Üçüncüsü, ABD’nin 1980 li yıllarda ortaya koyduğu ve sürdürdüğü doktrini olan” seçmeli caydırıcılık” ve “düşük yoğunluklu savaş” stratejileri, dünyanın her yerindeki devrimci gelişmeleri, bulunduğu yerde kuşatıp, boğmayı öngörmektedir.

Sorun Kürt sorununun hangi bakış ile ele alındığındadır; Şeref Yıldız'ın, statükodan, dolayısıyla sistem içi, emperyalizm içi çözümlerden yana olduğu çok net görülüyor.

Şeref Yıldız'ın tek doğru tespiti, Kürtlerin dört parçalı uluslararası karakteridir, ancak buna karşın sistem içi "çözüm"ü önererek, bu karakterin, Kürt sorununun sadece bölgede barış ve güvenliğin unsuru olması sonucunu verdiğini belirtiyor.

Böylece,devletin politikalarının gönüllü yandaşı olduğunu,Kürt sorununun çözümünde emperyalizm içinde kalınması yönünde devlete akıl hocalığı yapmaya çalıştığını açık ediyor. Bu, şimdi daha net anlaşılıyor.

Bu kadar değil! Yıldız, tezlerini sıralamaya devam ediyor.

"Bugün doğru ve gerekli, aynı zamanda mümkün olan, TC sınırları içinde, Türk-Kürt halkının gönüllü birliğidir. ... TC'nin birliğini korumanın ilk koşulu, bölgedeki olağanüstü duruma son vermeyi ve baskı politikasını terk etmeyi gerekli kılıyor" (s-12)

Yıldız böylece, Kürtlerin Türk halkı ile gönüllü birlik kurması için devlete,”baskı poltikasından vazgeçin” diyor ve Kürtlere şu mesajı veriyor; "Geçmişte hepimizin paylaştığı bir fikir:'Ezilen, baskı altında bir halkın başkaldırısı en doğal hakkıdır.' Kendi adıma, bugün bunu söylemiyorum... Bugünün görevi,'Kürt yok' politikasını aşmak, Kürt halkının iradesini Kürt kimliği ile yasal platformlara çıkarmak, diyalog ve işbirliği temelinde ortak çözüm için mücadele etmek, bunun için adım adım yürümek ve sorunun tek etapta çözümünün mümkün olmadığını bilen bir politikaya sahip olmaktır."( s-19)

Çok açık, Yıldız, Türkiye’de, Kürt politikasını,"Kürt yok" politikasını aşmaya indiriyor, ezilen, baskı altında olan halkın başkaldırması ayıptır diyor, oysa o tarihlerde, genel Kurmay dâhil,"Kürt yok" diyen kimsenin kalmadığını hepimiz biliyoruz ve Yıldız'ın devletin bile gerisinde kaldığı görülmektedir. "Kürt kimliğini yasal platformlara çıkarma" görevini ise, o tarihlerde bayan Mitterand'ın layıkıyla yaptığını biliyoruz; öyleyse bu konuda Yıldız ve arkadaşlarına pek iş düşmemekte ama gene de harıl harıl "Kürt yoktur" politikasını aşmak için çalışıyor. Başkaldırarak bir yere varılmaz diyor! Ne müthiş bir "komünist" performans!

Şimdi gösterilen performansların da pek farklı olduğu söylenemez, “Kürt yoktur” poltikasını aşmak yerine,”yeni” TC nin zaten hazır olduğu, “Kürtçe savunma yasağının” aşılması ve Kürtlerin “temel hakları”nı ,”demokratik hakları”nı elde etmek. Hatta bu hakları verecek “namuslu” eller bile aranıyor. En “namuslu el” ABD emperyalizmidir!

Yıldız, sonraki anlatımlarında şöyle yazıyor; " Doğu ve Güneydoğu bölgeleri, dinci gericiliği ve PKK'yı getiriyor fikri, Kürt gerçeğini atlıyor. Dinci gericilik kapitalizmin yıkıcı sonuçlarına direnme, PKK ise bu yıkıcı sonuçlar ve ulusal baskıya karşı aşırı tepkinin ürünüdür. Ne ki, Doğu ve Güneydoğu bunların toplamı değildir." (s-20)

Şeref Yıldız böylece, dinci gericiliği kapitalizmin yıkıcılığına direnen anti-kapitalistler yapıp, Kürt hareketini ise”aşırı tepki” olarak nitelerken, başkalarının da olduğunu hatırlatarak, bölgede ulusal demokratik bir(reformist anlayışın) mücadele geleneği olduğuna işaret ediyor ve köylerde - dağlarda “aşırı tepkici”lerin güçlü olduğunu ima ederek, barışçıl gelişmenin güvencesini reformist anlayışlarda ve kentlerde aradığının işaretlerini veriyor!

Durmuyor, aynı sayfada "Günümüzde kırsal kesimlerinin önemi azalıyor. Büyük kent merkezleri, aydınlanma merkezleri olarak insiyatifi ele alıyorlar." diyor.

Bu sözleriyle de, Kentlerde güçlü bir reformist gelenek olduğunun ve onun gücüyle "aşırı tepkilerin" boğulabileceğinin mesajını verdiği açıkça görülüyor. Çözüm reformizmdedir ve Şeref Yıldız bunu çok net olarak öneriyor!

Bunları aktardıktan sonra Şeref Yıldız, TBKPnin Kürt politikasını şöyle ayrıntılandırıyor;
Amaç: Kürt varlığını kabul ettirmek.

Program: Misak-ı Milli içinde özel Doğu kalkınması.
Yöntem: Özel destek programı, özel vakıf, Kürt belediyelerine mali destek.
Savaşım biçimi: Barışçıl ve yasal.
Çerçeve: Kapitalizm ," kapitalizmde çözüm mümkündür."(s-20) "Sorunun çözümü devrime bağlı olmadığı gibi, tek etapta çözümü de mümkün görünmüyor."(s-21)

Çok net görülüyor emperyalist “Kürt Çözümü”ne uyum sağlamak için tövbekâr "solcu"lar erkenden görevdedir ve aradan 20 yıldan fazla bir zaman geçti, bu gün, o gün onları likidatörlükle suçlayanlar da aynı çizgide, yani Kürt sorununun,"demokratik" çözümü çizgisinde birleşiyorlar. Yani hala kapitalizmde çözüm olduğunu bağıra bağıra ortaya koyarken, kapitalizm ile mücadele ettiklerini yutturmaya çalışıyorlar.

Sadece onlar değil, kendilerinden başka herkesi "salak" solcu sayan, düzenle barışık ve sahte "sol" gömlekleri ile prim yapan bilumum irili ufaklı gruplar, hatta partiler de ya bu çizgide yürüyor, ya da bu çizgiden uzak durmamaya özen gösteriyor.

Ortada ise ne demokrasi var, ne de çözüm!

İşte reformist dinamiklerin,resmi "komünist" partisinin "Kürt politikası" budur ve ABD nin,yerli tekellerin ve onun rejiminin politikasının da bundan farklı olmadığı artık açık ve net olarak görünüyor; ABD emperyalizmini “dost” belletmeye çalışmalarının kıymeti harbiyesi de buradadır; bu nedenle herkesi ABD emperyalizminin “Kürt Politikası”na eklemlemek istemeleri, eklemlenmek istemeyenleri "salak" solcu olarak yaftalamaları şaşırtmıyor!

ABD emperyalizminin “Kürt politikası” mı? “aşırı” tepkileri budayıp, “demokratik çözüm” reçetesindeki hapı, yani reformist “çözüm” hapını Kürt halkına da, Türk halkına da yutturmak. Tek sorun, reçeteyi yazan doktorun ABD emperyalizmi olmasıdır; O da, Kürtlerin üzerinden antiemperyalist görevi alarak ve yerine ABD emperyalizminin “dost”luğunu koyarak hallediliyor. Kürt politikacılar bunu köylü kurnazlığı sanıyor! “ananız güzel mi?” diye soranlara aldırmıyorlar!

BDP mi? Bu çizgiye sıkı sıkıya sarıldığı apaçık ortada değil mi?

Öcalan’mı? Medyadan kıvama getirildiğini okuyoruz!

Ancak haklılar, bu günkü koşullarda, kapitalizm çerçevesinde, emperyalizm içi politikalara biat ederek havuç biriktirmek varken, sopayı tercih etmek elbette "salaklık"tır. Fakat bu "salaklık”lar olmasaydı, bu gün dünya belki çok daha geride olurdu veya emperyalizm çok daha önce dünyayı topyekün ortaçağ karanlığına sürüklerdi.

Yüce gök bu "salak" solcuları başımızdan eksik etmesin.

Fikret Uzun

13-Mart-2013

 

 

ANTİEMPERYALİZM ve SAVAŞ İÇİNDE BARIŞ VERSUS BARIŞ İÇİNDE SAVAŞ

Anti-emperyalizm ile anti-kapitalizm zaman zaman dost ve çok zaman da düşman iki kardeş oluyorlar.

"Milli" yanı çok ağır basan bir anti-emperyalizm zorunlu olarak anti-kapitalizmden uzaklaşıyor. Her unsuruyla böyle bir anti-emperyalist mücadelenin, kuşkusuz, milli yanı tamdır ama anti-kapitalist yanı eksiktir; böyle olunca da sonuca yavaş yürüyeceğini ve hatta sonuca ulaşamayacağını düşünmek yanlış değildir.

Anti-kapitalist yanı ağır basan bir anti-emperyalist mücadelenin ise "sınıfsal" yanı yüksek olacaktır.
Öte yandan, emperyalist merkezin kontrol sistemini zayıflatmayan bir anti-emperyalist mücadelenin kat edeceği mesafe daha uzun görünüyor.
Öyleyse, hem sınıf tabanı yüksek ve hem de ezen ulusun devrimci hareketi ile birlikte hareket eden ve çözümler üreten bir anti-emperyalist mücadelenin başarı şansı daha yüksektir. Bu, ezen ulusun içindeki anti-emperyalist dinamikler ile birlikte hareket etmeyi de içermektedir.

Ancak bunun için, ezen ulusun ezilen ve sömürülen sınıflarının devrimi ile ezilen ulusun ezilen ve sömürülen emekçi halkının emperyalizme ve ezen ulusun egemenlerine karşı yürüttüğü devrimin iç içe geçmiş olması gerekir.

Bu örnek Vietnam’da bolca ve son derece acı derslerle yüklü olarak vardır.

Demek ki, kurtuluş, iki ezilen ve sömürülen halkın kader birliğinde ve ortak düşmana karşı kendi anti-emperyalist renklerinde ama bu renklerin bütünleşik halinde mücadele etmelerindedir.
Bu yoksa veya sağlanamıyorsa, uzlaşma ve teslimiyet kaçınılmaz olacaktır. Ve bu çokça başka kılıflarda ortaya sürülecek ve hatta iki halka da dayatılacaktır.

Nasıl mı? Emperyalizm ile entegre olmuş ezen ulusun egemenlerinin emperyalist senaryolarını gerçekleştirmesi veya bu senaryolara hazırlanması ile; daha doğrusu, bu senaryoların doğuracağı ihtiyaç ile ki, bu ihtiyaç, ulusal sorunun bu çerçevede ve illaki uzlaşma ve teslimiyet ile çözümüdür.

Bu ihtiyaç elbette ki, tümüyle sınıf savaşımının hız ve şiddetine bağlı olarak, ulusal sorun çerçevesinde ortaya çıkması kaçınılmaz olan iki tarz-ı siyasetten birini ki, bu elbette sol veya devrimci renk taşıyan, yani sınıfsal yanı ağır basan veya yönelimi sol tarafa olan rengin budanmasıdır; başka ifadeyle bu renge karşı teslimiyet ve uzlaşmayı dayatmaktır.

Diğer yandan kapitalizm artık tekeller düzenine açılmış ve yerleşmiştir. Tekeller düzeni ise emperyalist değilse, emperyalist senaryolara sahip ve illa ki emperyalizm ile entegrasyonunu tamamlamış ve burjuva unsurları ya tümüyle kendine bağlamış ve de bağlayamadıklarını tümüyle karşı tarafa atmıştır.

Ayrıca tekelci düzene ülke sınırları yetmeyecektir, sürekli ihracat yapmak
zorundadır ve bunun garantisi ve istikrarı için ise güç ve hegemonya gerektirmektedir. Öyleyse emperyalist senaryolar ve eğilim kaçınılmazdır.

Öyleyse iç politikadaki politik ve ideolojik ve de egemen renk buna uydurulmalıdır. Uyduruluyor ve tam zıddıdır. Bu zıtlık tarihsel olarak da, ideolojik olarak da gerilemeyi ifade etmektedir.

Öyleyse tekeller düzeninin sahibi olan ezen ulusun egemenlerini emperyalizmin içinde saymak, başka ifadeyle emperyalist saymak yerindedir ve bu, ezilen ulusun sömürülenleri açısından da, ezen ulusun sömürülenleri açısından da düşmanı netleştiren bir olgudur.

Bunların hepsi ve bütün renkleri ile birlikte bir bütünlük içinde dünya devrimine kapı açan bir bölge devrimini düşündürüyor. Bu, tarihin ilerleme çizgisi üzerinde taşıdığı bir nesnellik olarak görünüyor.

Emperyalizm, bu devrimin başını doğmadan ezmek için, bölgede kanayan yara olan ve çokça çıkarları için kullandığı ulusal sorunu kendi emperyalist senaryoları çerçevesinde "çözmek" ve sorun yaşayan ve sorun olan ulusu, bağlı olduğu siyasi coğrafyalardan ayırarak, birbirine ve bir büyük devlet ile bağlamak ama aynı zamanda kendisine bağlamak istiyor. Bunu epeydir istediği açıktır.

Demek ki, ulusal sorunun çözümü, kesinkes anti-emperyalist bir mücadele içinde verilen ulusal kurtuluş mücadelesi ile mümkündür.

Oysa bu gün burnumuzun dibinde seyredenlere baktığımızda, üstelik pek derine bakmaya bile gerek yoktur, net olarak görülüyor ki, ulusal sorunun çözümü, ezen ulusun egemenleri ile ve düzenlerinin yönetimi ile ve aynı zamanda emperyalizmin baş aktörünün destek ve denetimi altında yürütülen bir "barış" a endekslenmiş durumdadır.

Bunun temel nedeni, güç-güçsüzlük hesabı yapılması ve dolayısıyla Kapitalizm yanında, emperyalizmin güçlü ve yenilmez olduğunun kabul edilmesidir. Bu nedenle de güç olarak görülen bütün renklere "çözüm" için kapılar ardına kadar açılmış bunun doğal sonucu olarak da,asıl çözüme ve bu yöndeki "güçsüz" güçlere kapılar kapatılmıştır.

Oysa politikada güç, hem görecedir ve hem de anlıktır; her an değişebilir, tersine dönebilir demek istiyorum. Çünkü asıl güç, tarihin ilerleme çizgisi üzerinde cereyan eden, dolayısıyla sınıf savaşından bağımsız olmayan bu sorun, sorunu yaratanların da sorunu oldu ise tarihin ilerleme çizgisi hızlı akmaya başlamış demektir ve öyleyse sınıf savaşı daha da şiddetlenecek demektir ve işte gücü biriktiren ve hiç beklenmedik bir anda zembereğinden boşaltacak olan bu tarihsel ve nesnel dinamiktir.

Bu, tarihin bir kesitinde reel olarak doğrulanan Marxist teorinin aksiyomlarından biri olan emek sürecinin belirleyiciliği ilkesinde vücut bulmuş bir gerçekliktir.

Demek ki, ne emperyalizme karşı mücadelede güç hesabı yapmak, ne de "barış" a bu hesabı yaparak teslim olmak doğrudur!

Doğru olan, öncelikle emperyalizme karşı mücadelenin ulusal mücadele ile birlikte ve kapitalizme karşı mücadele ile birleştirilerek yapılması ve ama bunun için, taktik ayrıdır, ilke olarak güç hesabı yapılmamasıdır.

Yani antikapitalist olmayabilir, ya da zayıf olabilir ama anti-emperyalist olmayan bir ulusal mücadele ya boğulur ya da teslimiyetçiliği kötünün iyisi sayan bir politikaya sürüklenir.

Diğer yandan, sömürüye, eşitsizliğe, insanın gelişmesini durduran sisteme son verebilmiş toplumda barış'ı anlatmak çok kolaydır; çünkü "barış" bir vargıdır. "Barış" böyle bir toplum sisteminin doğal uzantısıdır.

Sömürü ve eşitsizlik ise elle tutulmaz; elle tutulan zindandır, işsizliktir, açlıktır, darağacıdır. Bunlar da vargıdır ve sömürünün, eşitsizliğin mezar çiçeklerini oluşturuyorlar. Her toprağı mezarlık çiçekleri ile dolu olan bir ülkede barış'ı anlatmaya çalışmak çok zordur.

Cenaze evinde düğünden söz etmek gibidir.

"Barış", savaştır; sömürü ve eşitsizliğe karşı savaştır. Başka türlü de ifade etmek mümkündür; barışın yolu barışçıl görünmüyor, en azından her zaman görünmüyor. Çünkü ciddi bir "barış" mücadelesi, savaşı doğuran nedenleri ortadan kaldırmayı hedef almak zorundadır.

Bu, şiddeti doğuran nedenlerin kökünü kazımayı hedef almak demektir.
Şiddet ise sömürüden, sömürüyü bir sistem olarak kabul ettirebilmek için eşitsizliği kabul ettirmek gereğinden doğuyor.

Sömürü ve eşitsizliğe karşı ve insanın gelişmesini durduran boyunduruklara karşı olan bir savaşı içermeyen "barış", sömürü ve eşitsizliğe teslim olmak ile özdeşleşmektedir.

Dolayısıyla buradan bir sonuç çıkıyor; "barış" mücadelesi, barış'a teslimiyeti reddetmeyi gerektiriyor.

Ancak, akılcı ve ortakçı bir toplumun en dolaysız vargısı olan barış'a tutkuyla bağlanmayı ön koşul sayıyor.Bir ucunda reddetmek var,diğer ucunda ise bağlanmak var; birbirini tamamlıyor.

İkiyüzlü lafazanlar, tarihin her döneminde sahneye çıkarlar ve içinde “barış” çiçekleri olan süslü laflar ile kapitalizm koşullarında demokratik bir barışın mümkün olabileceğine halkları inandırmaya çalışırlar; oysa bir dizi devrim olmadan, dolayısıyla savaş olmadan ve o ülkede o ülkenin yönetici sınıflarına karşı devrimci bir mücadele yürütmedikçe demokratik bir barışa benzeyen bir şeyin söz konusu olamayacağını tarih kanıtlamıştır.

Savaş kardeşler arasında değildir, savaş kardeşlere karşıdır! Savaşı bitirecek olan sadece ve sadece halkların kardeşliğe sahip çıkmasıdır! Birbirine sarılması, birbirinin dostluğunu pekiştirmesidir; savaş, savaşın müsebbibi ve mimarı olanlarla, buradan beslenenlerle “dost”luğu pekiştirerek bitmiyor.

Bu, savaş içinde bir arada yaşama politikası güden zalim ile barış içinde bir arada yaşamak demektir; bu ise tamı tamına zalime teslim olmak demektir!
Öte yandan biz, savaşın siyasetin başka yollardan (zora başvurma yoluyla) devamı olduğunu da biliyoruz ve diğer yandan emperyalizmin girdiği her yere baskısını ve boyunduruğunu götürdüğünü de biliyoruz.

Başka ifadeyle emperyalistlerin ve elbette egemen sınıfların, sömürgeleri haraca kesen, başka milletleri ezen ve işçi sınıfı hareketini baskı altında tutan bir siyaset izlemiş ve izlemekte olduklarını da biliyoruz. Bütün bu siyasetler, halkları kurtarmak için değildir, tam tersine esaret altına almak içindir.

Öyleyse emperyalistlerin bu bölgede sürdürdüğü savaşta güttüğü siyaset de sadece budur.

Bunu bilirsek emperyalizmin bu bölgedeki ve Afganistan'da ve Irak'ta ve Libya'da, Mısır'da ve Yemen'de sonuçlarını net olarak gördüğümüz ve Suriye'ye dayanıp kalan, sonuca gidemediği için de türlü entrikaya başvurmasına neden olan siyasetinin, bu bölgedeki halkları esaretten, dolayısıyla Suriye halkını Esad rejiminden kurtarmak için değil,tam tersine esaret altına almak için olduğunu, dolayısıyla Suriye ve Esad nezdindeki ısrarını ve elbette Kürt sorununun "çözümü" ne yönelik siyasetini ve elbette Kürt ve Türk halklarına dayatılan "barış" siyasetinin gerçekte hangi siyasetinin devamı olduğunu anlamak zor olmaz ve aslında anlamamak için ahmak olmak gerekir.

Başka ifadeyle emperyalizme dair gerçeklerin bilincinde isek ve emperyalizme teslim olmadı isek,emperyalistlerin Suriye nezdinde işçileri, emekçi halkları üçkâğıda getirmek için nasıl hileler kullanılmakta, hangi parola gibi gerekçeler öne sürmekte olduğunu, hangi tertiplere hazırlanmakta olduğunu net olarak görürüz.

Dahası, Obama'nın aniden ve elbette tam da Öcalan'ın Newruz ateşine karşı okunan mektubundan hemen sonra İsrail yönetimi ile yaptığı görüşmenin yine hemen sonrasında İsrail'in, Türkiye'den özür dilemesi ve yine akabinde "bu özrün Esad’ın sonu olacağının" müjdelenmesinde sakınca görülmemesi ve yine aynı an diliminde Kandildekilerin, "silahlı güçlerini sınır dışına çekme" kararı almaları ve hatta acele ediyorlar izlenimi vermeleri, artık Kürt analarının ağlamalarına konu olacak ölümlerin Türkiye coğrafyasından,Suriye coğrafyasına ve belki sonra belki aynı anda İran coğrafyasına taşınacağını görmek için yeter de artar.

Bu gerçekliği görmemek için, ya harbiden kör olmak ya da ahmak olmak gerekmektedir ve bir ihtimal daha var ki, diğer ikisinden çok daha kuvvetli bir ihtimal olarak görülmektedir,emperyalizmin bu hilelerine ve emperyalist siyasetine bilerek ve isteyerek biat edip, Kürt ve Türk halklarını,emperyalizmin hilelerini kullanarak kandırma çabasıdır.

Ancak emperyalistlerin hilelerine bilerek ve isteyerek biat etmenin, bumerang etkisine açık olduğu çok net olarak bilinmektedir Irak'ta Saddam,Mısır'da Mübarek, Libya'da Kaddafi, bu bumerang etkisinden kurtulamamış, biri kafeste yaşayan,diğer ikisi yaşamayan örneklerdir.Başka örneğe gerek yoktur.

Öyleyse büyük fotoğraf, bütün renkleri ile ortaya çıkmıştır, bu fotoğrafın bütününü kaplayan emperyalist oyun ve bu oyuna gönüllü dahil olanları ve telaşlarını yansıtan renkler, son derece netlikle ortaya dökülmüştür.

Halk deyimi ile "takke düşmüş, kel görünmüştür."

ABD emperyalizminin ve bilumum işbirlikçilerinin bundan sonra işleri çok daha zor olacaktır ama buna karşın yine de zararı daha çok Kürtlere dokunacaktır.

Oysa çözümün düğümü kardeşliktedir ve antiemperyalist mücadelededir. Emperyalizmin ipine tutunmakta değildir.


Fikret Uzun

28 Mart 2013

PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ “DİKTA” MIDIR?

Gene demagoji yapıyorsun BORGA,

Hiç de görüşlerinin tamamı ile ilgili bir sorunum yok, çok net görülüyor ki, benim ifade ettiklerime verdiğin cevaplar üzerinden cevap veriyorum; tek fark, sen ille de kompozisyon veya bilgi yarışmasını kazanma mantığı ile veya kazandığını gösterme telaşı ile birkaç cümle ile kendince bir konu açıyorsun ve yalan yanlış ifadelerini bu konuya eklemleyerek sorunu çözdün sanıyorsun; oysa sorun ortadadır ve hâlâ açıklık sağlayamadık.

Çünkü sorunu çözmekle zerre kadar ilgilenmiyorsun!

Bununla birlikte, görüşlerinin tamamının tek bir kalıba sığdığı ortada, dönüp dolaşıp o kalıbın çeperlerini tırmalıyorsun ve sonunda gene başa dönüyorsun. Derdinin sorunu çözmek değil, aksine düğüm yapmak ve hatta başka sorunlar ekleyerek, çözümün önünü kesmek olduğu açıkça görülüyor.

Bu nedenle hep bir soyut suçlu buluveriyorsun, daha önce "şahsım" diye tutturdun, ondan önce "bey-paşa" diye tutturdun, şimdi de, güya, tartıştığımız konunun dışındaki görüşlerini okumadığım için, söylediklerimin yanlış veya kabul edilemez olduğunu veyahut da senin görüşlerini yansıtmadığını iddia ediyorsun ki bu iddianın saçma olması bir yana, benim dediklerimi teyit etmekten başka bir işe yaramıyor.

Sen devletsizliğin önünde nerdeyse secdeye varacaksın ama kalkmışsın, "bak daha önce ne demişim" yollu uyararak, "mazlumun kurtuluşu için gerekli olan üç şeyden birinin "proletarya diktatörlüğü" olduğunu" söylediğini ifade ediyorsun!

Peki söylüyorsun da arkasında mı duruyorsun?

Hayır, aksine kendi görüşünü kendin çürütüyorsun; ya proletarya diktatörlüğünün ne olduğundan bihabersin, ya bunu kendi aranızda başka temelde, sanki bir parola misli değerlendiriyorsunuz, ya da hâlâ demogoji yaparak işin içinden sıyrılmak istiyorsun.

Proletarya diktatörlüğünün gerekliliğini telaffuz ettikten sonra dediğine bakalım;

"(kapitalizmi)Yıkmışız, sosyalizmi kurmuşuz ama düşman yeniden ayağa kalkabilirmiş."diyorsun: yani breh breh diyorsun ki boyundan büyük bir alaya almaktır!

Peki, kalkamaz mı? Kalkmadı mı?

Diğer yandan, bu ifadende, birincisi, alayı bir kenara bırakırsak, "yıkmışız" kısmı doğrudur ancak, "sosyalizmi kurmuşuz" kısmı iki kere yanlıştır; çünkü eğer sosyalist inşa tamamlansa idi, yıkılmazdı ve yine de ortada bir sosyalist düzen vardır ve sen bunu küçümsüyorsun. İkincisi, henüz sosyalizmin inşası tamamlanmadığı için, eski sınıfın senin ifadenle "ayağa kalkma", bana göre "kapitalist restorasyon" tehlikesinin somut olduğunu, proletarya diktatörlüğünün de bu tehlikenin önlenmesinin zor mekanizması olduğunu ve hatta bunun bilimsel açıklamasını önüne koyarak, proletarya diktatörlüğünün sınıf mücadelesinin zorunlu olarak varacağı nokta olduğunu söyledik; ama gözlerini ve kulaklarını mühürlediğin için ne görüyor, ne duyuyorsun!
Devam edelim, "o yüzden dikta lazımmış" diyorsun ki, senin ne denli laf cambazlığı içinde olduğunu yukarıdakiler göstermiyorsa bu ifaden net olarak göstermektedir.

"Mazlumun kurtuluşu için proletarya diktatörlüğüne gerek var" diyen sen değil misin? Öyleyse ne oldu şimdi,"proletarya diktatörlüğü", burjuvaziye de uyan biçimde, hatta "faşizm"i de içeren biçimde bir "dikta"oldu ki bu senin hâlâ burjuva bakış açısından zırvaladığını gösterir; "çerçevesi/sınırı yoksa" kaydı şartı ile "bu anlayış mantıklı" imiş, sana göre; yani "çerçevesi ve sınırı varsa külliyen reddederiz" diyorsun; halbuki çerçevesi de sınırı da proletarya diktatörlüğünün sınıfsal içeriğinde boylu boyunca duruyor ve gözlerinize batıyor neredeyse; işte bir kez daha sınıfsal bakmadığınız, bakıyorsanız da düşman sınıfın gözlüğünden bakıyor olduğunuz burada görünüyor.

Oysa binlerce kez anlatıldığı gibi, aynı derecede de pratik tarafından kanıtlanmış olan proletarya diktatörlüğü ile diğer diktatörlükleri aynı kefeye koymanız ahmaklık değilse, kötü niyettir, ya da daha açık ifade ile ve senin tabirinle düşmanın değirmenine su taşımak demektir.

Peki, ya şu ne demek?

"Dikta bu yüzden mi lazım hakikaten? " Bu"dikta", "mazlumun kurtuluşu için gerekli" olduğunu söylediğin o "proletarya diktatörlüğü"mü anlaşılmıyor ama biz proletarya diktatörlüğünün ne için lazım olduğunu, net olarak, hem de Marxizmin kurucularının ağzından ve kendi görüşlerimizi de ekleyerek açıkladık.

Peki sana göre ne yüzden lazım, "işçi sınıfı ve emekçi halk üzerinde, yani toplumun, anti-sovyetizmin bildik lakırdısıyla, bir avuç "revizyonist-bürokratik-sınıf" dışındaki çoğunluğu üzerinde "faşist" baskı kurmak için mi lazım?

Sen bunu net olarak ortaya koymaktan kaçınıyorsun ve demogoji yaparak, "proletarya diktatörlüğüne inanıyorum ama hem şartım var hem de devletsiz bir proletarya diktatörlüğüne inanıyorum diyorsun ve açıklamalarınla da "inandığın" proletarya diktatörlüğünün farklı olduğunu gösteriyorsun ki, bununla proletarya diktatörlüğünü yadsımış olduğun anlaşılıyor ve iyiden iyiye zırvalamış oluyorsun!
Diğer yandan, hepsi bir yana, proletarya diktatörlüğü her ne şekilde olursa olsun, yani senin indindeki her ne ise o çerçevede bile olsun, eninde sonunda bir "zor"u, bir "otorite"yi ve bir "iktidar"ı ifade eder ki son tahlilde bu, senin ne kadar canını sıkacak olsa da, "devlet"ten başka bir şey değildir. Ama sen bu gerçeği, önce kabul etmiş görünüp, sonra da etrafında tur atarak karartabileceğini sanıyorsun!

Ama biz defalarca hatırlattık, proletarya diktatörlüğü, hem eskisine göre kızgınlığı yüz kat artmış olan eski sınıfı bastırmak için; yani (ezmek için değil), eski düzeni yeniden kurmasını önlemek için baskı altında tutmak ve dolayısıyla sosyalizmin kuruluşunu gerçekleştirme yolundaki çalışmaları güvenceye almak içindir. Yani, kapitalizmden komünizme geçerken bir geçiş devletidir; ne tam devlet, ne de tam devletsizlik, öyleyse gerçek anlamda devlet olmayan devlettir.

Ayrıca, devlet mücadelede, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir müesseseden başka bir şey değildir. Bu da, tüm halk temsilcilerinin iktidarı elinde tuttuğu koşullarda sosyalizme barışçı yolla geçilebileceğinin "düşünülebilir " olduğunu söyleme "suç"unu işleyen Engels'e aittir.
Ama sen ille de "dikta"diyeceksin ya, asıl kendinin sosyalizmi de komünizmi de "fi " tarihine postaladığını gizleyerek, sosyalizme kara çalacaksın ya, işte en mükemmel demogoji burada yatıyor ve bir taraftan "proletarya diktatörlüğü gereklidir" diyorsun, diğer taraftan proletarya diktatörlüğüne vurup duruyorsun; ama hesapta proletarya diktatörlüğü olmazsa olmaz; tabii ah bir de şartı/şurtu olmasa, o zaman daha rahat reddedebilirdin!

Sonra da,"saf mıymışız, sahtekâr mıymışız!"

Kime yakışır bu soru acaba, bana mı sana mı? İyi düşünmelisin!
Oysa, bu dediklerini çoktan çürüttüğümü sen de biliyorsun ki, öncekiler bir yana, en son mektubum da bu temeldeki açıklıklarla doludur.
Belli ki, fena sıkışmışsın, bu nedenle de zırvalarını hiç düşünmeden fütursuzca salvo atışıyla fırlatıyorsun!

Proletarya diktatörlüğünün "İçerdekinin ümüğünü sıkmak için devlet kurmak" ve "dışardaki ile de barış içinde bir arada yaşamak ." olduğunu, dolayısıyla "böyle sosyalizm olmayacağını" ve bunun "Marx'ta olmadığını" buyuruyorsun!

Yukarda da ifade ettim, proletarya diktatörlüğü, bir kimsenin, eski sınıfın bile, ümmüğünü sıkan bir "zor"u ifade etmiyor ve böyle bir şey de olmamıştır; iki, proletaryanın düzenine saldıranlara karşı savunma amacıyla ümmüklerini sıkmanın her halde bu temelde bir sıkma olmadığını sen de biliyorsun; üç, ama evet proletarya diktatörlüğü, proletaryanın devlet mekanizmasıdır; bu da sınıf mücadelesinin sürdüğünün ifadesidir ki, sınıf mücadelesi bitmeden, sınıflar ortadan kalkmadan, devletin ortadan kalkamayacağını da gösteren somut bir olgudur.

İşte sen, bu olguda çok net olarak, sahtekârlığını örtme çabası içindesin ama mahkum olduğun anlayışı kafamıza kakmaktan vaz geçemediğin için, bu sahtekarlığını yine yeniden ve mecburen öne çıkarıyorsun; çünkü mahkumiyetin var ama ne yaparsan yap gerçeklerin üzerini örtmen mümkün olmuyor.

Diğer yandan " proletarya diktatörlüğü" Marx'ta var ama "Barış içinde bir arada yaşama politikası" yoktur; bu politikanın, Sovyet sosyalizminin pratiğinin bir dayatması olduğunu artık beş yaşında zekâ taşıyanlar bile algılayabilir ama sen ısrarla algılamamak için çaba sarf ediyorsun; çünkü mahkumiyetin var ille de çarpıtacaksın ve kendini en babayani sosyalist göstereceksin ama sosyalizmin de artık gerekli olmadığını, bunu da "demokratik komün" lafzınızın içine hapsederek, yani yerine "aşiret komününü" koyarak kanıtlamaya çalışacaksın!

Dilimin ucuna geliyor ama "oldu paşam" demeyeceğim, sana sözüm var.
Oysa defalarca tartıştık ve kimileriniz Lenin üzerinden, daha doğrusu sanki Lenin'e siper oluyormuş gibi, itirazlar etti, "Barış içinde bir arada yaşama politikası", Lenin'in formüle ettiği ve geçici bir politikadır ki, dışarıdan beklenen saldırıya karşı bir savunma mekanizmasıdır; içerden gelecek küçük burjuva saldırısına karşı ortaya konulan ekonomik politika ile yani NEP ile aynı zamanda ortaya atılmıştır ki bilumum sahtekârlar yanında, Marxizm düşmanları ve elbette sosyalizm düşmanları, kapitalist yolcular, bu iki politikayı da pek çok sevmişlerdir; hatta Stalin'i her kötülüğün taşıyıcısı sayanlar bile, Stalin’i bu iki politika "suç"undan vareste tutmuşlardır.

Bu iki yüzlülükler artık midemi bulandırıyor!

Ama nafile çaba içindesin, kendinin bile inanmadığın bu çaban, eninde sonunda elinde ve dilinde patlayacaktır, daha doğrusu çoktan patlamıştır ama "inanıyorum öyleyse doğrudur" doğması sayesinde henüz etkileri görünmüyor!

Yani BORGA, biz ne "saf"ız ne de "sahtekârız" ,tamı tamına gerçeğin bekçileri ve yayıcıları, yönelen sinsi saldırılara karşı gerçeğin koruyucularıyız!

Gerçeğin bilim ile bağlı olduğunun bilincinde olduğumuz için, bu konuda tereddüdümüz ve umutsuzluğumuz yoktur; aksine en tam ifadesiyle bilimsel bir iyimserlik içinde gerçeğin düşmanları ile savaşıyoruz!

Şimdi de, çaresizliğinin yansıttığı lakırdılara geldik: "Sosyalizm, silahlanmış proletarya demek."miş. Ne cafcaflı bir söz ama içinin boş olduğu çok çabuk, öteki ifadelerinle anlaşılıyor.

"Silahlanmış proletarya" var ama "proletaryanın devleti" yok öyle mi? Yoksa proletarya diktatörlüğünü,"silahlanmış proletarya" olarak mı telakki ediyorsun? Ne desen, nasıl süslesen, en cafcaflı terimleri de icad etsen gerçeğin üzerini örtemiyorsun!

Al bir cafcaflı biraz da yaldızlı söz daha,"Sosyalizm, bütün dünya tek bir bayrak, kızıl bayrak altında toplanana dek kesintisiz devrim" demekmiş!

Herhalde,"Bütün dünyada sosyalizm gerçekleşene dek, durmadan öyle ya da böyle mücadele etmek gerek, yani sürekli olarak devrim yapmak gerek, mesela "aşiret komünü" ile başlayıp, tedrici olarak toplumu dönüştürüp, dünyayı da aynı tedrici "devrim" ile demokratize etmek ve aşağıdan ve üstelik düşmanlı dünyadaki düşmanları da demokratize ederek, "saf " demokrasiyi bütün dünyaya yaymak ve ilkel olmayan komünizmi kurmak için sürekli savaşarak, kızıl bayrak sayısını artırmak gerek "demek istiyorsun! Yani, "bir gün mutlaka", gelecek de gelecektir, işte o, beklediğimiz gelecek olacaktır yani en tam "demokrasi" olacaktır, siz bayrakları artıra arttıra ilerleyin,
artırdıkça "demokrasi" birikmekte ve "saf"laşmakta olacaktır!
Ah kargalar ah gülmeyin ne olur, kulaklarımı tırmalıyorsunuz!

Aç oku Öcalan da bu temelde konuşmaktadır ama sanırsın ki, gelmiş geçmiş en büyük filozof ve Marxizm-Leninizm'i bertaraf ederek, Öcalanizm'i ortaya çıkarmıştır!

Oysa senin yaptığın, birincisi, Bernstein'i tekrarlamak oluyor, ikincisi "mazlumun kurtuluşu için proletarya diktatörlüğüne gerek var" dediğin için, yani bu lafzınla birlikte, anarşistlere anarşistliğini, sosyalistlere sosyalistliğini göstermek istediğin için, kendini bir bulamacın içine hapsetmen demek oluyor.

Oysa bunların hepsi zırvadır ve hepsinin zırva olduğu pratik olarak kanıtlanmıştır.

Öte yandan, sosyalizm kuruculuğunda duraklamak demek, elbette gerilemek ve eninde sonunda kaybetmek, yani eskiye teslim olmak demektir; işte proletarya diktatörlüğü mekanizması, bu durmayı engellemenin ve bu ilerlemeye engel teşkil eden etmenlere karşı önlem almayı ifade etmektedir; tıpkı bisiklet misli, proletarya diktatörlüğü koşullarında sosyalizm kuruculuğu, sürekli pedal çevirmek demektir; ve pedal çevirmeyi bırakırsan, bisikletin devrilmesi kaçınılmazdır.

Yani proletarya diktatörlüğü, bir sınıf mücadelesinin ifadesidir; başka ifadeyle sosyalist inşa sırasındaki sınıf mücadelesinde proletaryanın iktidarını korumanın ve düşmanlarını yenmenin mekanizmasıdır ki bu da bir sürekli devrim demektir; aynı zamanda sosyalizm kuruculuğu da sürekli devrimi ifade eder amma ve lakin, bütün mesele, proletarya diktatörlüğünü sosyalizmin çeperini genişletmek üzere, bütün dünyaya yaymaktadır ve bu da sürekli devrimi ifade eder ve hepsi bir bütündür; tamamlandığında, "katastrof final "diyoruz, yani "finalin finali" demek istiyoruz, son tahlilde, bayrağın proletarya tarafından, insanlığa devredilmesi demektir diyoruz ki, işte bundan sonrasının bilimin ve insanlığın işi olduğu apaçık görülmektedir.

Ancak sizin bütün lakırdılarınız, nesnel olanı atlayıp, gelecekte çözülecek olanı ve bu gün çözülmesi mümkün olmayan sorunları öne çıkarıp, nihai çözümü sürekli ötelemek, mümkünse "fi" tarihine postalamak içindir.

Ve evet, sosyalizmi kurma çalışmasında bir milim duraklamak, bu duraklamada, bu çalışmayı güvence altında tutan mekanizmayı yeterince çalıştırmamak ve iktisadi durumun doğurduğu tehlikelere karşı önlem almakta zayıflık göstermek, eninde sonunda eski düzene kapı açmak demektir ki, bu anlamda "ulus-devlet" kapıdadır ve kapıdan içeri girip, sosyalizm evine temelli yerleşerek, sosyalizmi kovduğunu görüyoruz.

Amma velâkin senin kuruntun olarak kalacak ki sosyalistler, devletin de, ulus - devletin de meraklısı değildir; ulus-devleti, tarihsel bir kategori olduğunun bilinciyle ve feodalite karşısında onayladığımızı; yani öncesinde ilkel komünal topluma varana kadar bir dizi toplumsal yapılar olduğunun ama geleceğinde ise komünist toplumun olduğunun bilinciyle onayladığımızı sen de biliyorsun! Ve hep diyoruz ki, olmadığı zamanlar da oldu ve şimdi varsa tarihselliğindendir ama olmayacağı zaman da kaçınılmazlıkla olacaktır ve kapıdadır!

Ama ABD emperyalizminin açtığı kozmopoltizm kapısında değil!
Ancak, sosyalizm karşısında, ulus-devlete dört elle sarılmadığımızı ve önünde eğilmediğimizi sen de biliyorsun! Sosyalist devlet'i ise, yani proletaryanın devletini ise, geçici olduğunun bilinciyle ve proletaryanın kurtuluşunun tamamlanmasının, sınıfların ve sınıf mücadelesinin ortadan kalkmasının ve elbette devletin sönümlenmesinin, demokrasisizliğin ortaya çıkmasının velhasıl komünizmin tarih sahnesine çıkmasının güvencesi olarak onaylıyoruz.

Ama sen burada da, sahtekarlık yapmıyorsan, kötü niyetli bir demagojik bir çaba içindesin demektir ki,artık "devlet"e değil,"ulus-devlet"e hücumunu öne çıkarıyorsun. Oysa hem daha önce her ne şekilde olursa olsun genel olarak "devlet"e de hücum ediyordun; şimdiyse, sırf "proletarya diktatörlüğünü" sözde onayladığın için, bundan,yani genel olarak "devlet" e hücum modundan geri durmuş gibisin. Oysa düşüncelerin "aynı tas aynı hamam" misli yerli yerinde duruyor!

Sadece bilmecelerin değişmiş ama akıl taşıyanları kandıramadığı kesindir!

Sosyalist devletin bir geçiş devleti olduğu ve bu anlamda devlet sayılmayacak bir devlet olduğu açıkken, hatta komünü de içermesine rağmen, hâlâ bu "devlet"i burjuva "ulus-devlet" ile özdeşleştirme çaban beyhude ve nafile çabadır!

Ve bir kaç adım öncesinde sen demiyor musun ki,"bu, Marx’ta yok" ? Peki ne oldu da şimdi, hem aynı nakaratı gene tekrarlıyorsun ve hem de sanki Marx'ı referans alıyormuşsun gibi yapıyorsun?

Yani,"Lenin Plehanov’dan öğrendi. Plehanov ana/babasının evinden mi getirdi. O da Kautsky’den öğrendi. Kautsky günah keçisi mi. O da Engels’den öğrendi." diyerek son tahlilde bile değil, alenen, Marxizm-Leninizm’in kurucularının ortaya koyduğu düşüncelerin "soslu-yal " olduğunu ifade ederek, Marxizm- Leninizm düşmanlığında çığır açmış oluyorsun ki, aynı zamanda Marx, Engels ve Lenin'i azmetirici, Plehanov ve Kautsky'yi Marxizm-Leninizm kurucuları tarafından kandırılan mağdurlar olarak lanse ediyor gibisin!

Yani senin derdinin "gerçek" olmadığı belli oluyor; Marxizm-Leninizm’i nasıl olur da çürütebilirsin, gerçeğin üzerini nasıl olur da örtebilirsin, bunun formülünün derdine düşmüşsün! O nedenle de bu temelde ne söylense, tez elden, BoRGA'ya has bir kaç bilmece çukuruna batırdığın lakırdılarla "mezbeleliğe dökülmesi" için canhıraş bir çaba göstermekten başka derdin olmadığı görülüyor!
Diğer yandan, onca uğraşınıza rağmen, dediklerimizi mezbelilğe dökemiyorsunuz ama her tarafınızın döküldüğü görülüyor; iş "aşiret komünü"ne gelince, tarihsel kökler en kutsal konunuz ve dayanağınız oluyor ama iş sosyalizm ve Marxizm olunca, bu kökler en kötü lafız, senin yeni deyiminle,"sol-yal" oluyor ve böyle dediniz diye, kuruntunuzdan geçilmiyor ama hiç de dediklerimizi mezbeleliğe dökemiyorsun(uz)!

Oysa Modern sosyalizmin, içeriği bakımından, her şeyden önce bir yandan modern toplumda varlıklılar ile varlıksızlar, ücretliler ile burjuvalar arasında egemen olan sınıf karşıtlıklarının, öte yandan da üretimde egemen olan anarşinin bilincine varmanın ürünü olduğunun söylenmesinin üzerinden çok ama çok zaman geçmiştir.

Ve bir şey daha söylenmiştir ki Modern sosyalizm, teorik biçimi bakımından başlangıçta 18.yüzyıl Fransasındaki büyük aydınlanma çağı filozofları tarafından konulan ilkelerin daha gelişmiş ve daha tutarlı olmak isteyen bir uzantısı olarak ortaya çıkar.

Öyleyse, her yeni teori gibi, modern sosyalizm de kökleri ekonomik olguların derinliklerine daldığı ölçüde, ilkin daha önce var olan düşünler temeline bağlanmak zorunda kalmıştır.

Ama siz bunun etrafında tur atarak, bu bilimsel ve tarihsel olarak da kanıtlanmış gerçekliğin üzerini örteceksiniz ya, o nedenle Avusturyalı komünistler, şöyle demiş, Kautsky itiraz etmiş, Lenin de olduğu gibi katılmış ve BORGA kardeşimiz de bu konularda herkese yetermiş!

Peki konumuz bu muydu BORGA kardeş asıl konunun açıklığa kavuşturulması konusunda bir arpa boyu yol almamışken, sen şimdi bir de başka konuda yarışa davet ederek, asıl konudan uzaklaşmaya mı çalışıyorsun?

Oysa ben sana, hiç de yarışamayacağın kadar açık ve net cümlelerle ve argümanlarla sosyalizme dair de,kapitalizme dair de yeter miktarda bilgi vermiş bulunuyorum; sen bunları çürütememekle kalmıyorsun, sanki bunları özümsemiş ve çürütebilmişsin gibi böbürlenerek, başka bir yarış ile işin içinden sıyrılmaya çalışıyorsun!

Demek ki sen kurnazsın, biz saf oluyoruz sana göre ki hep aynı hikâye ile işin içinden sıyrılacağına pek güveniyorsun!

Oysa Marx çok önce, sosyalizmi, burjuvazinin iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisatın karşıtı bir bilim olarak düşündüğünü göstermiştir; Felsefenin Sefaletinde,"Tıpkı iktisatçıların burjuva sınıfının bilimsel temsilcileri olmaları gibi, sosyalist ve komünistlerin de proleter sınıfın teorisyenleri olduğunu." yazarken, aynı zamanda, siyasal iktisadın, burjuvazinin iktidar bilimi olduğunu vurgulamış oluyordu.

Bununla birlikte, Marx ve Engels'in, Ütopyacı sosyalistlerle mücadele ederken, sosyalizmin bilimsel yanına ısrarla parmak basarak, sosyalizmin, toplumun bilimsel yasalarına dayanarak kurulan ve gelişecek olan bir düzen olduğunu ön plana çıkarmış olduklarını da biliyoruz. Böylece "bilimsel sosyalizm" deyimi yaygınlık kazanmıştır.

Öyleyse,Marx'ın Felsefenin Sefaletinde yazdığını göz önüne alırsak, bu "bilimsel sosyalizm" deyiminin pek öyle rahatlıkla kullanılamayacağını da görürüz; Çünkü Marx'ın, sosyalizmi tıpkı iktisat gibi bir bilim olarak düşündüğü anlaşılıyor. Eğer bu anlayış doğruysa,"bilimsel sosyalizm" deyimi, "bilimsel bilim" demekten farksız olacaktır; bu yüzden de "Bilimsel "sosyalizm" deyimini kullanmak bilimsel açıdan sakıncalı olacaktır.

Bunlardan şunu kendiliğinden çıkarmak mümkün, ama önce düşünmek gerekiyor, dolayısıyla düşünmeyi unutmuş olanların hızla arttığı bir zamanda düşünmenin önemi ortaya çıkıyor; düşünürsek, çıkaracağımız sonuç ise şu olmalıdır: sosyalizmi bir bilim olarak değil de, bilimsel olması gereken bir mücadele ve düzen olarak anlamanın sosyalizmi kurmamış ülkelerde , sosyalist mücadeleyi kısırlaştırdığıdır.

"Bilimsel sosyalizm ,"birtakım "bilim havarileri" aracılığıyla sosyalist mücadeleyi kısırlaştırıyor, buradaki "bilimsel" sıfatı, çok zaman,topluma bilimsel gözle bakma yerine, temel kitaplardan bazı sureler aktarma ve daha önemlisi, bir derviş rahatlığıyla başarısızlıkları kapatma eğilimlerini de kolaylaştırıyor.

Eğer sosyalizm bir bilim ise bunun bir teorisi ve bir de pratiği vardır. Bunlar birbirinin kopyası değildir. Bir politikası vardır; bilimseldir, ancak bir sanat yanı vardır.

Neticede, Marx'ın düşünceleri bir icad değildir, olsa olsa bir keşiftir ve diyalektiğin seyrinden, toplumsal gelişmenin yasalarından bulup ortaya çıkardığı bir keşfin ifadesidir;ama masasının başına oturup,saatlerce düşünerek öznel olarak kurgulayarak ortaya koyduğu bir icadlar dizilimi değildir; bu anlamda Marx, sosyalizmi, burjuvazinin iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisadın karşıtı bir bilim olarak düşünüyor ve bu yeni bilimin temellerini atıyor. Kuşkusuz bu temellerin bir bölümünü mücadele ettiği Ütopik sosyalistlerden alıyor. Bir bölümünü ise doğrudan doğruya burjuvazinin siyasal iktidara yürüyüşünün bilimi olan siyasal iktisattan alıyor.

O halde tekraren hatırlatıyorum ki sosyalizm bir bilimdir ve dolayısıyla bir kaç çapulcunun kurabileceği bir sosyo-ekonomik yapı da değildir. Önce bu bilimi özümsemek gerekir; özümsemek için ise bilimsel bakış gerekir!

İşte bunun içindir ki, bu bilimsel bakışı taşımayanlar, sosyalizmi yererlerken karşısına ondan daha üstün imiş gibi gösterdikleri, tarihin çoktan eskittiği ilkel denemeleri koymaya yeltenirler!
İşte bu nedenle çabaları nafiledir ve her zaman bilimin duvarına çarpacaktır!

Demek "sizin işiniz hareketin yasalarını ve bunun içinden toplumsal hareketin yasalarını bilmek!" Nasıl olacakmış o,bir desen de biz de bilsek? Sen ki hareketin yasalarını kaba bir "determinizm"e hapsederken, toplumsal gelişmenin ilerleme içerikli olduğuna dair yasalara burun kıvırırken, neymiş acaba senin indindeki bu "hareketin yasaları"?

Bak bak, hızını alamamışsın bir de, komünist hareketin nasıl "üretileceğinden" söz etmişsin ! Etmişsin ama bu senin cehaletinin ve "hareketin yasaları" lafzının ezbere olduğunun tescili olmaktadır! Ne demişler,"kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmazmış! "
İşte bir ton lafı kullanmamın kıymet-i harbiyesini anladın mı BORGA ? O bir ton lafın yarısını derinlemesine irdelesen, böyle içi boş turşu fıçısından üzerimize fırlattığın yalan-yanlış ifadelerle bir arpa boyu ilerlenmeyeceğini idrak ederdin!

Ve o bir ton laf ile seni, aslında cepheden saldırdığın ve kesinkes reddettiğin proletarya diktatörlüğüne sahip çıkmak zorunda bıraktığımın farkına varırdın!

Ama nerdeee, sen hâlâ aynı tas aynı hamam, bütün bilmeceleli bulmacalı lafızlarınla gerçeklerin etrafında tur atmaya devam ediyorsun ki, bütün bunlar senin samimiyet katsayının oldukça düşük olduğunu göstermeye yetiyor!

Sen gene kuruntularına devam et ve dediklerimin, hatta bu güne kadar denilenlerin topunun birden mezbeleliklere yuvarlandığına inan!

Ve BORGA kardeş, boşuna işçi sınıfına methiyeler düzme; çünkü eninde sonunda onun da öncülüğü ve devrimciliği konusunda itirazların olduğunu ortaya koymuş olacaksın! Hem bizim, tasan olmasın ki, işçi sınıfının düzen değiştirici ve devrimci rolüne güvenimiz tamdır ve hiç eksilmedi. Ama işçi sınıfını peygamber ya da mesih olarak da görmüyoruz.

İşte turnusol buradadır, düğüm buradadır ve bizim için bu düğümü çözmek zor olmuyor ama sen ki buradaki düğümü çözmekte zorlanırken, işçi sınıfına methiye düzüyorsun,öyleyse kendini sorgulamalısın; çünkü hem bir ikiyüzlülük var ve hem de,tam burada, Marx’tan ve Marxizm’den kalanı tartışmanın, bu determinist güveni kabul etmek ve reddetmekten ibaret olduğu görülmektedir.
Ama senin göremediğin görülüyor.

Yani BORGA kardeş, demek istiyorum ki, temel olarak ve hiçbir biçimde vazgeçilmez olarak,işçi sınıfının düzen değiştirici ve devrimci rolü,Marx'a ve Marxizm'e ait bir renktir!

BORGA burada milyonda bire bile giremeyecek denli bilim dışıdır;bu nedenle de "hareketin yasaları","toplumun yasaları" lafızları ile durumu kurtaramaz!

Yani BORGA, ne yaparsan yap, tarihin ilerleme motorlu toplumsal gelişme çizgisindeki determinizmin bilimsel tonunu anlayamayacaksın; oysa samimi olsan anlamaman mümkün değil ve o zaman da Avusturyalı komünistlerin, Marx'ın bilimsel olarak öne sürdüğü ve "katkı" da, ekonomi politiği eleştirirken çıkardığı sonucun klavuzluğunda (yani karganın kılavuzluğunda değil)geniş olarak açıkladığı "maddi hayatın üretim tarzının, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırdığını ve insanların varlığını belirleyen şeyin bilinçleri değil, tam tersine, onların bilincini belirleyen şeyin onların toplumsal varlıkları olduğu yönündeki çıkarımına uyarak kabul ettiklerini ilan ettikleri ve sınıf mücadelesi ile bağladıkları önermeden "çelişki" çıkararak, Marxist düşüncelerin "sol-yal" olduğunu tanıtlamak ve kanıtlamak beyhude çabası içinde olmana gerek kalmayacaktı.

Ayrıca çabanın özünün, Marxizmin kılavuzluğunun karganınki gibi olduğunu kanıtlamaya çalışmak olduğu da görülüyor.Oysa farkında değilsin ama o saçma sapan,yalana-dolana sarılı lafızların, bu tanıtlamayı tam da senin hak ettiğini gösteriyor!

Kaldı ki, defalarca konu ettik ve samimiyetle anlattık; Marxizm-Leninizm nereden doğmuştur gösterdik ve Marxizm-Leninizm’in düşmanlarının, neden Marxizm ile Leninizm arasına çomak soktuğunu da gösterdik, dahası Leninizm’i de düşmanın silahı haline getirme çabalarından da söz ettik; ve şu soruyu sorduk; madem ki Marksizm -Leninizm karganın kılavuzluğu mislidir, neden burjuvazi hâlâ ondan korkuyor,neden sizin gibi Marxizm-Leninizm düşmanları, düşmanlıklarını Marxizme dayandırmaya çalışmaktadırlar?

Neden dobra dobra değil de, dolambaçlı yollara saparak,kör karanlıklardan saldırarak bu düşmanlıklarını yaymaya çalışırlar?

Madem ki Marxizm "sol-yal"dır, neden sıkışınca ve çoğu kez de Marxizmi çarpıtmaki çin, bu "sol-yal"ı dayanak gösterirler?

Oysa Lenin, çok net olarak Marx'ın bilimsel olarak, o senin dediğin tarihsel-toplumsal "hareketin yasaları"na dayanarak ortaya koyduğu "tarihsel kaçınılmazlık"la bağlı önermesine, devrimci ve bir o kadar da bilimsel müdahale ile yaptığı katkı,Marx'ın bilimsel ifadesine en tam anlamını vermiştir.

Ve olayların akışı, Lenin ile bütünsellik kazanan bu önermenin özündeki bilimsel önermenin ne denli doğru olduğunu da, Lenin'in katkısının ne denli isabetli ve tarihsel olduğunu da, üstelik Lenin'in önermesinin Marx'ın bilimsel önermesine dayandığını da pratik olarak göstermiştir.

Yani, söz konusu olan işçi sınıfının maddi yaşamı ve bu maddi yaşamın, işçilerin görüp görmemesinden, bilincinde olup olmamasından bağımsız olarak taşıdığı, yansıttığı gerçeklikler olmasaydı,işçi sınıfına dışardan bilinç vermenin mümkünatı olabilir miydi?

Tersten soralım, işçi sınıfına dışardan verilen bilinç, maddi yaşamı işçi sınıfının tam zıddı olan burjuva sınıfına verilseydi acaba onlar sosyalist bilinç sahibi olabilecekler ve sosyalizm için çabalayacaklar mıydı; dahası bu mücadelenin önüne dikilen engellere karşı kararlı bir şekilde sosyalizmi savunacaklar mıydı?

Tabii ki hayır ve bin kez hayır!

Ve öyleyse, son tahlilde, işçi sınıfının bilincinin kaynağı, maddi yaşamın üzerindeki gerçeklerden yansımış olmuyor mu; dışardan verilen bilinç eninde sonunda bu yansımanın ifadesi değil mi?

Ama siz Ütopyacı sosyalistlerin bile gerisine düşen bir ütopyaya sığdırdığınız "demokratik (aşiret) komünü" nüzü hem sosyalizmin üstünü örtmek için kullanırken ve hem de kapitalizmin sınırları içinde, emperyalizmin çaresizlik içindeki en azgın bir zamanında, üstelik bütün hızıyla tarihte belki de görülmedik bir karanlığın içine doğru sürüklendiği bir zamanda, bu "komün" ile, uluslararası planda halkları demokratize edeceğinize hem kendinizi ve hem de Kürt halkını inandırmaya çalışmanız bir tarafa, kapitalistleri-emperyalistleri de demokratize edeceğiniz hayalini pompalamıyor musunuz?

Bunun maddi yaşamda bir karşılığı olmadığını, dolayısıyla maddi yaşamın üzerindeki gerçeklerin yansıması olmadığını görmüyor musunuz?

İşte sizin kılavuzluğunuz bu iken, öyleyse neyi, kimi mahkûm ediyorsunuz? Siz bilimdışı,yalan-yanlış kurgularınızla, bilimsel yasaları ters yüz edebileceğinizi mi sanıyorsunuz?

Öyleyse belki daha çook hayal kurabilirsiniz ama sonunda uğrayacağınız hayal kırıklığının kaçınılmazlığından kurtulamazsınız!
Ama daha önce yaptığın gibi bu ifadelerimden benim işçi sınıfını küçümsediğim sonucunu üreterek bu hayal kırıklığından kurtulmaya çalışacağın kuvvetle muhtemeldir!

Evet, şimdilik yadsıyamıyorsun ve işçi sınıfının değiştirici ve öncü misyonunu teslim ediyorsun ve işçi sınıfına peygamber rolü vermeyi, bu anlamda tarihin motoru olduğunu belirtmeyi ihmal etmiyorsun ama sınıf mücadelesinin tarihin motoru olduğu önermesine kuşkulu baktığın, "tarihsel kaçınılmazlık" önermesine karşı kuşku tohumları ekme çabandan anlaşılıyor!

Ve sınıf mücadelesini olsa olsa burjuvazinin kabul ettiği sınırlarda kabul ediyorsundur; çünkü sınıf mücadelesinin kaçınılmazlıkla proletarya diktatörlüğüne varacağı önermesine ve bunun pratikte kanıtlanmış olmasına burun kıvırıyorsun!

Bu burun kıvırman, seni sınıf mücadelesinin hâlâ tarihin motoru olduğu önermesine yabancılaştırmaktadır!

Ve sorunun öneminin, işçi sınıfının niceliğinde değil, niteliğinde gizli olduğunu yadsıdığın belli oluyor ki, Avusturyalı komünistleri anarken işçi sınıfının niceliğine önem verdiğinin işaretlerini veriyorsun; ama aynı zamanda da işçi sınıfının sayısının arttığı çıkarımına katılmadığını belli ediyorsun.

Öyleyse açıklık gerek ve öncelikle Marx'ın işçi sınıfına değiştirici ve devrimci rol vermesinin tümüyle ve tarih felsefesi yöntemiyle elde edilen bir teorik sonuç olduğunun altını çizmeliyim. O zaman işçi sınıfının devrimci misyonu ile ilgili hiç bir ampirik veri bulunmuyordu.

Marx, insanlığın gelişmesinin durmayacağına inanan bir kuşaktan geliyor; yaptığı, burjuvazinin değiştirici rolünü , emek süreci alanına kaydırmak ve burada ayrıntılandırmak ve ayrıştırmaktan ibaret görünüyor. Bu nedenle emek-süreci belirleyicidir diyoruz ve buna inanıyoruz ki,son mektubumda da bunun nesnel nedenlerine vurgu yaptığımı hatırlıyorum. Marx,ayrıca, sınıf çelişkilerine yer çekimi ölçüsünde önünde durulamaz bir güç veriyor. Bu nedenle sınıf mücadelesinin tarihin motoru olduğunu söylüyor ve inanıyoruz. Bütün bunlarda en küçük bir yanılgıya düştüğünü düşünmediğimi, yine önceki mektubumda ve bir kez daha,argümanlarıyla beraber vurguladım,Eğer Marx,bir milimetre ile ölçülecek kadar yanlış olsaydı, bütün baskı mekanizmaları,işçi sınıfını harekete geçirmek isteyen bir avuç devrimcinin üzerine çullanmazdı,bunu görüyorum ve gösteriyorum!

Marxizm’in formülasyonunu anlamak gibi bir derdin olmadığını da biliyor ve görüyorum; ancak anlamadan eleştirmenin öğretilmiş bir düşüncenin içinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim ve daha önce söyledim; ve buradan hareketle Menşeviklerin, Lenin öncesi Marxizm’e Lenin'in kendisinden çok daha yakın olduklarını ama Leninin, Menşevizmi açığa çıkararak, yalnız Rusya'daki devrimci mücadeleyi değil, aynı zamanda Marxizm’i de kurtardığını söylemenin yanlış olacağını düşünmüyorum.

Menşevikler, Emek-sermaye çelişkisinin sosyalizmi getireceğini ve henüz gelmiyorsa , bunun, bu çelişkinin yetersizliğinden kaynaklandığını ve çaresinin emek-sermaye çelişkisinin artmasında olduğunu ve artmasının kaçınılmaz olduğunu,önlenemez olduğunu ve bu önlenemezlik içinde devrimin de ortaya çıkacağını savunuyorlardı; yani Menşevikler,Marx'ın devrim teorisine dayanarak,herhangi bir poltik müdahale olmadan kendiliğinden olacağını savunuyorlar ve bunun "Hakiki Marx'a ait"olduğunu ileri sürebiliyorlardı.

Ve sen, bunu, yani Menşevik tutumu, Engels’in, Erfurt Programını eleştirirken, "düşünülebilir" deme "suç"u işlediği üzerinden kınarken, aynı zamanda Menşeviklere ve Plehanov'a daha yakın durduğunu gizleyemiyorsun.

Gerçekten dökülüyorsunuz, artık iki yüzlülüğünüz bile dikiş tutmuyor!

Menşevizmin, Narodniklerle mücadele kanalından ve Pyotr Struve ile Plehanov'un başını çektiği legal Marxist aşamadan geçtiğini de biliyoruz. Bu, kapitalizmin okulunda okumayı ifade ediyor ki daha önce Rusya'da Marxistlerin işe,kapitalizmin haberciliğini yaparak başladıklarını hatırlatmıştım;ve başlangıçta Lenin'in de burada olduğunu biliyoruz.Ama içindeki bitmek tükenmek bilmeyen proletarya tutkusuyla Lenin, Struve'nin hayranı olmasına ve hatta ilk önemli çalışmasını, Struveyi doğrulamak için yazmasına karşın, menşevizmi geride bırakarak bu aşamalardan çok daha başka yerlere fırlayabiliyor.

Sen ise, sapla samanı, üstelik tekrar tekrar bu gerçekliğe vurgu yapmama karşın, karıştırarak, Plehanov ile Kutsky'yi aklayıp, bütün günahları, azmettiren olarak gösterdiğin ve klavuzluğunu kesinkes kabul etmediğin, Marxizm’in kurucularının sırtına yüklüyorsun!

Öte yandan, her halde bir çok Marxist ve marxolog yazmıştır ki, Marx, sanayi devriminin teknolojik başarılarının realize edildiği bir zaman aralığında olgunlaştı;bu zamandaki kapitalist perfonmansın gözle görülür ve elle tutulur parlaklığına,kapitalizm,bir daha hiç bir döneminde yaklaşamadı. Marx'ın dışındaki düşünürler, bu parlaklıktan kapitalizmin ebediliğini çıkartırken, Marx, kapitalizmin bütün çelişkileri ortadan kaldırarak emek-sermaye çelişkisini hızlı bir biçimde derinleştireceğini ve dolayısıyla kapitalizmin mezarına önemli bir hızla yaklaşacağı güvenini buldu.

Bütün bunların ışığında,işçi sınıfının değiştirici ve devrimci rolünü, Lenin’in işçi sınıfına bilincin dışardan verilmesi gerektiği yönlü işareti ile birlikte ele almak gerekiyor; ele alınca, işçi sınıfının misyonunun asıl kaynağının,işçi sınıfının gizil güç olmasında olduğunu görmek zor olmayacaktır.

Dışardan aldığı bilinçle, bilincin geldiği yer dahil, toplumun bütün katmanlarının önüne geçerek değiştirici rolünü kabul ettiriyor! Demek ki, sosyalist bilinci ancak dışardan alarak edinebilen işçi sınıfının bu durumu, onun gücünü azaltmıyor ama yapılacakların netleşmesini sağlıyor.

Ayrıca, bilincin sadece sözle ve yazıyla ele alma döneminin de geride kaldığının görülmesinin önemi de öne çıkıyor; hem Paris Komününün ve hem de Ekim Devriminin taşıdığı bilincin, sözle veya yazı ile bilinç götürmekten çok daha etkili olduğu görülüyor; başkaları da var elbet; öyleyse insanların eylemli öğrenmeye yatkın olduklarını kabul etmek gerekiyor. Papaz Gapon’un peşinden ve ellerinde aziz ikonları ile çar babalarına, bugünden bakıldığında son derece naif görülen istekler içeren dilekçeyi vermek üzere yürüyen ve öte yandan büyük grev dalgası yürüten işçiler, çarın ordusunun, tarihe geçen kanlı saldırısı ile kırıldığı andan itibaren, her şey değişiyor ve ardından çarın japonlara yenilmesinin yarattığı berraklık, işçilerin daha önce kulak vermedikleri az sayıdaki devrimcinin ve en başta Lenin'in ve arkadaşlarının sesine kulak vermesine ve bu seste yankılanan öngörüleri ikircimsiz kabul ederek çara karşı öfkeli bir kararlılıkla kavganın en önünde saf tutmasına sıçratıcı bir etki yaratıyor ve tarihte ve de başka hiç bir ülkede görülmemiş büyüklükte siyasi grevler örgütlüyorlar, köylülere bilinç taşımaya başlıyorlar.

Ve Türkiye'de belki bunun prototipi olabilir ama özü aynı olduğu için, yani bir eylemli bilinç taşıdığı için, Türkiye tarihine Gezi Eylemi olarak geçen direniş, çalışan sınıfların, korkmalarına yer olmadığını ve kararlı olunursa korkutanların korkularını açığa vurduklarını görmesine, bilincine varmasına önayak oluyor.

Ol tarihten bu yana Türkiye'de korkutanları bir korkunun sardığını görmek için, söze gerek kalmıyor! Korkutan cephenin şirazelerinin hızla kaydığını görmek şaşırtıcı olmuyor.

Daha önemlisi, teorik olarak, pratiğin bir yansıması olarak ve uzun zamandır, reddetmek anlamında değil ama sendikaların mevcut haliyle işçi sınıfının iktidar mücadelesinde önemli bir kanal olmadığını ve bu önemi gittikçe daha da yitirdiğini ne kadar ifade etsek de, kabul edilmiyorken, artık işçiler ve hem de eskisinden çok daha kararlı olarak, kendi kararlarını kendileri alıyor ve uyguluyorlar; bu, aynı zamanda sendikaları ve sendikacıları da sarsıyor, kimini kendine getiriyor, kimini dışarı atıyor!

Ve tarihe baktığımızda işçi sınıfının örgütlenmelerinin çoğunun gizli olarak geliştiğini, açık mücadeleye pek yatkın olmadıklarını ve demokratik mücadeleye aşırı vurgusunun bile gizlenmek, yani barınak ve sığınak bulmak içgüdüsünü yansıttığı görebiliyoruz.

Öte yandan fabrikaların, işçiler için, tıpkı üniversitelerin yasalarla kazandığı bir dokunulmazlık alanları olduğunu,bu alanlarda kendilerini güvende hissettiklerini görüyoruz ki, kimi fabrikalarda direniş gösteren işçilerin, kendilerini fabrikaya kilitleyip, kimseyi sokmamaları ve çoğu kez sonuç almaları bunu net olarak doğruluyor.
Bu, gizil güçlerinin ve güven duyduğu alanlarının bilincinde olan işçilerin,işçi sınıfının açık örgütlenmesinin yalnızca düzenin reformasyonuna yaradığını, eylemli ve çoğu kez kendi eylemleri ile edindiği bilinçleri ile görebildiklerini gösteriyor.

Bu nedenle, Türkiye'nin işçi sınıfı ve emekçileri, nerden gelirse gelsin, kitlesel bir eylemli bilinç ile uyumadıklarını ve gizilgüçlerini depo ettiklerini kitlesel olarak gösterecekler ve kendi yarattıkları eylemli bilinçle hem kendilerini ve hem de toplumun diğer çalışan kesimlerini politize edeceklerdir.

Bir de BORGA kardeş, BORGA'dan seçme saçmalar geçidi misli, önümüze son derece anlamsız ifadeler koyarak, Engels'in, oportünistlerin, Almanya'daki hukuk düzeninin, bütün taleplerin barış yoluyla gerçekleştirilmesine elverişli olduğunun kabul edilmesinin istendiği bir zamanda ;yani o günkü koşullarda,toplumun gelişerek yavaş yavaş sosyalizme geçeceğine, hem partiyi ve hem de kendilerini inandırmak istedikleri bir zamanda ifade ettiklerinden hareketle ,üstelik sanki bugün kendin farklı tutum izliyormuşsun gibi, onu gözden düşürebileceğini sanmışsın; ama yanılmışsın.

Engels öncelikle saydığı koşullar ne kadar elverişli olursa olsun, yine de oportünistler gibi mutlaklaştırmıyor ve "düşünülebilir" diyor; bu sözcüğün ne anlama geldiğini biliyor musun acaba BORGA?

Evet "düşünülebilir" dediği aynı yerde Engels, önceki ifadesinin devamı olarak şunu da söylüyor : "ve" diyor "kendilerine toplumun sosyalizme geçerken eski toplumsal yapıyı yarı yolda bırakmak zorunda kalıp kalmayacağı, bu eski kabuğu istakoz yavrusunun kendi kabuğunu parçalarken gösterdiği kadar bir şiddete başvurarak atıp atmayacağı sorusu sorulmadan yapılmaktadır; sanki Almanya'da toplum, bundan başka henüz yarı-mutlakiyet niteliği taşıyan ve üstelik de son derece karmakarışık olan siyasi düzenin engellerini de kırıp aşmak zorunda değilmiş gibi."

Ve senin buraya taşıdığın ifadesinden sonra da ,"Ama" diyor Engels, "hükümetin bütün iktidarı elinde bulundurduğu, Reichstag'ın ve öteki temsili organların fiilen hiç bir güce sahip bulunmadıkları Almanya'da, böyle bir şeyi, hem de hiç gereği yokken, iddia etmek, mutlakiyetin asma yaprağını kaldırıp, onun çıplaklığını kendi vücudunla örtmeye benzer."

Demek ki burada ana fikir, Alman sosyal-demokratlarının içindeki oportünist tutumu deşifre etmektir! Sen bunu görmemeyi suç kapsamından çıkartırken, Engels'in ifadesindeki "düşünülebilir" sözcüğünü de "suç" kapsamına alıyorsun.

Öyleyse mahkûmiyetin, bakacağın yerlere sınır koymuştur, bunu görmemek mümkün olmuyor!

BORGA kardeş, hepsi bir bütün olarak, sana bir şey çağrıştırmıyor mu? Engels en azından Halk temsilcilerinin bütün iktidarı ellerinde topladıkları ülkeleri kastederek, sana göre bir "suç " işliyor; ya siz, şu ütopik "demokratik (aşiret) komünü"nüzle, şeriata dayalı ve ABD emperyalizminin bölgedeki "eş-başkanı" olduğunu defalarca ve övünerek ilan eden gerici - faşist 12 Eylül diktatörlüğünün çıplaklığını ne ile örtüyorsunuz, işçisine de, emekçisine de, yoksul köylüsüne de ,gencine de,yaşlısına da dünyayı dar eden, tekellerin kanını emmesi için elinden ne gelirse yapan bir rejimi, şu ünlü "komün"ünüzle demokratize etme hayaliniz hangi suçun kapsama alanı içine girmektedir?

Yoksa siz hâlâ kendinizi en kahraman ve gelmiş geçmiş tek teorisyen ya da filozof sanıyorsunuz da, Engels'i fayton şöförlüğü yaparken, taşıdığı soylu efendilerin lakırdılarını mı taşıyor sanırsınız?

Siz de hiç ölçü kalmamış demekle ne kadar haklı olduğumu bir kez daha gösteriyorsun; şuraya bakın hele; Engels'in, Alman sosyal-demokrat partinin oportünist temsilcilerinin program taslaklarını eleştirirken yazdıklarından ,üstelik yalnızca küçük bir bölümünden, çıkardığın sonuca bak; "Orda burda asker/ordu konusunda uzman, deha diye sıfatlar atfedilen Engels, mali oligarşinin en kuvvetli olduğu yerlerde silahı atlayıp iktidarı tarif ediyor"muş. "O da yetmiyor" muş, "proletarya diktasını parlamento üstünden mümkün görüyor." muş!

Buna ancak gülerler ama bu, sizin gibi, emperyalizmle en sıkı işbirliği içinde olan, üstelik şeriata dayalı bir faşist diktatörlük olan 12 Eylül rejimi ile barış içinde bir arada yaşanılabileceğine ve eşitlik-kardeşlik-özgürlük düşlerini yayan bir "demokratik" komün ile bütün sorunları çözdüğüne hem kendilerini hem de bizi ve zorla inandırmaya çalışanlardan gelirse acıklı bir güldürüden başka şey olmaz!

Dahası var, siz, "demokratik bir barışla" emperyalizmi bağdaştırmanız yetmiyormuş gibi, demokrasi ile şeriata dayalı bir faşist dikta rejimini de bağdaştırdığınızı; üstüne üstlük, bu faşist dikta rejiminden, ancak demokratik bir cumhuriyette yerinde olabilecek şeyler talep ettiğinizi görmediğimizi sanarak,pişkin pişkin,Engels'i olmadık şeylerle suçluyorsun(uz),üstelik bu suçlamalarınızın temelsiz olduğunu, bir önceki mektubumda göstermiş olduğum halde!

Ve görülüyor işte; ULAK bir kamyon dolusu laf etmiş, ama içinde bir tane içi boş turşu fıçısına sığacak ifade yokken, bir kaç cümleden ibaret olan, senin benzetmenle orantılarsak, bir oyuncak el arabasına ancak sığacak olan ifadelerinin neredeyse hepsi dökülüyor!

Ama sen hâlâ, üstelik henüz dediklerimin, o bir ton ifadenin, hiçbirisini çürütememişken, Engels'i gözden düşürmek için, son derece komik ifadelerin ile böbürlenerek, benim ifadelerimi, mezbeleliklere döküyorsun; dök bakalım, mezbereliklere döktüklerinin mi, yalan-yanlış etrafa saçtıklarının mı izi kalacak?

Diğer, yandan şimdi de "tek ülkede sosyalizm" olgusuna göz kırpmışsın; neden acaba, Öcalan'ın adını da zikrettiğine göre, Öcalan'ın ütopyasına bilimsel ton vermenin argümanı olarak kullanacaksın demektir! Nafile çaba ama umut fakirin ekmeği değil miydi, ne yaparsın?

Fakat yine de "tek ülkede sosyalizm" den size ekmek çıkmaz; Öcalan'ın ütopyasının olabilirlik katsayısını artırmaz ama ikiyüzlülüğünüzü açığa vurur; Engels'in halk temsilcilerinin iktidarı elinde tuttukları bir koşulda, "düşünülebilir" dediği için, yererken, hatta alaya alarak, oportünistlikle mahkûm ederken, emperyalizmin en azgın zamanında, 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist diktatörlüğünü konuşlandırmaya hızla devam ettiği koşullarda, aşağıdan, tedrici olarak demokrasinin "düşünülebilir" olduğunu değil, kesinkes mümkün olduğunu buyurmanızdaki iki yüzlülüğünüzü açığa vurur.

Öte yandan ,"tek ülkede sosyalizm" bir teori değil, pratiğin dayattığı bir zorunluluktur; bu nedenle Marx'ta olmaması gayet normal; ama senin aklın bunu almıyor tabii.

Ve ben bunu da ayrıntılı olarak anlattım; ve Ekim Devrimi, Batı Avrupa'dan, gelişmiş kapitalist coğrafyadan beklenirken, geri topraklarda patlak vermiş ve bu devrimin erken olduğu savları ile, devrimi burjuvaziye teslim etmeyi en büyük devrimcilik sayanların sarıldığı aynı teranelere hâlâ sarılındığı bir zamanda BORGA kardeşimiz, bu pratikten bir teori çıkartmış ve bunun Marx'da olmadığından söz ediyor; demek ki işine gelince pratik, BORGA nezdinde teori olabiliyor; ama olmaz; pratik, teori değildir.

Teori de pratik değildir. Teori tek tek pratikten çok ötedir ve teorinin geçerli sayılabilmesi için, kendisine tıpatıp uyan bir tek pratik bile gerekli değildir.

Ancak sosyalistler için ilk ve tek ülkedeki sosyalist iktidarı savunmak ve yaşatmanın en temel görev olduğu zamanlarda, bu tekil pratiklerin "teori" sayılması da inkâr edilemez, değeri küçümsenemez, bir tarihsel zorunluluk olmuştur. Fakat bu tekil pratiklerin bazılarını "teori" katına yükseltme pratiğinin, sosyalist teori üzerinde kısırlaştırıcı bir etki yaptığını da kabul etmek gerekir.

BİZ KABUL EDİYORUZ, AMA SİZ BURALARI GÖRMÜYORSUNUZ BİLE! ÇÜNKÜ BAŞKA YERLERİ GÖRMEYE MAHKûMSUNUZ VE BURALARA BAKAMIYORSUNUZ BİLE!

Velhasıl pratik günü yaşamaktır, teori geleceği yaşamaktır; pratik geleceği hazırlar, teori ise geleceği haber verir. Lenin haber verdi ama BORGA bihaberdir ve hâlâ dualar okuyor, Öcalan'ın "demokratik" komününü kutsuyor.

1917 yılının Eylül ayında Lenin, geleceğe dair şöyle yazdı;" İhtilal, siyasal sistem söz konusu edildiğinde, birkaç aylık bir zamanda Rusya'nın ileri ülkelere yetişmesini sağladı. Ancak bu yeterli değildir. Savaş merhametsizdir; alternatifleri acımasız bir katılıkta ortaya koyuyor: Ya mahvolma ya da ileri ülkelere ekonomik olarak da yetişmek ve geçmek."

Görülüyor, Lenin, Stalin'in omuzlarına kalan bir pratiği, "Yetişmek ve geçmek", (dognati peregnata) politikasını Ekim devriminden sonra değil, önce formüle etti.

Hem de şöyle formüle etti,"Mahvolmak ya da tam yol ileriye atılmak. Tarihin yazdığı alternatif budur."

Bu sözler, tamı tamına teoridir ve üstelik on yıl kadar sonra ortaya çıkan pratik, bu teoriyi doğrulamıştır.

Tek ülkede sosyalizm mi demiştin BORGA?

İşte böyle bir şey ve Lenin, bunun haberini çok önce veriyor ama sen bilimdışı, hatta ecüş bücüş, yalana da yaslanan, yanlışı da kucaklayan anlamsız ifadelerinle bu gerçekliğin ağırlığını hafifletebileceğini sanıyorsun; bunu çek döküntüsü, kapitalist yolcu, Milan Kundera bile başaramadı, sen mi başarabileceksin?

Neyse, meramını sonunda anlatmışsın, demek ki senin ütopyan da "komün" ile jakobenist bir "proleter diktası" karışımının güler yüzlü versiyonu!

Daha doğrusu güler yüzüyle, intikam çığlıkları atan ve düşmanları değil bastırmak, karnındaki bebesini dahi yok edecek denli yok edecek bir haleti ruhiye ile "hareketin ve toplumun yasalarını" harekete geçirmeyi hedef alıyorsun.

Hadi bakalım,"vatan"a ,"millet"e hayırlı olsun,"komün"leri neşe ile doldursun, ütopya sahiplerinin yüzünü güldürsün, Kürt halkına "eşitlik-kardeşlik-özgürlük" ekseninde ve Amerikan "dost"luğunda, 12 Eylül faşist rejiminin "inayetinde",Öcalan'ın "önder"liğinde mutluluklar ihsan eylesin!

İşte böyle BORGA kardeş, bütün samimiyetimle ve laflarımı dolandırmadan ne ise onu bir kez daha anlatmaya çalıştım; senin ya da benim kazanmamızın hiç önemi yok; kazanması gereken gerçekliktir ve elbette bu gerçekliğin bilincine varması gereken işçi sınıfı ve emekçi halkımızdır, Kürt halkını ayırmıyorum, öyleyse aynı samimiyetle dediklerimi derinlemesine irdelemelisin, benim gerçeğe sarılıp kimselere kaptırmama gibi bir niyetim yok, ama tümüyle dediklerinden yola çıkarak, senin gerçeklik ile bir derdin olduğu anlaşılıyor; bu derdin her ne ise, ancak ve ancak gerçekliğin içindekilere vakıf olarak bundan kurtulabilirsin; ama bunun için, lütfen biraz olsun bilime tutunmalısın!

Bu sana da bana da kazanç getirmeyecek ama düşmanlara kayıp, emekçi halkımıza kazanç getirecek ve hafife alma ki buradaki bir kaç doğru ifadenin bile, bu kazancı artırmada ve emekçi sınıfların, halkımızın zaferini yakınlaştırmada son derece önemi ve katkısı vardır.
İşte bizim kazancımız da bu olacaktır; bundan daha büyük kazanç ne olabilir?

Bu nedenle, biliyorum seni ifadelerimle zorluyorum ve canını da sıkıyorum, ama hepsi emekçi halkımız için, eğer gerçekten derdin emperyalizmin, tekellerin ve onların baskıcı rejimlerinin kanını emdiği, Kürt veya Türk emekçi halkın kurtuluşu ve mutluluğu ise, inan ki kurduğun cümlelerle bunu gerçekleştirecek tek bir tuğla bile koyamazsın!

Üstelik, kurduğun ifadelerin, çoğunun anlamsız olduğu ve maddi yaşamda karşılığı olmadığı görülüyor; sen de farkındasın aslında; bu nedenle farkındalığının gereğini yapmalısın, sahne ışıklarına kapılmamalısın, alkışlarla heyecanlanmamalısın, heyecanın gerçeklerin baskısı ile artmalı, bu topraklara hepimizin borcu var, elbette devrimci sorumluluk taşıyorsak, bu nedenle bu sorumluluğumuzu hatırlayarak, bu borcu en tam ifadesiyle ödemek için, biraz olsun yüzünü bilime dönmelisin!

Bunu başardığın andan itibaren arkası çorap söküğü gibi gelecektir.

Ama bilimi "hurafe" diyerek gözden düşüremezsin ve üstelik böyle bir arpa boyu ilerleyemezsin! Düşmanın değirmenine taşıdığın, ki zaten taşırken çoğu yerlere dökülüyor, su ile kalakalırsın !

Kürt ve Türk emekçi halkı bunun için sana aferin demez ama diyecek birilerini illaki bulursun!

Öyleyse seçimini yapmalısın, bilim mi, bilimdışı ve çoktan eskimiş takıntıların mı?


Saygıyla ve sevgiyle kal

Fikret Uzun

29 Kasım 2013

HASAN KARATAŞ İSİMLİ FORUM ÜYESİ İÇİN KAPİTALİZMİN DOĞUŞUNA İLİŞKİN ZİHİN AÇICI TEORİK BİLGİLER

"Materyalist tarih anlayışı, üretimin ve üretimden sonra, üretilen ürünlerin değişiminin, her toplumsal rejimin temelini oluşturduğu; tarihte görülen her toplumda, ürünlerin bölüşümünün, ve ürünlerin bölüşümü ile birlikte, sınıflar ya da zümreler biçimindeki toplumsal eklemlenmenin üretilen şeye, bunun üretiliş biçimine ve üretilen şeylerin değişim tarzına göre düzenlendiği tezinden hareket eder.
Sonuç olarak, bütün toplumsal değişikliklerin ve bütün siyasal altüst oluşların son nedenlerini insanların kafasında, ölümsüz doğruluk ve ölümsüz adalet üzerindeki artan kavrayışlarından değil, üretim ve değişim biçiminin değişikliklerinde aramak gerekir; onları, ilgili dönemin felsefesinde değil, iktisadında aramak gerekir. Eğer varolan toplumsal kurumların usa-aykırı ve adaletsiz oldukları, usun budalalık, ve iyiliğin kötülük durumuna geldiği sonucuna varılırsa, bu, üretim yöntemleri ve değişim biçimlerinde, daha eski iktisadi koşullara uyarlanmış toplumsal rejimin artık bağdaşamadığı gizli dönüşümler olduğunun bir göstergesinden başka bir şey değildir. Bu, aynı zamanda, farkına varılan düzgüsüzlükleri ortadan kaldırma araçlarının da —azçok gelişmiş bir durumda—, zorunlu olarak değişmiş üretim ilişkileri içinde bulundukları anlamına gelir. Öyleyse, insanın bu araçları kafasında uydurması değil, ama beyni yardımıyla, gözönünde bulunan maddi üretim olguları içinde bulması gerekir.

Burjuvaziye özgü, Marks'tan bu yana kapitalist üretim biçimi olarak adlandırılan üretim biçimi, feodal rejimin karşılıklı kişisel bağlılıkları ile olduğu gibi, yer ve zümre ayrıcalıkları ile de bağdaşmaz bir şeydi. Burjuvazi, feodal rejimi paramparça etti, ve onun yıkıntıları üzerine, serbest rekabetin, gitme-gelme özgürlüğünün, meta sahiplerinin hukuksal eşitliğinin ve öbür burjuva parlaklıklarının imparatorluğu olan burjuva toplum düzenini kurdu.
Kapitalist üretim biçimi artık özgürce gelişebilirdi. Burjuvazinin yönetimi altında yetkinleştirilen üretici güçler, buhar ve yeni maşinizm, eski manifaktürü, büyük sanayi durumuna dönüştürdükten sonra, o zamana kadar görülmemiş bir hızlılık ve bir genişlikte gelişti. Ama tıpkı, zamanında manifaktür ve onun etkisi altında gelişmiş bulunan zanaatçılığın, loncaların feodal köstekleri ile çatışmaya girmiş oldukları gibi, büyük sanayi de, bir kez tam olarak geliştikten sonra, kapitalist üretim biçiminin onu içine sardığı engeller ile çatışmaya girer.

Yeni üretici güçler, kullanımlarının burjuva biçimini aşmış bulunurlar; ve üretken güçler ile üretim biçimi arasındaki bu çatışma, örneğin ilk günah ile tanrısal adalet arasındaki çatışma gibi, insanların kafasında doğmuş bir çatışma değildir: olgular içinde, nesnel olarak bizim dışımızda, hatta kendisine neden olan insanların istenç ve eylemlerinden bile bağımsız biçimde varolan bir çatışmadır.
Modern sosyalizm, bu gerçek çatışmanın düşüncedeki yansısından, herşeyden önce, bu çatışmadan acı çeken sınıfın beyinlerinde, fikirler biçimi altında yansımasından başka bir şey değildir.

Kapitalist üretimden önce yani ortaçağda, her yerde emekçilerin kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine dayanan küçük üretim görülüyordu: Küçük özgür köylü ya da toprak kölelerinin tarımı, kentlerin zanaatçılığı. Çalışma araçları, —toprak, tarım aletleri, atelye, zanaatçı avadanlığı,— bireyin, yalnızca bireysel kullanım için hesaplanmış çalışma araçları idi; yani zorunlu olarak küçük, ufacık, sınırlı idiler. Ama işte bu nedenle de, normal olarak üreticiye ait bulunuyorlardı. Bu dağınık ve daracık üretim araçlarını bir araya toplayip genişletmek, onları bugünkü üretimin güçlü kaldıraçları durumuna getirmek — kapitalist üretim biçiminin ve onun dayanağı olan sınıfın, burjuvazinin tarihsel rolü işte tam da bu oldu. Kapital'in dördüncü kısmında Marks, 15. yüzyıldan başlayarak yalın elbirliği, manüfaktür ve büyük sanayiden oluşan üç aşamada, burjuvazinin bu işi nasıl başardığını ayrıntılı bir biçimde betimlemiştir. Ama Marks'ın gene aynı yerde tanıtladığı gibi burjuvazi, bu sınırlı üretim araçlarını, bireysel üretim araçlarını ancak bir insan topluluğu tarafından kullanılabilecek toplumsal üretim araçları durumuna dönüştürmeksizin, güçlü üretici güçler durumuna dönüştüremezdi. Çıkrık, dokumacı eltezgahı, demirci çekici yerine, iplik bükme makinesi, mekanik dokuma tezgahı, buharlı çekiç; bireysel atelye yerine yüzlerce ve binlerce insanın elbirliğini egemenlik altında bulunduran fabrika geçti. Ve tıpkı üretim araçları gibi üretim, bir dizi bireysel eylem durumundan bir dizi toplumsal eylem durumuna ve ürünler de bireysel ürünler durumundan toplumsal ürünler durumuna dönüştü. Artık fabrikadan çıkan iplik, dokuma, madeni eşya, bitmeden önce sıra ile zorunlu olarak ellerinden geçtikleri birçok işçinin ortaklaşa ürünü idiler. İşçiler arasında: "bunu yapan benim, bu benim ürünümdür" diyebilecek bir tek kişi yoktu.

Kapitalist üretimden önce yani ortaçağda, her yerde emekçilerin kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine dayanan küçük üretim görülüyordu: Küçük özgür köylü ya da toprak kölelerinin tarımı, kentlerin zanaatçılığı. Çalışma araçları, —toprak, tarım aletleri, atelye, zanaatçı avadanlığı,— bireyin, yalnızca bireysel kullanım için hesaplanmış çalışma araçları idi; yani zorunlu olarak küçük, ufacık, sınırlı idiler. Ama işte bu nedenle de, normal olarak üreticiye ait bulunuyorlardı. Bu dağınık ve daracık üretim araçlarını bir araya toplayip genişletmek, onları bugünkü üretimin güçlü kaldıraçları durumuna getirmek — kapitalist üretim biçiminin ve onun dayanağı olan sınıfın, burjuvazinin tarihsel rolü işte tam da bu oldu.
Kapital'in dördüncü kısmında Marks, 15. yüzyıldan başlayarak yalın elbirliği, manüfaktür ve büyük sanayiden oluşan üç aşamada, burjuvazinin bu işi nasıl başardığını ayrıntılı bir biçimde betimlemiştir.

Ama Marks'ın gene aynı yerde tanıtladığı gibi burjuvazi, bu sınırlı üretim araçlarını, bireysel üretim araçlarını ancak bir insan topluluğu tarafından kullanılabilecek toplumsal üretim araçları durumuna dönüştürmeksizin, güçlü üretici güçler durumuna dönüştüremezdi.

Çıkrık, dokumacı eltezgahı, demirci çekici yerine, iplik bükme makinesi, mekanik dokuma tezgahı, buharlı çekiç; bireysel atelye yerine yüzlerce ve binlerce insanın elbirliğini egemenlik altında bulunduran fabrika geçti.

Ve tıpkı üretim araçları gibi üretim, bir dizi bireysel eylem durumundan bir dizi toplumsal eylem durumuna ve ürünler de bireysel ürünler durumundan toplumsal ürünler durumuna dönüştü.
Artık fabrikadan çıkan iplik, dokuma, madeni eşya, bitmeden önce sıra ile zorunlu olarak ellerinden geçtikleri birçok işçinin ortaklaşa ürünü idiler. İşçiler arasında: "bunu yapan benim, bu benim ürünümdür" diyebilecek bir tek kişi yoktu.

Ama, toplum içinde doğal işbölümünün temel üretim biçimi olduğu yerde, bu işbölümü ürünlere, bu ürünlerin karşılıklı değişimi yani alım ve satımı bireysel üreticilerin birçok gereksinmelerini karşılayabilecek bir duruma getiren meta niteliğini kazandırır. Ve ortaçağdaki durum da buydu. Ömeğin köylü, tarlaların ürününü zanaaçıya satıyor ve karşılık olarak ondan zanaatçılık ürünlerini alıyordu. Demek ki yeni üretim biçimi işte bu bireysel üreticiler, meta üreticileri toplumu içine sızdı. Tüm toplumda egemen olan bu yöntemsiz, doğal işbölümünün orta yerine, bireysel fabrikada örgütlendiği biçimiyle, yöntemli işbölümünün girdiği görüldü; bireysel üretimin yanında, toplumsal üretim ortaya çıktı. Her ikisinin de ürünleri aynı pazarda, öyleyse hiç olmazsa aşağı yukarı eşit fiyatlar üzerinden satılıyordu. Ama yöntemli örgütlenme, doğal işbölümünden daha güçlü idi; toplumsal olarak çalışan fabrikalar, tek tek çalışan küçük üreticilerden çok daha ucuza üretiyorlardı. Bireysel üretim, bir alandan sonra bir başkasında yenik düştü, toplumsal üretim tüm eski üretim biçimini devrime götürdü. Ama toplumsal üretime özgü bu devrimci nitelik o denli az anlaşıldı ki toplumsal üretim, tersine, meta üretimini artırma ve kolaylaştırma aracı olarak benimsendi.

Toplumsal üretim, meta üretimi ve meta değişiminin tecimsel sermaye, zanaatçılık, ücretli emek gibi daha önce varolan bazı kaldıraçlarına doğrudan doğruya bağlanarak doğdu. Meta üretiminin yeni bir biçimi olarak ortaya çıktığı için, meta üretiminin sahiplenme biçimleri onun için de yürürlükte kaldi.

Ortaçağda gelişmiş bulunduğu biçimiyle meta üretiminde, emek ürününün kimin malı olacağı sorunu ortaya bile çıkamazdı. Genel kural olarak bireysel üretici, kendi öz çalışma araçları ve kişisel çalışması ya da ailesinin çalışması yardımıyla, onu kendi malı olan ve çoğu kez kendi başına ürettiği hammaddeler ile üretmişti. Ürünün önce onun tarafından sahiplenilmesinin hiçbir gereği yoktu, kendiliğinden onun malı idi. Yani ürünlerin mülkiyeti, kişisel emeğe dayanıyordu. Hatta başkasının yardımından yararlanıldığı yerde bile, bu yardım genel kural olarak önemsiz kalıyor ve ücretten çok, çoğu kez bir başka karşılık alıyordu: Lonca çırak ve kalfası, beslenme ve ücretten çok, ustalığa hazırlanmak için çalışıyordu. Üretim araçlarının büyük atelyeler ve inanüfaktürlerde toplanmaları, gerçekten toplumsal üretim araçları durumuna dönüşmeleri, işte o sırada başgösterdi. Ama toplumsal üretim araçları ve toplumsal ürünler, sanki şimdi de bireysel üretim araçları ve bireysel ürünler olarak kalmışlar gibi işlem gördüler. Eğer şimdiye değin çalışma araçlarının sahibi, ürünü genel kural olarak kendi öz ürünü olduğu ve başkasının yardımcı çalışması ayrıklama durumunda bulunduğu için sahipleniyorduysa, şimdi de ürün kendi ürünü değil ama tamamen başkasının emek ürünü olduğu halde, onu kendine maletmeye devam etti. Böylece, bundan böyle toplumsal olarak yaratılan ürünler, üretim araçlarını gerçekten kullanan ve ürünleri gerçekten üreten kimseler tarafından değil ama kapitalist tarafından sahiplenildiler. Üretim araçları ve üretim, özsel olarak toplumsal duruma geldi; ama bireylerin, herkesin kendi öz ürününe sahip olduğu ve pazara taşıdığı özel üretimini öngerektiren bir sahiplenme biçimine bağlı tutuldular. Üretim biçimi onun önkoşulunu ortadan kaldırdığı halde, bu sahiplenme biçimine bağımlı kalındı. Yeni üretim biçimine kapitalist niteliğini veren bu çelişkide, daha o zamandan günümüzün büyük çatışması tohum durumunda yatar. Yeni üretim biçimi, bütün önemli üretim kesimlerinde ve ekonomik bakımdan önemli bütün ülkelerde egemen bir duruma geldiği ve bunun sonucu bireysel üretimi önemsiz kalıntılar durumuna indirgeyecek denli yerinden ettiği ölçüde, toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki uyuşmazlığın da o ölçüde kabaca ortaya çıktığı görülüyordu.

Söylemiş olduğumuz gibi ilk kapitalistler, ücretli emek biçimini daha önceden hazır olarak buldular. Ama onu ayrıksın ikincil uğraşım, yardım kaynağı, geçici durum olarak buldular. Zaman zaman ücret karşılığı çalışmaya giden kırsal emekçinin, kendi malı olarak sahibi bulunduğu ve onu kıt kanaat geçindiren birkaç dönümlük bir toprağı vardı. Lonca kuralları bugünün kalfasının, yarının ustası olmasını gözetiyordu. Ama üretim araçları toplumsal araçlar durumuna dönüştükten ve kapitalistlerin elinde toplandıktan sonra, her şey değişti. Küçük bireysel üreticinin üretim aracı da, ürünü de, gitgide değerlerini yitirdiler; ona bir ücret karşılığı gidip bir kapitalist yanında çalışmaktan başka yapacak bir şey kalmadı. Vaktiyle ayrıklama ve yardımcı kaynak olan ücretli emek, tüm üretimin kuralı ve temel biçimi durumuna geldi; eskiden ikincil bir uğraşım iken, şimdi emekçinin tek etkinliği oldu.

Zaman zaman ücretli, ömürboyu ücretli durumuna dönüştü. Ömürboyu ücretliler yığını üstelik, feodal rejimin zamandaş yıkılışı, feodal beylerin maiyetlerinin dağılışı, köylülerin topraklarından kovuluşu vb. sonucu, aşırı derecede arttı. Bir yanda kapitalistler elinde toplanmış üretim araçları ile öte yanda emek-güçlerinden başka bir şeye sahip olmama durumuna indirgenmiş üreticiler arasındaki ayrılma, tamamlanmıştı.

Toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki çelişki, kendini proletarya-burjuvazi karşıtlığı olarak gösterir. "

Fikret Uzun

12 Kasım 2013

ABDnin DOSTluğundan, BARIŞ, EŞİTLİK, KARDEŞLİK VE ÖZGÜRLÜK ÇIKMAZ


Şeriata dayalı bir faşist diktatörlüğe ve ABD'nin BOP projesinin eş başkanlığını yürüttüğünü övüne övüne ilan eden bir yönetime sahip olan tekellerin düzeninde, yani devamlılığından ve özünden hiçbir şey kaybetmemiş olan 12 Eylül kölelik rejimi içinde, barış, kardeşlik, eşitlik, özgürlük, demokrasi vb. düşü görmek ve göstermek için ısrarlı bir çaba sarf edenler, bu düşten uyanmamak ve uyandırmamak için, 12 Eylül rejimi ve yönetimi ile "barış süreci"adı altında sürdürdükleri ilişkilerinde bu "düş"ü dağıtacak hiçbir çelişkinin öne çıkmasını istemezler; istemedikleri, kendi içlerindeki çelişkilerin su yüzüne çıkmasını göze alarak, rejimin ve yönetimin özü gereği keskinleştirdiği çelişkilerin üzerini, "provokasyon" işareti ile örtmelerinden bellidir. Bu, iki tarafın da aynı yere, yani "provokasyon"a, vurgu yapmalarından da ve daha çok belli oluyor!

Diğer yandan bu durum, bu "düş" içinde,"düş" görenler için, vazgeçilemeyecek denli büyük bir (hadi "çıkar" demiyeyim) beklenti olduğunu, bunun Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarları ile ilgisi olmadığını, dolayısıyla Yüksekova'da meydana gelen ölüm hadisesine ilkeler çerçevesinde değil, Kürt halkının tarihsel vazgeçilmez çıkarları çerçevesinde de değil, bu "düş"te yatan beklenti çerçevesinde yaklaşıldığını da gösteriyor.

Bunun sonucunda, soyut bir "provokasyon" vurgusu ile zevahiri kurtarmak ve her ne olursa olsun, 12 Eylül faşist rejiminden gelecek barış, eşitlik, kardeşlik, özgürlük demokrasi, vb. "düş"ünü canlı tutmak, kitleleri bu "düş"ün içinde tutmak mümkün olabilecektir.
Eğer bu "düş"e içerilmiş olanlar, Kürt halkının vazgeçilmez tarihi çıkarları ile bağlı olsa idi; Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarları ile bağlı kaderlerini özgürce tayin etmelerine geçit verse idi, bu "düş" fetişleştirilmez, Kürt halkına başka türlü yansıtılmaz ve her ne pahasına olursa olsun bu "düş" canlı tutulmak istenmezdi.

Çünkü akıl taşıyanlar çok iyi görüyorlar ki aslolan, BOP projesi, yani ABD emperyalizminin kırk yıldır güttüğü "Büyük Kürdistan" projesidir ve 12 Eylül faşist rejiminin yönetimi, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanı olduğunu bir kez değil, iki kez de değil, hatta üç-beş kez de değil,26 kez ilan ve tescil etmiş, bu temelde Diyarbakır'ın bir yıldız olacağından ve en sonu Diyarbakır'da "Kürdistan"dan söz ederek Kürtlere müjde bile vermiştir; amma ve lakin, ortada, bu müjdeyi vermiş olan ve bu müjde temelinde müzakereler yürüten, barış sürecini yöneten ve "demokrasi paketi" ile övünen 12 Eylül rejiminin yönetimi'nin sıkı bir disiplin altında elinde bulundurduğu güçleri "Kürdistan" müjdesi verilen bölgede, Kürtlerin mezarlarının yıkılması nedeniyle tertiplenen ve durumun vahameti nedeniyle bir fazla öfke yüklü protesto gösterilerinde, protestocuların üzerine nişan alarak kurşun sıkması bu müjdeye uymamaktadır; ancak bir de şu var ki, hangisi uymuştur sorusuna muhataptır?

Oysa ABD emperyalizminin kırk yıldır güttüğü "Kürt politikasının" içindeki bir çözüm de olsa, bir "Kürt çözümü" nün taraflarından birisi olan Türk yönetiminin, Kürtlerin mezarlarını, yeniçeri'lerin mezar taşlarının dağıtılması misli dağıtması ve bu nedenle biraz fazla öfkeyle protesto eden Kürtlerin üzerine, resmen nişan alarak ateş ettirmesi veya etmesi mümkün görünmüyor; daha doğru ifadeyle "çözüm süreci" ile yatıp kalkan, "Diyarbakır"ı yıldız yapmaktan ve "Kürdistan"dan söz edilirken, Kürtlerin mezarlarının dağıtılmaması ve buna tepki gösteren Kürt'lere nişan alarak ateş edilmemesi veya ettirilmemesi gerekmektedir.

Ancak, mezarların dağıtılması değil ama iki kişinin nişan alınarak öldürülmesinin, protestocuların üzerine su ve biber gazı sıkan hükümete bağlı polisler tarafından gerçekleştirilmiş olduğu kesindir ve burada sorumluluk mezarların tahrip edilmesi dahil, her açıdan hükümete aittir.

Ancak, hükümete bağlı polisler bunu yapmışsa da, ki yaptığı kesindir, bu yapılanlarda hükümetin sorumluluğu olduğunu, taşıdıkları ortak "düş"ten vazgeçmediği için, Öcalan cephesinin kabul etmesi mümkün değildir; etmemiştir de; öyleyse Öcalan'ın "provokasyon" işareti, iki yönlüdür; birincisi rejimin yönetimini aklamayı içeriyor; ikincisi, bu "provokasyon" işareti, hükümeti bağımsız kılarak öne sürülüyorsa, "vallahi biz 'düş'ümüzün arkasındayız, ama süreç uzadığı için, içimizde uykusu kaçanlar var" ya da "bunu fırsat bilip devrimci rengini öne çıkarmak isteyenler var ve bizden yana sıkıntınız olmasın ama elinizi çabuk tutun" demektir.

Ve akıl taşıyanlar şunu da görüyorlar ki bir değil, iki değil, 12 Eylül rejiminin yönetimi, kendisinin övüne övüne ve "demokrasi"yi artıracağı savlarıyla önemsediğini ve önemsemeyenleri yerdiğini gösterirken, bu sürecin diğer tarafını hep üzmüş, özveriye itmiş, hesaplarını şaşırtmış, takvimlerini geciktirmiş ve hatta sürecin lafzı ile bile çelişki içinde olan yaklaşımlar içine girmiş olmasına karşın, sürecin muhataplarından biri olan Öcalan, Kandil ve/veya BDP tarafı, siz" böyle -böyle yapıyorsunuz, bu bizi üzüyor ve geciktiriyor ama biz sürecin ve verdiğimiz sözlerin arkasındayız, hatta süreci daha rahat yönetmeniz için size süre de veriyoruz, yetmezse, başka süre de veririz, yeter ki siz süreci sonlandırmayın, bizi yarı yolda bırakmayın...!" yollu güler yüzlü, iyimser ve empatik bir tepkiyi dile getirmektedirler; bu tepkiyi dile getirirlerken karşılıklı verilen sözleri hatırlatmaları ile ise, Kürt halkına vazgeçilmez tarihsel çıkarları yönünde verdikleri sözlere değil, ABD emperyalizmine, şeriata dayalı gerici, faşist 12 Eylül diktatörlüğüne verdikleri sözlere sadık kaldıklarını, daha açığı, bu verdikleri söze mahkum olduklarını göstermektedirler.

Son olarak, Öcalan'ın "provokasyon" işaretinin yanında, "bana artık dışarıda rol vermelisiniz ki, ancak böyle, ortak 'düşümüzün' içine, ki ne tesadüf, ABD’nin kırk yıldır içinde yaşadığı "düş" ile çakışmıştır, öyle ya da böyle ikna ederek, Kürt halkının geride duran kesimlerini ve elbette içimizde hala devrimci renk taşımakta ısrar edenlerini, bu "düş"ün içine sokabilirim." anlamını taşıyan ifadeleri de mesajının içine katması, buraya kadar ortaya koyduklarımı doğrular mahiyettedir.

Diğer yandan,"Veren el", "alan el"den üstünse,"veren el"in, "alan el"e verdikleri ya çok önemsizdir, ya da önemi büyükse, bundan daha önemli bir şeyi almak üzere verdiğini ya da her an veya lüzumunda geri almak üzere verdiğini düşünebiliriz!

Her iki durumda da, demek ki verilenler Kürt halkı için ya çok önemsiz şeyler olacaktır ki eşitliğe, kardeşliğe, özgürlüğe ve demokrasiye dair bir kırıntı bile taşımayacaktır; barışı ise, veren elin üstünlüğünü sağlamlaştırmaya yarayan bir sükut anlamında,"pax Kürdiya" misli bir barış anlamında düşünmemiz gerekmektedir; ya da "alan el"in eline, o da "veren el"in maşaları gözetiminde verilen önemli ve büyük bir parça ise bu, daha sonra alınması kesin ve garanti olan bir büyük önemli parça olmaktan öteye gitmeyecektir.

İşte BOP ile BİP özdeşleştirilirken ve artık bu pek de gizlenmezken, anlatılmak ve ilan edilmek istenen içerik budur; ABD emperyalizminin ve/veya İsrail'in hegemonyasında, devrimci renkleri budanmış, gericileştirilmiş, sükut içinde, itaatkar bir "Büyük Kürdistan", hem Öcalan'ın ve hem de, elbette bilumum işbirlikçileri ile birlikte, ABD emperyalizminin gördükleri bir ve aynı "düş"tür.

ABD emperyalizminin yaldızı, "demokrasi"ye bulanmış "Büyük Ortadoğu Projesi" ve "Yeni Dünya Düzeni" dir; Öcalan'ın yaldızları ise "demokratik modernite", "demokratik ulus" ve "demokratik komün" dür.

Kazıyın, altından, ABD emperyalizminin kozmopolitizm propagandası ile gerekçelendirmeye çalıştığı, Öcalan'ın ise "devletsiz devlet" vurgusu ile gerekçelendirdiği "ulus-devlet düşmanlığı" ile devrimci renkleri budanmış, gerici, itaatkâr ve hegemonik bir "büyük Kürdistan" "düş" ü çıkacaktır.

İşte, şimdi hemen hemen bütün renkleri ile ancak sadece içindeyken örtüşen iki "düş" ün, Öcalan'ın ve ABD emperyalizminin "Büyük Kürdistan" "düş"ünün, uzun zamandır bir ve aynı olmasına karşın, bir türlü bu "düş"ün dışındaki canlı, fiziksel gerçekliğin içinde vücut bulamaması, Kürt halkının ve bu "düş"e belli çekincelerle yaklaşan devrimci renk taşıyan Kürtlerin ikna edilememiş veya yeterince manipule edilememiş olmasının sonucudur ve bu sonuç da, bir süredir keskinleşen çelişkilerin ve ortaya dökülen açıklıkların, turnusolların da diyebiliriz, nedenidir!

Bu, bir doğumun, doğumu gerçekleştirecek olan ve doğuma vesile olacak olan canlı öznelerden bağımsız, cansız bir nesne üzerine çizilen doğum olayını yansıtan kurgulanmış resme benzer ve bu nedenledir ki, bu resim üzerinde, renklerde ve biçimde değişiklikler yapılabilmekte, süresi uzatılabilmekte, hatta bir süreliğine üzeri bir tül ile de olsa kapatılabilmekte, gelişen yeni şartlara uygun olarak da, resmin taşıdığı renklere veya biçime yapılan kurgusal veya fiziki müdahalelerle tamamlanmaya çalışılmasını anlatmaktadır.

Ancak karşı karşıya olduğumuz, bu resme sığmayacak kadar canlı, gerçek ve bilimsel yasalara bağımlı bir doğumdur; bu nedenle Kürt ve Türk halkından, işçi ve emekçi kitlelerden, toplumsal yaşamın canlı renklerinden bağımsız olarak kurgulanarak resmedilmeye çalışılan doğum, bir türlü gerçekleştirilememekte, geliştirilemedikçe de doğumun canlı gerçekliğinin fotoğrafı, bu öznel "düş"leri paramparça edecek denli netleşmektedir!

Bütün bu oynanan tiyatrolar, kırda kötü, kentte iyi polis rolleri ve her iki tarafta da "yağmasam da gürlerim" halleri, "yağmak" zorunda kalınınca da suçu, soyut "provokasyon" hallerinin üzerine atma pişkinlikleri, öznel "düş"leri paramparça edecek denli netleşen canlı gerçekliğin üzerini örtmek; Kürt halkının vazgeçilmez tarihsel çıkarlarını ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin vazgeçilmez çıkarlarına bağlamak içindir.

Bağlanırsa, kurtulan, Kürt halkı mı, Türk halkı mı, çıkarları bir ve aynı olan ve birbirleri ile düğüm halinde Kürt ve Türk işçilerinin, emekçilerinin kanını emen ezen ve ezilen ulusun zenginleri mi, Türkiye'nin emperyal hevesleri olan büyük büyük zenginleri mi, 12 Eylül faşist rejimi mi, ABD emperyalizmi ve işbirlikçileri mi olacaktır akıl taşıyanlar çok net olarak görmekte ve Öcalan'ın da, ona biat eden sahte "sol" gömlekli mürtecilerin de, bu net olarak görüleni gördüklerini ama görmezden geldiklerini bilmekte ve görmektedirler.

Öyleyse bu "düş", nafile çabadır ve onca zamandır, iki ileri-bir geri hamlelerle kafamıza kakılan ve ille de biat ettirmek için uğraşılan, renkleri birbirine karışmış, hatta kapkaranlık olmuş ve çoktan "düş"lere de, gerçeklere de sığmayacağının sinyallerini vermekte olan resimdeki cansız doğumun gerçekleşmesinin, eşyanın tabiatına uymadığı misli mümkün olmadığını görmek zor değildir.

Bu doğumu gerçekleştirecek veya bu doğumun uyacağı canlı, gerçek, nesnel renkleri yansıtan ve olayların akışının canlı yaşam üzerine çizdiği resimde kendini gösteren, ezen ulusun ezilen ve sömürülen sınıflarının devrimi ile ezilen ulusun ezilen ve sömürülen emekçi halkının emperyalizme ve ezen ulusun egemenlerine karşı yürüttüğü devrimin içiçe geçmiş olmasını ifade eden bilimsel ve iyimser düştür.

Bu bilimsel ve iyimser düş, Öcalan'ın ve ABD emperyalizmin ve elbette işbirlikçilerinin karanlık ve bilim dışı "düş" ü tuzla buz eder, ediyor ve hızlanmıştır.

İşte bu nedenle gerici Kürtler ile gerici Türklerin, ezen ve ezilen ulusun egemenlerinin, yoksul ve yoksullaştırılmış, hatta köleleştirilmiş Kürt ve Türk emekçi halklarının kanının daha da fazlasını emebilmelerine olanak sağlayacak bir kanlı ve karanlık düzen düşü etrafındaki ittifaklarına karşı, tümüyle bilimsel ve bu oranda ve bu bilimselliğe bağlı olarak iyimser düş taşıyan ilerici Kürtler ile ilerici Türklerin birliğini öne çıkarmak, son derece tarihsel ve nesneldir; aynı oranda da başarı şansı yüksek bir politikadır.

Kürt halkının da, Türk halkının da ve elbette tekellerin kanlarını emdiği ve daha da fazla emmeye hazırlandığı işçi sınıfının ve emekçilerin kurtuluşu da, iki ezilen ve sömürülen halkın kader birliğinde ve ortak düşmana karşı, kendi anti-emperyalist renklerinde ama bu renklerin sınıfsal yanı ağır basan bütünleşik halinde mücadele etmelerine bağlıdır.

Yani ABD emperyalizminin "dost"luğuna ve gücüne bağlı değildir; işçi ve emekçilerin daha fazla kanını emmek için her türlü kötülüğe hazır ve nazır olan tekellerin şeriata dayalı faşist 12 Eylül rejiminin baskısı ve yıkıcı-yok edici hamleleri sürekli artan koşullarında ve bunu artırıcı yasalarında görülen "barış", "kardeşlik", "eşitlik", "özgürlük", "demokrasi", vb. düşlerine bağlı değildir.

Akıl taşıyanlar ve Kürt halkının kendi kaderini özgürce tayin etmesi hakkını yürekten destekleyenler, bunu bilir, bunu söyler ve bu günün canlı yaşamının üzerindeki gerçeklikte görünen tam da budur; bunu, ne Öcalan'ın "demokrasi" sosuna batırarak güler yüzlü yaptığı kapitalist "modernite" sine monte ettiği "demokratik komünü", ne de ABD emperyalizminin kozmopolitizme bulanmış, üzerine "demokrasi" tozu serpiştirilmiş, "hümanist" ideolojik saldırısı örtebilir veya ne de bu gerçekliğin gösterdiği sonucu önleyebilir!

İşte tarihin, Kürt ve Türk halkının, işçi ve emekçi kitlelerinin ve elbette onların öncüsü olma iddiası ile öne çıkanların veya ortada dolaşanların ve en çok da akıl taşıyanların önüne koyduğu alternatif budur ve Öcalan'ın ütopyasına sığdırılmaya çalışılan alternatif de, ABD nin kırk yıldır taşıdığı "Büyük Kürdistan" hayaline sığdırmaya çalıştığı alternatif de hep tarihin gösterdiği bu alternatiften korkanların alternafidir ki, eşyanın tabiatına uymayan hiçbir zorlama, öznel, dayatma alternatif, tarihin ortaya koyduğu alternatifi, bu alternatife kendini uydurmaya çalışır ama çiğneyip geçemez, geçemiyor; geçemediğini artık daha net ve daha somut biçimde görüyoruz!

Velhasıl, ABD'nin "Büyük Kürdistan" projesi varsa, akıl taşıyan Kürt ve Türk halkının da aklında bir proje vardır; bu proje, elbette ki, tarihin açıklıkla göstermeye başladığı alternatifin içinden yükselen projedir ve bu nesnellik, artık bağlasan durmaz ve olayların akışına bağlı olarak er ya da geç ama "fi" tarihine kalmadan tarih sahnesine çıkacaktır.

ABD'nin projesi çerçevesinde Kürtleri "Büyük Kürdistan" "düş"üne yönlendirmek ne AKP nin, ne CHP'nin, ne MHP'nin projesidir ve ne de BDP'nin projesidir ve hatta Öcalan'ın projesi de değildir; bu, tamı tamına, hepsinden bağımsız ama hepsinin bağımlı olduğu, 12 Eylül rejiminin, yani şimdilerde şeriata dayalı faşist bir diktatörlük olarak hızla konuşlanan devletin, öteden beri, projesidir.

Dolayısıyla "devlet" tarihsel olgusuna düşman ama şeriata dayalı faşist diktatörlüğün ifadesi olan devletin "demokrasi" paketlerinden, Kürtlere "devletsiz bir devlet" çıkabileceğini uman Öcalan'ın "...takvim gecikti, süreç uzadı, AKP yıkılırsa biz ne yaparız...vb." yollu tasalanmasına gerek yoktur; devletin devamlılığı esas olduğuna göre, eğer işçiler ve emekçi halk,"biz de varız" deme fırsatını ve gücünü bulamazsa, ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin elbirliğiyle AKP'nin yerine iş başına geçirilecek olan restorasyon hükümeti de "süreci" kaldığı yerden devam ettirecektir.

Öcalan gibi politikacı ve en sonu felsefeye de el atan bir "halk önderi"nin bunu bilmemesi, görmemesi mümkün değildir.

Öyleyse bu ısrar ve telaş niye? Yoksa sürecin öngördüklerini saklayan, açılmayan "açılım" paketinde, Öcalan'ın hesabına düşen ve Kürt halkının ve devrimcilerinin bilmemesi gereken bir şey mi var?
Bunu zaman, bu zaman içinde akan olaylar, kaçınılmaz olarak, Kürt halkı dahil hepimize gösterecektir!

Ancak dedim ya, olayların akışının taşıdığı tarihsel nesnellik artık bağlasan durmayacak kıvamdadır ve olayların akışını daha da hızlandırarak, tarihin gösterdiği alternatifin, bir gerçeklik halinde, ezen ve ezilen ulusun egemenleri tarafından ezilen ve sömürülen kitleleri, emekçi halkları, işçileri ve köylüleri, gerçek bir barış, eşitlik, kardeşlik ve özgürlük temelinde ve sınıf ekseninde ve de en geniş demokratik çerçevede, hem enlemesine, hem boylamasına ve hem de derinlemesine sarmasına ön ayak olacaktır.

Fikret Uzun

9 Aralık 2013

 

KOMÜN MOMÜN BAHANE, SOSYALİZM DÜŞMANLIĞI ŞAHANE

 

BORGA kardeş, evet, net olarak görülüyor, benimki nafile çabadır, artık kabul ediyorum ve beni uyaran arkadaşlarımdan özür diliyorum; taşa anlatsaydım taş bile dillenir, gerçeğin yanında yer alırdı ki taş yerinde ağır olduğuna göre, eminim gerçeğin yanında daha da ağır olurdu.
Önceki mektubumu, şu sözlerimle tamamlamıştım:
"...Seni ifadelerimle zorluyorum ve canını da sıkıyorum, ama hepsi emekçi halkımız için, eğer gerçekten derdin emperyalizmin, tekellerin ve onların baskıcı rejimlerinin kanını emdiği, Kürt veya Türk, emekçi halkın kurtuluşu ve mutluluğu ise, inan ki kurduğun cümlelerle bunu gerçekleştirecek tek  bir tuğla bile koyamazsın!
Kurduğun ifadelerin çoğunun anlamsız olduğu ve maddi yaşamda karşılığı olmadığı görülüyor; sen de farkındasın aslında; bu nedenle farkındalığının gereğini yapmalısın, sahne ışıklarına kapılmamalısın, alkışlarla heyecanlanmamalısın, heyecanın gerçeklerin baskısı ile artmalı, bu topraklara hepimizin borcu var, elbette devrimci sorumluluk taşıyorsak, bu nedenle bu sorumluluğumuzu hatırlayarak, bu borcu en tam ifadesiyle ödemek için, biraz olsun yüzünü bilime dönmelisin!
Bunu başardığın andan itibaren arkası çorap söküğü gibi gelecektir.
Ama bilimi "hurafe" diyerek gözden düşüremezsin ve üstelik böyle bir arpa boyu ilerleyemezsin! Düşmanın değirmenine taşıdığın ki zaten taşırken çoğu yerlere dökülüyor, su ile kalakalırsın!
Öyleyse seçimini yapmalısın, bilim mi, bilimdışı ve çoktan eskimiş takıntıların mı? "
Tınlamamışsın bile, demek ki sen seçimini çoktan yapmışsın ve bundan vazgeçmen, mümkün görünmüyor.
Ancak, senin ifadenle,"mevzunun anlayis kısmı" tam buradadır,"bunun asiret komünü ile PKK ile (ama daha çok Öcalan'ın dönüşü bağlamında) ve ABD ile ilgisi" son derece çoktur; bu takıntılarına aşkla bağlı olmasaydın, belki bu gün Öcalan'ın zorlama bir ütopyası olduğu besbelli olan, köklerinden kopmamış, kopmaması için de özen gösterilen bir aşiret komününü, sosyalizmin üzerinde, yükseğinde ve hatta komünizme çok yakın, hatta ve hatta komünizmin hemen hemen kendisi olarak yutturmaya, genç zihinleri yalan-yanlış bilgilerle zehirlemeye yeltenmezdin.
Diğer yandan, diğer tartışmalarımız bir yana, bu en son tartışmamızda ortaya koyduklarımı, neredeyse küçük bir cep kitabını dolduracak denli geniş bir alanı kaplamalarına karşın, hiçbir noktasına karşı, bilimselliğinden vazgeçtim, mantığa sığacak şekilde bir karşı tez, eleştirel yaklaşım koymadığın halde, sürekli olarak, hatta bozuk plak misli, uydurduğun bir "hurafe" lafzı içine doldurup, bertaraf etmeye çalışıyorsun.
Ama sen de biliyorsun ki gerçeklerle bağlı hiçbir söz, senin "hurafe" demenle gerçeklerden koparılamayacağı gibi, gözden de düşürülemez; aksine ağırlık ve gerçeklik katsayısının artmasına vesile olur; öyle de oluyor zaten, ne desen, her dediğin birbirini çeliyor ve sonunda bütün dediklerin dökülüyor; kalan ise kaçınılmaz olarak sadece ve sadece gerçeklerdir; yani sen gerçeklerin üzerinde ne kadar tepinsen de, gerçekler eninde sonunda tepene çıkıyor ve üzerindeki bütün bilim dışı takıntılarını tepeden tırnağa ortaya döküyor; "dökülüyorsunuz" derken demek istediğim budur!

Senin bir türlü etrafında fır dönmekten vazgeçmediğin ve ille de, dayattığın "mevzu"ya dair takıntılarının "bilim olduğunu, bu "mevzu” lara dair ortaya konulan bilimsel ifadelerin ise "hurafe" olduğunu iddia ederek, hiçbir somut ve bilimsel kanıt ileri süremeden inatla gündemde tuttuğun "mevzu"nun, o kadar öyle, "asiret komünü ile, PKK ile, ve ABD ile ilgisi" var ki, daha önce de ifade ettim, sen bu "mevzu" ile hep, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını özgürce belirlemek için mücadele etmesinin ve buna yürekten destek vermenin ilerletici olanın içinde olduğu; ancak, Kürt halkını, ABD emperyalizminin dinci, gerici, ilkel ve itaatkâr bir Kürt devletine mahkûm etme çabasının, dolayısıyla Kürt halkını ABD emperyalizmine teslim etme çabasının gerici ve geriletici olduğu; buna devrimcileri alet etmenin, bu gericiliği ve gerilemeyi,"Kürt halkının kaderini özgürce tayini" diye yutturmanın, hiçbir ilerici, devrimci için mümkün olmadığı, yani bunu akıl taşıyan hiç kimsenin yutmayacağı; dolayısıyla bu gerici yönelişe ne Kürt ilericileri ve devrimcilerinin ne de Türk ilericileri ve devrimcilerinin izin vereceği gerçeğinin üzerini örtmeye çalıştın.
Ve işte sonunda bu gerçeğe dair ne söylendi ise hepsini, ortaya hiçbir dayanak koyamadığın halde,"hurafe"ile yaftalayarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorsun.
Oysa bu "hurafe" diye yaftaladığın ifadelerin dayanağı, artık çürütülmesinin mümkünatı kalmadığı ayan beyan ortada olan bir bilimdir; üstelik teorik temelleri, pratik tarafından da kanıtlanmış ve hatta düşmanlarını yeniden ve eskisinden çok daha fazla korkutmaya başlamış olan bir bilimdir.
İşte sen en sonu, çürütebilmenin mümkün olmadığı aşikâr olan bu bilimi de "hurafe" olarak yaftalayarak bir vesile ısırdığın bu ekşi elma tadındaki mevzudan kurtulmaya çalışıyorsun; bu bir mahkûmiyetin getirdiği, bir acizlik, bir çaresizlik içinde çırpınmanın yansıması değilse, akıl tutulmasından başka bir şey değildir.

Sonuçta gerçeklerin üzerini örtüp, gelip gelip girdiğiniz karanlığı bir "kurtuluş", bir "ileri" adım, bir "yüce" uğrak olarak yutturamadın ve aksine gerçeklerin üzerindeki örtüler daha da fazla açılmış oldu ve emin ol BORGA, bu açıklıkları artık ne yapsan örtemezsin ki bu yalan-yanlış ve saçma-sapan lakırdılarına elbette "alkış" tutanlar olacaktır ve bu, alkışların bir yanları ile gocunduğun renkleri taşıyanlardan ve öteki yanları ile "inanıyorum öyleyse doğru söylüyor" doğmasına tutsak olmuş olanlardan başka kimseden gelmeyeceği de son derece nettir!
Diğer yandan BORGA kardeş, kapitalizmin tarihsel rolünün ilerici olduğunu kabul etmek o kadar zor değil, aksine kabul etmenin çok kolay olduğunu gösteren somut göstergeler var ve sen bu göstergeleri göremiyor olamazsın, bu nedenle gerilmene de gerek yoktur; bana göre bu "mevzu" da nettir, hatta üzerinde hâlâ konuşmak fuzulidir ve buna rağmen sana göre hâlâ net görünmüyorsa, bunu, takipçisi olduklarını tekrar etmeye mahkûm oluşuna bağlıyorum.
Ancak, bu gerginliğinin yersiz olduğunu, üstelik takipçisi olduklarının zihnini açmak için ortaya konulan açıklıkları hatırlatarak ki bu açıklıklar, önünde secdeye vardığınız "açılım" paketlerinin ortaya koyduğu (aslında koyamadığı) "açıklıklar"a benzemez, daha önce de gösterdim.
Yani, Kapitalizmin tarihsel rolünün ilerici olduğunu kabul etmenin, kapitalizmin olumsuz ve karanlık yanlarını tümüyle kabul etmeyi; kaçınılmaz olarak kapitalizmin yapısında bulunan ve bu iktisadi rejimin tarihi açıdan geçici niteliğini ortaya koyan, derin ve çok yönlü toplumsal çelişkilerini tümüyle kabul etmeyi dışlamadığını gösterdim.
Ama sen de biliyorsun ki, asıl gösteren ben değilim, ben sadece hatırlattım, asıl gösteren, senin o "hurafe" diye yaftaladığın bilime dayanarak hareket eden Lenin'dir ve Lenin, bununla da kalmıyor.
"Köylülükte farklılaşmanın, tarımımızdaki evrimin kapitalist niteliğinin, verilmiş-toprak sahibi, kırsal ve sınai bir ücretli emekçiler sınıfı doğurduğunun üstünü örtmekle, ünlü "el sanatı" sanayilerimizde, kapitalizmin en alt ve en kötü biçimlerinin tamamen egemen olduğunu saklamakla, Rus kapitalizminin en derin çelişkilerini azımsama (hatta bazen görmezlikten gelme) suçunu işleyenler, kapitalizmin tarihi açıdan ilerici niteliğini kabul etmenin kapitalizmi savunmak anlamına geleceğini göstermek için her çabayı harcayan, Narodniklerdir." diyor.
Peki, sen ne için kapitalizmin tarihi açıdan ilerici niteliğini kabul etmenin, kapitalizmi savunmak anlamına geleceğini göstermek için her çabayı gösteriyorsun BORGA? Yoksa 21. yüzyılda, emperyalizmin barbarizasyon denemeleri altında güleryüzlü bir köylü sosyalizmi peşinde mi koşuyorsun? Ya da aslında ABD emperyalizminin, barbarizasyon emelini tez gerçekleştirmek için dünyanın özellikle ezilen ve katmerli sömürülen ve din kıskacına alınarak disipline edilmeye çalışılan yoksul halklarına dayattığı kozmopolitizmine gönüllü asistanlık yapmanın üzerini örtmek için köylü sosyalizmi peşinde koştuğunu düşünmemizi mi istiyorsun?
Lenin, burada durmuyor ve kapitalizmin ilerici tarihsel rolünü iki kısa önerme ile şöyle özetliyor:
"Toplumsal emeğin üretici güçlerinde artış ve o emeğin toplumsallaşması." Lenin bunu da açıyor; "Ama" diyor, "bu gerçeklerin her ikisi de, ulusal ekonominin farklı dallarında son derece değişik süreçler halinde ortaya çıkarlar.
Toplumsal emeğin üretici güçlerindeki gelişme, ancak geniş çaplı makineli sanayi döneminde tam olarak görülebilir. Kapitalizmin en yüksek aşamasına erişilinceye kadar, tamamen kendiliğinden ve son derece yavaş gelişen el üretimi ve ilkel teknik, hâlâ varlığını sürdürür."
Ve sen tartışmalarımız boyunca, "hurafe" yaftası ile yaftalamadığın zamanlarda, kapitalizmin tarihsel ilerici rolünü kabul edenleri, "gerici" ve "kapitalizmin savunucuları" olarak ilan etmekten bir milim bile geri durmadın; hatta kapitalizmin tarihsel olarak dahi ilerici rolü olmadığını kanıtlamak için çırpındın durdun ki bu halet-i ruhiyenle tam da yüz yıldan fazla bir zaman önce yaşayan ve çıkışında, sonraki mücadele dinamiklerine son derece katkı sağlayan kahramanlıklar ve yiğitlikler gösteren ama tarihsel-toplumsal gelişmenin seyri içinde, sınıf mücadelesinin şiddetlendiği ve yeni görevleri öne çıkardığı süreçlerde, olayların akışını ve ortaya çıkardığı yeni görevleri doğru okuyamadıkları için, küçük-burjuva çeperini kıramadıkları için, gelip gelip sonunda S.R. lere dönüşen ve en sonu Ekim devrimine karşı, karşı-devrimin saflarında yer alan, Kerensky hükümetinin dayanakları haline gelen Narodnikleri tekrar edip durdun.
Dahası bunda, bugüne dair üzerinize alınacağınız hiçbir benzerlik görmeyecek kadar pişkinsin!
Şimdi de,"Orada (Rusya'da), Ekim Devrimi sonrası yapılması gerekenin, 'devletsiz' yaşayan 100 milyonluk topluluğa, mevcut hayatlarını savunma ve geliştirme ekseninde önderlik etmek ve yaklaşık 40 milyonluk, toprağını Çara ve onun zorbalarına kaybetmiş topluluğu, gündelik tercihleri üzerinden organize etmek" olduğunu söyleyerek, Ekim Devriminin ve Ekim Devriminden sonra sosyalizmi kurmak için canhıraş bir çaba ile mücadele eden kahramanların, köylü düşmanı olduklarını, daha da kötüsü, kapitalizmi yüceltmek için köy komünlerini düşman bellediklerini söylemeye çalışıyorsun ki bunu, senin "hurafe" ler prensi saydığın Marx bile yapmıyor ve sen de hatırlarsın, öncesinde eleştirirken, devrim başladıktan ve yenilgi ile sonuçlandıktan sonra Paris'in yiğit komünarlarının kahramanlıklarını göklere çıkarıyordu ki bu anlamda senin şirazenin epey bir kaymış olduğunu yüzüne vurmak zorundayım.
Sende ne tarih bilgisi, ne de bilinci var; olsaydı böyle temelsiz lakırdıların arkasına saklanarak, gerçekleri ille de tepeleyeceksin diye çırpınıp durmazdın!
Her halde sen, Lenin'in Narodniklerle, ki o da bir dönemin Narodnikleri ile, sert polemikler yapmasından, onun bir köylü düşmanı ve komün düşmanı olduğu sonucunu çıkarmış olmalısın; oysa Lenin, öncelikle Narodnik kahramanların hakkını en tam ifadesiyle vermiş ve Narodnizmin geçirdiği evreleri bir birinden ayırt etmiş ve sonunda dedikleri bir bir çıkarak, yukarda da hatırlattığım gibi, Narodnikler gelip gelip kendilerini Sosyalist-Devrimciler içinde eriterek, burjuvazinin ideologları ve en sonu karşı-devrimci olmuşlardır.
Diğer yandan, daha 1905 Şubat devriminden çok önce ve son derece bilimsel bir çaba ile ve son derece zor koşullarda ve kısıtlı imkanlarla ve de özellikle Narodnik taraflılıkla sakatlı olan Zemstvo istatistiklerini enine boyuna inceleyerek ve daha yüzlerce kaynaktan yararlanarak Rusya'da kapitalizmin gelişmesini inceleyip, çıkardığı sonuçları Rusya'nın devrimcilerinin, aydınlarının, bilim adamlarının önüne koymuştur ki bu çalışmasının ne denli yaygın ve ilgiyle okunduğunu, hatta henüz taslak iken onlarca arkadaşının ve bu konu ile ilgilenen aydının eleştirel olarak inceleyip, eleştirileri ve övgüleri ile birlikte görüşlerini sunduğunu sen de biliyorsun.
Bu yapıtın hiçbir sayfasında, senin kuruntularını doğrulayacak bir köylü veya köy komünü düşmanlığına rastlamak mümkün değildir; ayrıca köy komünlerinin gelişme olgusuna rağmen, kapitalist gelişme yolunda bir ısrarı olduğu da görülemez; bu çalışmada görülen, sadece ve sadece Rusya'da nesnel gelişmenin çeşitli ve zengin kaynak ve olgulardan yararlanılarak somut bir biçimde teorik olarak ama zengin donelerle yansıtılmasıdır.
Ama sen, Lenin tarafından oldukça geniş olarak ortaya konulan somut ve artık çoktan pratiğin sınamasından geçerek doğrulanmış gerçekleri o dar bakışının içine sığdıramadığın için, ya da daha uygun ifadeyle, bir türlü hazmedemediğin için, Lenin’in çalışmasını ve sosyalist iktidar yolundaki çabalarını hem anlamamakta direniyorsun ve hem de bundan, Lenin'in Rusya'da olayların akışının kapitalizmin gelişimi yönünde olduğunu gösterdiği ve bunu ayrıntılandırarak teorilendirdiği sonucunun çıktığını görmek istemeyip, sanki Lenin'in ille de kapitalizm istediği ve kapitalizmi savunduğu için Rusya'ya zorla kapitalizm getirdiği ve sonunda da sosyalizme değil bir devlet kapitalizmine vardığı kuruntusuna kapılıyorsun!
Ama bu kadar basit değil ve dünya senin kuruntularının etrafında dönmüyor!
Daha önce de hatırlattım ve herhalde bu son olacaktır, Lenin'in, zindanda kaleme aldığı, Rusya'da Kapitalist Gelişme adlı çalışmasının önsözünde altını çizdiği şu gerçeklik son derece zihin açıcıdır, ama senin ilgini çekeceğini sanmıyorum:
"...köy topluluğunun sağlamlaştırılmasını ve geliştirilmesini talep eden Batı Avrupalı tarımcılar, asla sosyalist değil, işçileri, küçük toprak parçalarıyla bağımlı kılmak isterler ve daha şimdiden buna uygun tedbirlere yasal etkinlik kazandırmaya çalışmaktadırlar. El sanatı sanayini –kapitalist sömürünün bu en kötü biçimini-getirerek küçük köylülüğe 'yardım etme yolundaki çabalarla', en kararlı biçimde savaşılmalıdır”.
Lenin, ilk olarak 1899 yılında gün ışığına çıkan ve çıkar çıkmaz, "Kapital'in devamı" olarak nitelenen, Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi'nin (Temmuz 1907) ikinci baskısına yazdığı önsözünde, "Bu yapıtta, iktisadi bir araştırmaya ve istatistiklerin eleştirel çözümlemesine dayanarak sunulan, Rusya’nın toplumsal ve iktisadi düzeninin ve dolayısıyla sınıf yapısının tahlili, bugün (1907'de), devrimin ilerlemesi içinde, bütün sınıfların, açık siyasi faaliyeti ile doğrulanmıştır. Proletaryanın önder rolü tamamen ortaya çıkmıştır. Ayrıca tarih süreci içinde proletaryanın gücünün, onun toplam nüfus içindeki payından sınırsız ölçüde daha büyük olduğu da ortaya çıkmıştır. Bunun ve diğer olgunun iktisadi temeli, önünüzdeki çalışmada sergilenmiştir." diye yazıyordu.
Bu da senin kurtulmak için bir türlü çaba sarf etmediğin kuruntularının havada kaldığını göstermektedir!
Lenin bununla da kalmıyor, bunları ifade ettikten sonra, köylülüğün durumuna da değinerek şöyle yazıyordu:
"Ayrıca devrim, şimdi, köylülüğün ikili durumunu ve ikili rolünü gitgide daha çok ortaya koymaktadır. Bir yandan, angarya iktisadının bir sürü kalıntısı ve serfliğin her çeşit kalıntısı ile birlikte, yoksul köylünün görülmemiş ölçüde yoksullaşması, devrimci köylü hareketinin derin kaynaklarını, bir yığın olarak köylülüğün devrimci niteliğinin derin köklerini tümüyle açıklıyor. Öte yandan da, mevcut çeşitli siyasi partilerin ve sayısız ideolojik-politik eğilimlerin niteliği, devrimin ilerleyişi sırasında bu yığının, özünde mevcut olan çelişkili sınıf yapısını, küçük –burjuva niteliğini, onun içindeki mülk sahipliği ve proleterlik eğilimleri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı ortaya koyuyor."

Bunları söyledikten sonra Lenin,"Yoksullaşmış küçük mülk sahibinin, karşı devrimci burjuvazi ile devrimci proletarya arasında bocalamasının; her kapitalist toplumda görülen önemsiz bir küçük üreticiler azınlığının zenginleşmesi,”yolunu bulması”, burjuvalaşırken, büyük çoğunluğun ya tamamen mahvolması, ücretli işçiler veya dilenciler haline gelmesi, ya da ebediyen, adeta, bir proleter yaşantısıyla geçinmesi olgusunun gerçekleşmesi kadar kaçınılmaz "olduğunu; köylülük arasındaki bu iki eğilimin iktisadi temeli, önümüzdeki çalışmada gösterilmiştir.” Diye ekliyordu.
Ve ” Bu iktisadi temelle, Rusya’da devrimin, kaçınılmaz olarak bir burjuva devrimi olacağını “ ve “bu marxist önermenin, hiçbir şekilde çürütülemeyeceğini; bunun asla unutulmamasını”; ve bunun,“her zaman, Rus devriminin bütün iktisadi ve siyasi sorunlarına uygulanması gerektiğini.” de eklemeyi ihmal etmiyordu.
İşte senin kuruntularına konu ettiğin ve çürütebilmek için her hangi bir bilimsel dayanak bulamadığından, bu anlamda başka söz bulamadığın için çaresizce yargıladığın "hurafe"ler bunlardır!
Dur bitmedi, Lenin daha fazlasını da söylüyordu:
Bunları not ettikten sonra Lenin,”Ama” diyordu,” bu önermeyi uygulamasını bilmek gerek. Farklı sınıfların durumlarının ve çıkarlarının somut bir tahlili, şu ya da bu soruna uygulanan bu gerçeğin kesin anlamını tanımlamak için bir araç olmalıdır. Plehanov’un başını çektiği sağ-kanat sosyal-demokratları arasında pek sık rastlanan karşıt düşünme biçimi, yani somut sorunlara verilecek cevabı, devrimimizin temel niteliği hakkındaki genel gerçeğin basit mantıki gelişmesinde arama çabası, marxizmin bayağılaştırılmasıdır ve diyalektik materyalizmle açıktan açığa alay etmektir. Bu devrimin niteliği hakkındaki genel gerçekten, örneğin, devrimde “burjuvazinin önder rolü” nü, ya da sosyalistlerin liberalleri desteklemesi gerektiğini çıkaran insanlar için, Marx, pek muhtemelen, bir keresinde, Heine’den aktardığı sözleri gene tekrarlardı. ‘Canavar dişleri ektim, pireler biçtim’.” diye yazıyor ve şöyle devam ediyordu:
“Rus devriminin, mevcut iktisadi temeliyle, gelişiminde ve sonucunda nesnel olarak iki ana çizgiyi izleyebileceği” şeklindeki saptamasını vurguladıktan sonra, “Ya eski toprak beyliği iktisadı, binlerce bağ ile serfliğe bağlanmış haliyle muhafaza edilir ve bu, yavaş yavaş salt kapitalist ‘junker’ iktisadına dönüşür.
Emek hizmetinden kapitalizme nihai geçişin temeli, feodal toprak beyliği iktisadının iç başkalaşımıdır. Devletin tarım sisteminin tümü kapitalist hale gelir ve uzun bir süre için feodal özelliklerini korur.” Birinci çizgi budur.

Lenin, ikinci çizgiyi şöyle açıklar,” ya da “ der,” eski toprak beyliği iktisadı, serfliğin bütün kalıntılarını ve her şeyden önce büyük toprak sahipliğini yok eden devrimle yıkılır. Emek-hizmetinden kapitalizme nihai geçişin temeli, toprak beylerinin malikânelerine köylülük yararına el konulmasının sonunda, müthiş bir hız kazanmış olan küçük köylü çiftçiliğinin özgür gelişimidir. Tarım sisteminin tümü kapitalist hale gelir, çünkü serfliğin izleri ne kadar eksiksiz yok edilirse, köylülüğün farklılaşması o kadar hızlı ilerler. Bir başka deyişle: ya-esas olarak, toprak mülkiyetinin ve eski 'üstyapının', baş dayanaklarının muhafaza edilmesi; dolayısıyla, liberal-monarşist burjuvazinin ve toprak beyinin egemen rol oynaması, hali vakti yerinde köylülüğün hızla onların yanına geçmesi, geniş-çapta mülksüzleştirilmekle kalmayıp, buna ek olarak, Kadetlerce (yani Rus emperyalist burjuvazisinin baş partisi, Anayasal Demokratik Partinin üyeleri – içinde liberal monarşist burjuvazinin temsilcileri, Zemstvo memurları ve gerçek görüşlerini saklamak ve köylüyü kendi yanlarına kazanmak için ”demokrasi” hakkında ikiyüzlü cümleler kullanan burjuva aydınları da vardı) önerilen şu ya da bu türde, toprak-tazminatı ile köleleştirilmiş ve irticaın egemenliği ile ezilmiş ve körletilmiş köylü yığınlarının çökmesi; böyle bir burjuva devriminin yürütücüleri, Ekimcilere ( yani 17 Ekim Birliği – büyük sanayici kapitalistlerin ve topraklarını kapitalist çizgilerde işleyen büyük toprak beylerinin çıkarlarını temsil eden partinin üyeleri) yakın tipteki politikacılar olacaktır. Ya da –toprak beyliğinin ve buna tekabül eden eski “üstyapı”nın bütün ana dayanaklarının yıkılması; istikrarsız ya da karşı-devrimci burjuvazinin etkisiz hale getirilmesiyle proletaryanın ve köylü yığınlarının egemen rol oynaması; işçi ve köylü yığınlar için meta üretimi altında düşünülebilecek en iyi koşullarda, üretici güçlerin kapitalist bir temel üzerinde en hızlı ve en özgür gelişimi; dolayıyla, ilerde işçi sınıfının sosyalist yeniden örgütlenmeyi, bu gerçek ve temel görevini başarması için en elverişli koşulların yaratılması. Kuşkusuz şu ya da bu tip kapitalist evrimin unsurlarının, sonsuz çeşitte birleşmeleri mümkündür ve ancak iflah olmaz bilgiçler, yalnızca, Marx’ın farklı bir dönem hakkındaki şu ya da bu görüşünü aktararak ortaya çıkan özel ve karmaşık sorunları çözmeye kalkışabilirler.”
Lenin bu dediklerinde bir milim şaşmadı; üstelik Lenin'in bütün öngörülerini doğrulayan, onca çalışmasını boşa çıkarmayan iki Şubat devrimi ve bir Ekim devrimi gerçekleştirildi.
Ve sen şimdi kalkmış, üstelik Sovyet sosyalizminin yıkılmış olduğu ve sosyalizmin bayrağının yerlerde ve yabancı ellerde sürüklendirilmeye çalışıldığı ama artık bu bayrağın yerden kaldırıldığı ve dikmek için en yüksek yer arandığı bir zamanda, gerçekleri "hurafe" çuvalına doldurup, "komün" diye diye helak olarak, Rusya'daki, köylüsü hariç, bütün devrimleri nerdeyse bütün günahların kaynağı olarak göstermeye çalışıyorsun!
Bunun bir akıl tutulmasıyla bağlantısı olabilir mi, senin gibi lafları pire gibi oradan oraya sıçratıp, gerçeklerin başını döndürme konusunda sıkıntı çekmeyen bir aklın böyle bir aymazlık içinde olabileceğine inanabilir miyiz?
Hayır! Öyleyse bu bir "öğretilmiş düşünce" içindeki tutumdur ve böyle bir tutum ise sosyalizm yolunda yürüyenlere uzak, sosyalizme düşman olanlara yakın düşmektedir!
Yani mesele, senin kuruntularına mevzu olduğu gibi, komünistlerin köylüleri küçümsemesi de, geri görmesi de, gerici görmesi de ve elbette komünü yadsıması da, türlü çeşit olumsuz lakırdı ile anması da değildir.
Meselenin özü, tamı tamına,"komün" ile hem de kapitalistliğinden pek bir şey kalmamış, hatta "barbarizm"e sürüklenen kapitalist bir yapı içindeki, "demokratik komün" ile sosyalizmin önünün kesilmek istenmesidir.
Başka türlü de ifade edilebilir, ille de emperyalizmin borusunu öttürmek için, senin ifadenle, ABD emperyalizminin şimdilerde en önemli ideolojik saldırısı içinde olan kozmopolitizm borusunu, "sol-yal"a batırarak borudan çıkan seslere sosyalizmden daha ileri bir düzeni çağrıştıran "sol"tonlu bir "komün" sesi vermek için, bu "demokratik komün" lafzı biçilmiş kaftandır!
Peki nedir bu komün, daha doğrusu nedendir bu komün aşkı, ve özellikle de kapitalizm öncesi üretim biçimi olarak? Bunu anlamak için bir kez daha üzerinden geçelim; geçelim ki geride tarihe bir not ve de BORGA'ya zihin açıcı bir tarih bilgisi anısı bırakalım! Ama daha önemlisi, BORGA'nın, eciş bücüş ifadelerle tarihsel bir kategori olan "komün"ü fetişleştirerek, başka bütün gerçekliklerin üzerinden atlamak için, tıpkı öncülleri gibi, ne denli laf ebeliği yaptığını bir kez daha göstermiş olalım.
Biraz uzun, çünkü başını sonunu ve aradaki gelişmesini iyi açımlamak gerek ve tarihe not bırakıyoruz, gelecek kuşaklar hiçbir ayrıntıyı atlamamaya çalıştığımızı ve buna karşın yoğun bir karartma ve inkar etme çabası içinde olan inatçı bir dinamiğin varlığını görmeliler.
Toprak mülkiyetinin bu en eski biçiminin ilk önkoşulu, kendiliğinden meydana gelen evrimden doğmuş bir komünal insan topluluğu olarak görünür: aile, kabile halinde genişlemiş aile, ya da aileler arası evlenmeler ile meydana gelen kabile veya kabileler bileşimi. Çobanlık ya da daha genel olarak göçebeliğin, kabilenin belirli bir yere yerleşmeyerek bir yerde bulduklarını tükettikten sonra yoluna devam ettiği ilk varlık biçimi olduğunu kabul edebiliriz.
İnsanlar doğaları gereği yerleşik değillerdir (maymunlar gibi bir yerden bir yere dolaşırlar). Demek ki kabile topluluğu, doğal topluluk, toprağın (geçici olarak) ortaklaşa mülk edinilmesinin ve kullanılmasının bir sonucu değil, önkoşulu olarak görünür.
İnsanlar nihayet bir yere yerleştiklerinde, bu özgün topluluğun, az ya da çok, ne ölçüde değişikliğe uğrayacağı, çeşitli dışsal, iklimsel, coğrafik, fiziksel vb. koşullara ve onların özel doğal yapılarına - kabile niteliklerine - bağlı olacaktır.
Kendiliğinden evrimleşen kabile topluluğu, ya da deyim yerindeyse, sürü halinde bulunuş, kan, dil, örf, adet vb. birliği, yaşamın ve onu yeniden üreten ve ona maddi ifadesini veren ya da onu nesnelleştiren eylemin (hayvancılıkla uğraşanların, avcıların, tarım yapanların vb. eyleminin) nesnel koşullarının edinilmesinin ilk koşuludur.
Toprak, hem iş araçlarını ve malzemesini, hem de yerleşim yerini, topluluğun temelini sağlayan bir laboratuardır, cephaneliktir. İnsanların toprakla ilişkisi pek safçadır: Onu, kendisini canlı emekle üreten ve yeniden üreten topluluğun mülkü sayarlar.
Birey ancak böyle bir topluluğun, sözcük ya da mecazi anlamında, üyesi olduğu sürece, kendisini bir mülk sahibi ya da zilyedi sayar. Emek süreci yoluyla gerçek mülk edinme, bu önkoşullar altında yer alır ki bunlar emeğin ürünü olmayıp, onun doğal ya da tanrısal ön koşulları olarak görünür.
Temel ilişkiler aynı olduğu halde, bu biçimi, çok çeşitli yollardan gerçekleşebilir. Örneğin, Asyatik temel biçimlerin çoğunda olduğu gibi bu, bütün bu küçük toplulukların üstünde duran ve herkesi kapsayan birliğin en yüksek ya da tek mülk sahibi olarak görünmesi; gerçek toplulukların ise yalnızca mirasçı mülk sahipleri olarak görünmesi olgusuyla pekâlâ bağdaşabilir.
Gerçek mülk sahibi ve ortak mülk sahipliğinin gerçek önkoşulu birlik olduğuna göre, bu birliğin çok sayıdaki tek tek gerçek topluluklardan ayrı ve onların üstünde bir şey olarak görünmesi pekâlâ olanaklıdır.
Bu durumda birey, aslında mülksüzdür; ya da mülk, yani bireyin, emeğin ve yeniden üretimin doğal koşulları ile olan hazır bulduğu ve sahip çıktığı inorganik doğa ile olan, öznelliğin nesnel bedeni ile olan ilişkisi, bütünü kucaklayan birliğin bireye belirli bir topluluk aracıyla ilettiği bir bağış olarak görünmektedir.
Despot, burada, bütün sayısız alt toplulukların babası gibi, böylece de tümünün ortak birliğini gerçekleştiren biri olarak görünmektedir.
Bundan çıkan sonuç şudur ki artı-ürün (ki emek yoluyla yapılan gerçek mülk edinme sonucu yasa ile belirlenir), bu en üst birliğe aittir.
Şu halde, doğu despotizmi, mülkiyetin yasal olarak bulunmayışına yol açar görünmektedir. Ne var ki aslında bunun temeli, çoğu durumda, manifaktür ile tarımın birleşmesiyle ve böylece tamamıyla kendine yeterli hale gelmiş ve üretimin ve artı-üretimin bütün koşullarına sahip bulunan küçük topluluk içerisinde yaratılmış olan kabile mülkiyeti ya da ortak mülkiyettir.
Bunun artı-emeğinin bir kısmı, sonuçta bir kişi olarak ortaya çıkan üst topluluğa aittir. Bu artı-emek, hem vergi vb. olarak ve hem de birliğin, kısmen despotun, kısmen de tanrının, hayali kabilesel varlığının yüceltilmesine yönelik ortak çalışma olarak sağlanır. Bu türden ortak mülkiyet, gerçekten emekle gerçekleştiği ölçüde, iki biçimde ortaya çıkabilir. Küçük topluluklar, birbirlerinden bağımsız olarak yan yana, bitkisel bir yaşam sürdürebilirler ve her birinde birey, kendisine ayrılmış olan toprakta, ailesi ile birlikte bağımsız olarak çalışır.
Bir yandan sigorta denebilecek ortak ihtiyaçlar için, öte yandan topluluğun bu sıfatla yaptığı savaş, dinsel ayin, vb. gibi harcamaların karşılanması için de bir miktar çalışma olacaktır. Beylerin egemenliği, en ilkel anlamında, ancak bu noktada ortaya çıkar, örneğin Slav ve Romen topluluklarında olduğu gibi.
Serfliğe vb. geçiş burada yatar.
İkincisi, birlik bizzat emeğin ortaklaşa örgütlendirilmesini de kapsayabilir ki bu da, Meksika'da ve özellikle Peru'da eski Keltlerde ve bazı Hintli kabilelerde olduğu gibi, gerçek bir sistem oluşturabilir.
Ayrıca, kabile topluluğu içerisindeki ortaklaşalık, ya birliğin kabilesel kan grubunun başı aracılığıyla temsil edilmek olarak, ya da aile başlarının arasındaki bir ilişki olarak ortaya çıkabilir.
Topluluğun daha despotik ya da daha demokratik bir biçim alması buna bağlıdır.
Sulama sistemleri (Asyalı halklar için çok önemlidir), ulaşım araçları vb. gibi emek yoluyla gerçek mülk edinmenin komünal koşulları, bu durumda üst birliğin, alt toplulukların üstünde yer alan despot hükümetin, eseri olarak görülecektir.
Gerçek anlamda kentler, bu köylerin yanında, ancak dış ticaret için elverişli olan ya da devletin başının ve valilerinin gelirlerini (artı-ürünü) emek karşılığında değiştikleri, onu emek fonları olarak harcadıkları noktalarda kurulur.
İkinci biçim de, birincisi gibi, yerel, tarihsel vb. gibi önemli değişikliklere uğramıştır.
Bu, daha dinamik bir tarihsel yaşamın, özgün kabilelerin yazgılarının ve uğradıkları değişikliklerin ürünüdür. Topluluk burada da önkoşuldur ama birinci durumun tersine, burada bireylerin salt rastlantı oldukları, ya da salt kendiliğinden doğal parçaları oldukları şeyin özünü oluşturmaz.
Burada temel, toprak değil, kırsal nüfusun (toprak sahiplerinin) zaten yaratmış bulundukları, yerleşim yeri (merkez) olan kenttir. Tarlalar kentin arazisi olarak görünür; öteki durumda olduğu gibi, köy toprağın salt bir eklentisi olarak görünmez. Toprağın onu işleyen ve onu gerçekten mülk edinenlerin önüne çıkarabileceği engeller ne denli büyük olursa olsun, onunla canlı bireyin inorganik doğası, atölyesi olarak, onun iş aracı, emeğinin nesnesi ve öznenin geçim aracı olarak ilişki kurmak güç değildir.
Topluluğun karşılaştığı güçlükler, yalnızca toprağı daha önce işgal etmiş olan, ya da işgal ederken topluluğu huzursuz eden öteki topluluklardan gelebilir. Bu yüzden savaş herkesi ilgilendiren büyük bir görev, büyük bir komünal uğraştır veya canlı varoluşun temel koşullarını elde etmek, ya da böyle bir elde edişi korumak ve sürdürmek için gereklidir.
Kan gruplarından oluşan topluluk, bu nedenle daha baştan, savaşçı temeller üzerinde, savaşçı, askeri bir güç olarak örgütlenir ve bu onun mülk sahibi olarak varoluşunun koşullarından biridir.
Yerleşmenin kentlerde yoğunlaşması bu savaşçı örgütlenmenin temelidir.
Kabile yapısının niteliği, kan gruplarının üst ve alt gruplar olarak farklılaşmasına yol açar ve bu toplumsal farklılaşma, istila eden ve istila olunan kabilelerin vb. kaynaşmasıyla daha da ilerler. Ortak toprak (komün mülkü), devlet mülkü olarak, burada özel mülkten ayrıdır. Bireyin topluluktan ayrı olarak mülk sahibi olmayıp, daha çok yalnızca zilyed sahibi olduğu birinci durumun tersine, bireyin mülkü, burada doğrudan komünal mülk değildir.
Bireysel mülkiyeti değerlendirmek için (örneğin Doğunun sulama sisteminin gerektirdiği gibi) komünal emek gerektirmeyen durumlar çıkar; kabilenin tamamıyla ilkel olan niteliği, tarihin hareketiyle ya da göçle parçalanabilir; kabile ilk yerleşim yerinden ayrılıp, yabancı toprakları işgal edebilir, böylece yepyeni çalışma ve bireyin enerjisini daha da geliştirme koşulları içine girebilir.
Bu gibi etmenler, ne denli etkin olursa ve bu yüzden de kabilenin komünal niteliği dış dünyaya karşı ne denli uyumsuz bir birlik olarak görünürse ve görünmek zorundaysa, bireyin işlenmesi özel olarak kendisine ve ailesine ait toprağın, belirli bir toprak parçasının, özel sahibi haline gelmesini sağlayan koşullar da o denli çok çıkar.
Topluluk, bir devlet olarak, bir yandan bu özgür ve eşit özel mülk sahiplerinin birbirleriyle olan ilişkileri, dış dünyaya karşı birleşmeleridir.
Pugaçev ayaklanmasına kadar ve onunla birlikte Rusya'daki hemen hemen bütün ve yüzlerce köylü ayaklanmalarının ortak özelliği, çara karşı ayaklanmaya karşı olması tesadüf değildir çünkü çar bütün köylülerin doğal babasıdır.
Bu inanış ve yaklaşım, 1905 devrimine kadar, daha doğrusu, ünlü "Kanlı Pazar"a kadar sürmüştür.
Ve daha öncesinde Rusya'nın merkezi devlet olma yönünde kat ettiği yol var.
Sen ise BORGA kardeş, bu tarihsel gerçekliğe gözlerini kapayıp, daha da kötüsü, gözlerimizi kapatmamızı dayatıp, anlattığın tarih dışı hikâyelere koşulsuz inanmamızı istiyorsun ve sanki köy komünleri, Rusya'nın tarihi ile başlamış ve gelişmiş gibi anlatıyorsun!
Rusya'da köylülerin ayaklanmaları, serfleştirilmelerine rıza göstermedikleri için ve ünlü "Korkunç İvan" ın toprak dağıtımından hemen sonra 17. yüzyılın başında patlak verdi. Eminim bir köylü fetişisti olarak sen de biliyorsun dur ki, ilk isyan, eski bir köle ve diğerleri gibi o da bir Don kazağı olan İvan Bolotnikov önderliğinde başlamış, Moskova'ya kadar dayanmıştı; ancak sözünü ettiğim ortak özellik nedeniyle toprak sahiplerinin zulmüne karşı ayaklanan köylüler, bu zulümden bağımsız ve "babaları" gördükleri çara karşı isteksiz davrandıkları için, ordusu giderek zayıflayan Bolotnikov çekilmek zorunda kaldı ve sonunda teslim oldu ve bir buz kuyusuna atılarak boğuldu.
Diğer yandan, 17. yüzyılın sonlarında, Frederich Wilhelm, ilerde dünyaya kapitalizme yukarıdan aşağıya bir devrimle de geçmenin mümkün olduğunu kanıtlayacak Prusya devletinin temellerini atmak için Junkerleri ikna etmeye çalışırken, Rusya'da merkezi devletin oluşumunda önemli bir yol çoktan kat edilmişti bile. 1480 yılında 3.(Büyük)İvan'ın, Moğol İmparatorluğu Altın Ordu'dan bağımsızlığını ilan etmesinden yaklaşık yarım yüzyıl sonra, üç yaşında Moskova Knezliğinin başına geçirilen 4.(Korkunç) İvan, 17 yaşında iken bütün Rusların çarı olarak taç giymişti.
Korkunç İvan, merkezi devletin ülke içindeki en önemli rakibi olan aristokrasiyi, boyarları, yenilgiye uğrattıktan sonra tarihi, Moskova’dan çok gerilere uzanan ve yerel yönetim gelenekleri yüzyıllar sonra demokratik hareketlere esin kaynağı olacak olan Novgorod şehrini talan etti; bu talan sürerken, bir yandan da, yeni fethedilen bölgelerdeki verimli toprakları dağıtarak, varlığını doğrudan doğruya kendisine borçlu, yeni bir toprak sahibi yaratmaya çalışıyordu.
17. yüzyılın sonunda ise, tahta Büyük Petro geçtiğinde, merkezi devlet yapılanmasını önemli oranda güçlendirmişti; bir taraftan düzenli orduyu kurdu ve diğer taraftan bununla ayrılmaz bir bütünlük arz eden devletin gelirlerinin artırılması sorununu çözdü; vergileri artırdı ve devletin kendisini de üretici ve girişimci haline getirmeye çalıştı. Diğer yandan da, devlet dışındaki olası iktidar odaklarını devlete tabi kılmaya devam etti. Bu alandaki uygulamalarının ilki, 1722 de yayınladığı "Rütbeler Tablosu" ile 15 yaşın üstündeki her boyarın belli bir süre devlet hizmeti görmek üzere bir sicile kaydolmasını sağladı; böylece, toprak sahibi olmak, farklı bir iktidarın kaynağı olabilme özelliğini yitiriyor, devlete hizmet etmenin bir türevi haline geliyordu. İkinci uygulaması ise, kilise ile devlet arasındaki ilişkilerdeki reformlar idi.
Büyük Petro'nun, namı diğer "Deli Petro"nun, 1725'de ölümünden sonra Rusya'da da, Tıpkı Fransa ve kısmen İngiltere'de olduğu gibi, aşırı merkeziyetçiliğe karşı aristokrasiden ciddi tepkiler geldi. Ancak devletin otoritesinin mutlaklaştırılması için alınan tedbirler artarak devam etti; Deli Petro, ölümünden bir yıl önce Rusya'da Bilimler Akademisini kurdu ve genç soyluları eğitim için Batı'ya gönderdi. Bütün bunlar, ona, bir de "aydınlanmacı despot" ünvanı kazandırmıştı. Fransız Aydınlanma hareketinin etkileri burada da görüldü ve 18. yüzyılın sonlarına kadar süren, Alman uyruklu Çariçe Katerina dönemine damgasını vurdu.
Burada duralım ve Rusya'da hiç de senin dediğin gibi bir "devletsiz komün hayatı" olmadığını hatırlatalım.
Bize "Buna ne diyecegiz? " diye soruyorsun; peki ya bunlara ne diyeceksin BORGA kardeş?
Bu ve diğerleri, senin sosyalizme karşı, dolayısıyla sosyalist devrime karşı ve haliyle Ekim Devrimi'ne karşı ne denli derin bir öfke yanında, intikamcı bir kin biriktirdiğini ortaya koymaya yeter! Ama neden? Olmuş bitmiş ve bu güne son derece can alıcı dersler bıraktığı gibi, dünyaya yine son derece önemli bir eylemli bilinç taşımış olan Ekim Devrimi ve Sovyet deneyimine neden hâlâ bu öfke ve kin?
Bu öfke ve kin'i, üstelik sosyalistleri, Kapitalizmin tarihsel rolünün ilerici olduğunu kabul ettiler diye, kapitalizmi göklere çıkarmakla ve savunmakla suçladığın halde, kapitalistlere ve emperyalistlere göstermediğin, onlarla empati kurduğun, en azından kuranlara biat ettiğin ve cümle aleme, biat etmenin erdemlerini anlattığın açıklıkla görülmektedir!
Bu eciş-bücüş, yalan -yanlış, bilmece misli ve özensizce kurduğun ifadelerinin kıymeti harbiyesi budur; ve bir kez daha altını çizeceğim, komün- momün bahane, sosyalizmin önünü kesmek şahane!
Oysa sen de biliyorsun ki BORGA kardeş, senin "hurafe" yaftasıyla kolaylıkla bertaraf edeceğine inandığın Marxizmin ortaya koyduğu anlayış, gökten zembille veya vahiyle inmemiştir; tam tersine, tarih aracıyla, topluma ve toplumsal gelişmeye dair olayların akışı araştırılarak, taşıdığı nesnel gerçekliğinin yansımaları teori biçiminde kurgulanarak oluşmuştur; bu anlamda Marxizm, köylü çiftçiliğinin tamamen özgür olduğu ,"halka ait" ya da "kimseye ait olmayan", ya da " tanrıya ait olan "topraklarda oturan küçük çiftçilerin tamamen eşit olduğu şartlarda bile, bir meta üretimi sistemiyle karşı karşıya olunduğu sonucunu çıkarır.
Küçük üreticiler pazara bağlı ve ona tabidirler. Ürün mübadelesinden paranın gücü doğar, tarımsal ürünün paraya dönüşmesi, işgücünün de paraya dönüşmesi sonucunu yaratır. Meta üretimi kapitalist üretim haline gelir. Ve bu teori, ne bir doğmadır, ne de senin ifadenle "hurafe"dir; bu teori, Rus köylü işletmesinde de olup bitenlerin basit bir anlatımı ve basit bir genelleştirilmesidir.
Bu işletme, topraksızlığa, çiftlik sahibinin şiddetine, toprak mülkiyetinin ortaçağ ilişkileri ve kurumlarının baskısına, köleleştirmeye ve keyfiliğe ne kadar az maruz ise, bizzat köylü işletmesi içinde kapitalist ilişkiler o kadar güçlü gelişir.
Bu, 1861 köylü reformundan itibaren Rusya'nın tarihinin hiç kuşku götürmez biçimde kanıtladığı bir olgudur.
Öyleyse bir kez daha kapitalizmin "tarihi ilerici misyonunu" kabul etmemenizin kıymet-i harbiyesine dönmek gerekiyor.
Yani bunca açıklığa rağmen bu inadınızdan anlaşılıyor ki, kapitalizmin "tarihi ilerici misyonunu" kabul etmemeniz, kapitalizme düşmanlığınızdan değildir; Marxizm'e, dolayısıyla tarihsel ve diyalektik materyalizme ve elbette sosyalizme olan inançsızlığınızdan, dahası düşmanlığınızdandı; kapitalizme düşmanlığın(ız), sadece, tarihsel-nesnel bir olgu olan kapitalist gelişme aşamasına karşı olmanızın ifadesidir.
Oysa şimdi, pekala kapitalizmi benimseyen, masaya oturmakta sakınca görmeyen ve bununla birlikte Amerikan emperyalizmini "dost" bellemek yanında, dünyanın tek otoritesi ve tek kurtarıcısı gören bir yaklaşımı ve üstüne üstlük bütün günahları tekellerin rejimi olan ve devam eden 12 Eylül faşist rejiminden bağımsız olarak, gene aynı tekellerin eski ideolojisi ve politikası olan Kemalizm’in sırtına yükleyip, geride kalan rejimi pür-i pak yapıp Kürt halkına empoze ederek, kapitalizmle ve emperyalizmle bir derdinizin olmadığını gösteriyorsun(uz)!
Ve bunu devrimci renklere bulamak için de, pek de işe yarar bir araç olmamakla beraber, kendinizce "demokratik komün" şiarını öne çıkartıyorsun(uz)! Ya da bu şiara biat ettiğinizi gösteriyor ve model yapmaya çalışıyorsun(uz)!

Hani sormuştun ya,"saf mısınız, sahtekâr mısınız?" diye, tam da bu soruyu hak eden bir tutumla, bütün yalan-yanlış lakırdıları üzerimize boca ediyorsun(uz)!
Mevzu mu istiyorsun? İşte bütün mevzu budur!
Peki, öyleyse mevzuyu derinleştirmeye devam edelim.
Ama önce küçük bir parantez açarak yine küçük bir hatırlatma yapalım. Hatırlatma pek yabancısı olmadığın ve eminim kendi icadın olan "hurafe" yaftasının içine sokmadığın Kautsky'den.
Kautsky'nin tarımda "küçük işletme ve büyük işletme" sorununu enine boyuna incelediğini ve somut sonuçlar çıkardığını sen de biliyorsundur ama erken sevinme, henüz Marxizmden dönmediği bir zamandadır bu.
Tarımda büyük işletmenin küçük işletmeye üstünlüğünün kaçınılmazlığına işaret ederken, "elbette" ancak "diğer koşullar aynı kalmak kaydıyla" şartını koyan Kautsky, büyük işletmenin teknik üstünlüğünü kanıtladıktan sonra," küçük işletmede aşırı çalışma ve düşük tüketim" gerçeğinin tartışmasız olduğunu ortaya koyar ve buradan büyük işletmenin üstünlüğünün, çiftçilerin kooperatif kurma yönündeki çabalarında da dile geldiği gerçeğine geçer; ve "kooperatif işletmesinin, büyük işletme" olduğuna işaret eder.
Genelde küçük-burjuva ideologlarının ve özelde de Rus Narodniklerinin küçük çiftçilerin kooperatifleri üzerine ne kadar gürültü kopardıkları bilinir; Kautsky'nin yaptığı, yani kooperatiflerin rolünün mükemmel tahlili, işte bu nedenle önem kazanır.
Küçük çiftçi kooperatifleri elbette iktisadi ilerlemenin bir halkasıdır, fakat bunlar birçok kez düşünüldüğü ve iddia edildiği gibi kolektivizm yönünde değil, kapitalizm yönünde ilerlemeyi ifade eder.
Kooperatifler, tarımda büyük işletmenin küçük işletmeye üstünlüğünü zayıflatmayıp, tersine güçlendirir, çünkü büyük mülk sahiplerinin kooperatif kurma olanağı daha çoktur ve bu olanaktan daha çok yararlanırlar. Kooperatif biçiminde, kolektif olarak işletilen büyük işletmenin kapitalist işletmeden üstün olduğunu, Kautsky elbette tam kesinliğiyle kabul eder. İngiltere'de Owen ve yandaşlarınca gerçekleştirilen tarımın kolektif yönetimi denemelerine değinen Kautsky, tüm bu deneylerin modern bir tarımsal büyük işletmenin kooperatif üyelerince kolektif yönetiminin pekâlâ mümkün olduğunu çürütülemez bir biçimde kanıtladığını, fakat bunun gerçekleşmesi için "belli bir dizi iktisadi, politik, entelektüel koşulun gerektiğini vurgular.

Son derece zayıf gelişmiş dayanışma duygusu, zayıf disiplini, yalıtıklığı, sadece Batı Avrupalı köylüler arasında değil, Rus topluluk köylüleri arasında da saptanan "mülkiyet fanatizmi" , küçük üreticinin kooperatif üretimine geçmesini engeller.
Kautsky' ye göre, bu durumda, kategorik olarak köylünün kooperatif üretime geçeceğini beklemek çok saçmadır.
Bu küçük hatırlatmadan sonra parantezimizi kapatıp mevzumuzun derinliklerine dalabiliriz.
Rusya'nın tarihinin, batısındaki Avrupa'dan farklı olmasını koşullandıran etmenlerin arasında toprağın kendisi hatırı sayılır bir yer tutuyordu. Rusya'nın üzerinde yer aldığı topraklar doğal bitki örtüsü bakımından üçe ayrılıyordu. Kuzeyde Arktik çemberin içinde kalan tundra; Arktik çemberden Kiev'e kadar uzanan ve tarihsel Rusya'nın merkezini oluşturan dünyanın en büyük ormanı ve buradan Kafkas dağları ve Karadeniz'e kadar uzanan stepler; steplerdeki otlakların yarattığı doğal gübre, buranın ünlü "siyah toprağı"nı dünyanın en bereketli topraklarından biri kılmıştır.
Ancak steplerin doğal bitki örtüsü, toprağı tarım için verimli hale getirdiği gibi, hayvanlar için de ideal bir otlak sağlar ve geleneksel olarak bu bölge, göçebe Slavların, Tatarların ve Moğolların kontrolünde olmuştur. Yerleşik Ruslar, bu toprakların siyasal kontrolünü ancak 16. yüzyılın ortasında, Kazan ve Astrahan Hanlıkları yıkıldıktan sonra elde etmişlerdi. Ancak neredeyse 18. yüzyılın sonuna kadar bu topraklar, özellikle güneyden gelen Kazak akınlarına maruz kalmaya devam ettiler. Öyle ki, ancak 19. yüzyılın başında Rusya'da tarımsal faaliyetin merkezi kuzeyin verimsiz topraklarından, güneyin bereketli siyah toprağına kaydı.
Göçebe kabilelerin akınları ve tarım geleneklerinin görece yeni oluşu, siyah toprağın bereketine rağmen, steplerdeki tarımın veriminin düşük olmasının en önemli nedeni değildi. Rusya'nın iklim açısından talihsizliklerinden biri de, toprağın verimsiz olduğu kuzeyde (özellikle Baltık kıyılarında) yağışın son derecede bol, verimli steplerde ise kıt olmasıydı. Son olarak mevsimlerin yıl içindeki dağılımı da tarımı güçleştiren faktörlerden biriydi. Kuzeyde dört ayla sınırlı olan tarlada çalışılabilecek süre, steplerde hepsi hepsi altı aya kadar uzuyordu. Oysa Batı Avrupa'da bu süre 8-9 ayı bulabiliyordu. Bütün bu koşullar, yazılı tarih boyunca Rusya'nın ortalama üç yıldan birinin kıtlığa yol açacak kadar kötü bir hasat elde etmesi sonucunu veriyordu.
Ancak bütün bunlar, tarımın zaten son derece ilkel bir teknoloji ile yürütüldüğü Ortaçağ'da Rusya'yı Avrupa'dan ayırt etmiyordu. Bu dönemde Avrupa'da olduğu gibi, ekilen Rus topraklarında da, verim bire üçtü. 12. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Avrupa'da yaşanan tarım devrimi, verimin göz kamaştırıcı bir biçimde artmasına yol açtı; 16. ve 17. yüzyılda bire- altı ve bire- yedi oranlarına ulaşan verim, 19. yüzyılda bire-onu buldu. Bu oranlar, artan verimin yanı sıra, topraktan yararlanma biçiminin çeşitlenmesini de getiriyordu; çünkü bire -on gibi bir oran, aynı zamanda mevcut toprağın sadece onda birinin tohumluk ekimine ayrılması gerektiği anlamına geliyordu.
Rusya bu tarım devriminin dışında kaldı. 19. yüzyıla varıldığında bile ortalama verim bire -üçün üzerine çıkmamıştı. Bir ölçeğin tohuma ayrılacağı hesaba katıldığında, bire-üç oranının, tarıma dayalı bir toplumun kendisini yeniden üretebilmesinin asgari koşulu olduğu düşünülebilir. Bunun ille de sefalet ve aşırı yoksulluk anlamına gelmesi gerekmez: ama bu koşullarda kırdan aktarılabilecek artı-ürün neredeyse yok denecek kadar azdır. Yalnızca mujikin değil, Rus devletinin de kaderini belirleyen en önemli etmenlerden biri, devleti ve olası bir şehir hayatını beslemede kullanılabilecek tarımsal artı-ürünün kıtlığı olmuştur.
Slavcıların onca göklere çıkaracağı "Rus ruhu"nun, mujikin alçakgönüllülüğünün berisinde, yüz yıllardır hayatı aynen, herhangi bir genişleme ya da gelişme umudu olmaksızın yeniden üretmiş olmanın şekillendirmiş olduğu alışkanlıkları sezmek mümkündür.
Rusya'da köylülerin serfleştirilmelerinin tarihi, nerdeyse devletin tarihi ile başlar. Gerçi 3. İvan,"yalnızca hasat zamanında olmaması" sınırlamasını getirerek, köylülerin efendilerini terk etme hakkını tanımıştı ama daha Korkunç İvan zamanında ha bire bu hakkın askıya alındığı "yasak yıllar" ilan edilmeye başlandı. Böylece, soylulara dağıtılan topraklardaki sömürü yoğunlaştıkça, köylüler devlet ya da manastır topraklarına ya da şehirlere iltica etmek üzere buralardan kaçmaya başladılar. Sorun çözümsüzdü ve yasak yıllar artmaya başladı; 1649 yılında Rusya'daki bütün köylülerin ruhları işledikleri toprağın sahibine emanet edildi.
Ancak köylülerin mülkiyet anlayışı ile efendilerinin ki arasında büyük bir uçurum vardı. Teknik olarak dvoriane, serflerin değil toprağın sahibiydi. Oysa köylüler, toprak sahiplerinin kendilerini diledikleri gibi kullandıklarını görüyorlardı. Köylüler için, kendilerinin toprak sahiplerinin mülkü oldukları açıktı.
Diğer yandan bütün toprağı işleyen de kendileriydi. Dolayısıyla, toprağın da kendi mülkleri olduğu aynı derecede açıktı. Sahip olunan toprak da bir tarla parçası değil, "mir"di Aynı zamanda köyün ortak toprakları, dünya ve barış anlamına gelen "mir", bütün 19. yüzyıl Rus düşüncesine damgasını vuran bir kavram oldu. Slavcılar tarafından tarihsel olarak Rusya'yı özgül kılan özellik olarak görülen "mir", Narodnikler için de gelecekteki komünizmin çekirdeğini oluşturuyordu. Çünkü "mir", köy komünü tarafından kontrol ediliyordu.
Tipik bir Rus köyünde geniş aileler,"izba" adı verilen dar ve uzun evlerde oturuyorlardı. Her "izba"da aile reisi işlevini gören bir bolşak (büyük) bulunur, bolşak ölünce ya aile dağılır, ya yerine yeni bir bolşak seçilirdi. Komün ise köydeki bütün bolşaklardan oluşurdu. Komünün köyün hayatında tuttuğu merkezi yerin en bariz biçimde göründüğü anlar, belli fasılalarla (örneğin 9, 12 ya da 15 yılda bir) ve aileler arası eşitliği sağlamak için yapılan "kara bölüşüm" lerdi (cherny predel). Bu bölüşümlerde, hane halklarında son bölüşümden beri meydana gelen değişiklikler göz önünde bulundurularak, her ailenin işleteceği toprak parçasının büyüklüğü yeniden belirlendi.
Ancak komünün işlevi tarlaların bölüştürülmesi ile sınırlı değildi. Tarlada çalışabilecek sürenin sınırlılığı yalnızca bireysel emeğin değil, geniş ailenin birlikte sarf ettiği emeğin bile yetersiz kalmasına yol açıyordu. Bu yüzden, bahar gelip, buzlar çözüldüğünde bütün köy birden ayağa kalkıyor ve mevcut toprakları işlemeye başlıyordu. Bu dönem boyunca bütün köy bir arada kendisini hummalı bir faaliyet içinde buluyordu. Çoğunlukla günde 18 saat çalışılıyor; efendinin kendi toprakları diye ayırdığı topraklarda angarya gerektiğinde gündüzleri orada çalışılırken, gecelerin "mir"deki çalışmaya hasredilmesi gerekiyordu. Başka bir deyişle, bu faaliyetin sürdüğü dört ya da altı ay boyunca, köylülerin zamanının çoğu köyün ortak mekânında ve birlikte geçiyordu. Ancak kışın bastırmasıyla birlikte aileler "izba" larına çekiliyorlardı. Başka bir deyişle komün yalnızca toprak bölüşümünü tayin eden merci değil, aynı zamanda tarımsal üretimin de öznesi idi.
Artı ürünün azlığı, hayatın yüzyıllar boyunca köklü hiçbir değişim olmadan yeniden üretilmek zorunda olması, köy komününe paradoksal görünebilecek kimi özellikler kazandırdı. Bir yandan Rus köylüsünün muhafazakârlığı dillere destan oldu. Tarımda üretkenliği artırmayı denemek isteyen iyi niyetli toprak sahipleri bile, serfleri tarafından "zorba" olarak nitelendirildi.
Bütün Avrupa'nın kısa zamanda en önemli besinlerinden biri haline gelen patatesin Rusya'ya girdiği 1830'larda çok şiddetli bir kolera salgını yaşandı. Bu, patatese ilişkin bir dizi batıl itikadın gelişmesine yol açtı. Ve devletin bütün teşviklerine ve hatta zorlamalarına rağmen 1875 'e varıldığında Rusya'da ekilebilir alanların ancak yüzde 1,5'u patatese ayrılmıştı.
Ancak diğer yandan, komünal iş yapma alışkanlıklarından ötürü, kendilerini değişen koşullara uyarlama konusunda büyük bir esneklik gösterdiler. Tipik bir Rus köyünde, bütün bolşakları içeren komünün yanı sıra, özellikle tarım dışı faaliyetler için örgütlenmiş arteller bulunurdu. Bu faaliyetler, belli bir dini bayramın kutlanmasının örgütlenmesi gibi geçici işler olduğu gibi, paçavracılık ve balıkçılık gibi geçim teminine yönelik faaliyetler de olabilirdi. Gönüllü birer birlik olan artellerde kurulan ilişkiler, alabildiğine gayrı resmi idi. Genellikle pratik bir önder olmanın ötesinde, otoritesi olmayan bir şefin başkanlığında birlikte çalışılır, birlikte yenir içilir ve çoğunlukla birlikte barınılırdı.
18. yüzyılın sonunda tarımsal faaliyetin merkezi güneye doğru kaymaya başladıkça, verimsiz kuzey topraklarının sahipleri genellikle serflerinin angarya yükümlülüklerini, salt parasal bir kira yükümlülüğüne çevirmeye başladılar. Bu verimsiz topraklarda, köylülerin tarım ürünleri ticaretinden, gereken kiraları karşılamaları imkânsızdı. Dolayısıyla kira serfliği şehre göçü teşvik etti. Örneğin 1800'lerin başında şehirlerdeki fahişelerin ve araba sürücülerinin çoğunluğu, kira yükümlülüğü altındaki serflerdi. Ancak şehre göçenler kendi komünal alışkanlıklarını beraberlerinde götürdüler. Duvarcılık ya da marangozluk yapan serfler, kendi aralarında artel adını taşıyan ve kâr ortaklığı esasına dayanan kooperatif dernekler kurdular.
Gördüğün gibi, hiçbir şey senin uydurduğun hikâyelere sığmıyor; ortada duran olgular, senin kuruntularına sığmayacak kadar ve yaftalarını da yalan-yanlış bilgilerini de tuzla buz edecek kadar gerçek. Ve ben bunların çoğuna, önceki mektuplarımda ve hatta daha öncesinde de, öyle ya da böyle değinmiştim.

Öyleyse son kez davetimdir, bir kere olsun samimiyetini göstererek, senin o eciş-bücüş, yalan-yanlış ve gerçeğin yanına bile yaklaşamayan ifadelerinin, komüne dair hiçbir açıklık getirmemekte olduğunu ama sadece akıl bozmaya yaradığını kabul edip ve nedamet göstererek, kandırmaya çalıştıklarından özür dilemen oldukça yararlı olurdu; fakat ne yazık ki, komün fetişine gıda yaptığın hezeyanlarını yansıtan bütün bu saçma -sapan lakırdılarının, sadece akıl bozmak için olduğunun farkında olduğun apaçık görülmektedir.
Bitirirken, şu ifadeni de yüzüne vurmak istiyorum ki son derece ibretliktir ve eleştirilerimin ne denli haklı ve yerinde olduğunu teyit etmektedir, belki farkına varır da bu ibretlik durumdan kendine de olumlu pay çıkarırsın:
Komünizmi/sosyalizmi kapitalizmin doguracagi bir sey zannedenler, bu durumda komünal olana kör bakarlar. Tüm özel mülkiyetçi sistemler, komünizmin düsmanıdir. Hiç biri komünizme göre ileri ya da geri degildir. Bunlar birbirine düsmandir.

Şu ifadeye bak BORGA, sanki kapitalizmin "tarihsel ilerici rolünü" inanarak öne çıkaranları, bu inançları nedeniyle mahkûm etmen bir yana, buradan hareketle ve üstelik "karanlığın gücü "adına der gibi lakırdılarla bir de zılgıt çekiyor gibisin.
"Ey kapitalizmde (tarihsel, marihsel anlamam) ilericilik arayarak onu savunanlar, kapitalizm, sosyalizmi de komünizmi de doğurmaz, asıl doğumu "komünal olan" gerçekleştirecektir, bu nedenle "komünal olan"a (miyop da değil) kör bakmayın, aksine önünde secdeye varın; kapitalizm gibi tüm özel mülkiyetçi sistemler, komünizmin düşmanıdır, komünizme düşmansa sosyalizmi de komünizmi de doğuramazlar; hatta onlar, komünizme göre ne ileridedir, ne de geride (demek ki komünizmle aynı yerdeymişler), onlardan bir halt olmaz, bırakın onları birbirleri ile düşmanlıklarını sürdürsünler, siz gelin komüne katılın, sosyalizmi ve komünizmi nasıl doğurduğunu hep beraber görelim ve yaşayalım!"
Söyle bize BORGA kardeş, bu ifade tarzına, gerçeğin üzerini örteceksin diye düştüğün şu garabet duruma gülelim mi, ağlayalım mı?
Ve eminim sen de fark etmişsindir ki kimseden, yani teşekkür için sıraya girenlerden bile, teşekkür mesajı gelmemiş; kuvvetle muhtemel dediklerinin gerçek manasını çözmeye çalışıyorlardır ve belki de özelden soranlar, fikir teatisinde bulunanlar, hatta eleştirenler bile olmuştur; bunlar işaret BORGA, bence artık silkinip kendine gelmelisin ya da bırak bu saçmalıkları, biraz ilim irfan öğrenmeye çalış. Önümüzde duran gerçekler ve hatta olayların akışı ile üzerimize üzerimize gelen gerçekler, önümüzdeki günlerin çok karmaşık ve bir o kadar da büyük olaylara gebe olduğunu gösteriyor; herkes pratiğin sınavından geçecek, ne kadar zırvaladığının farkına varacak ya da ürettiği veya peşinden gittiği teorilerin pratikte doğrulandığını ama karşı karşıya olduğu yeni durumun karmaşıklığını, değişkenliğini ve hızını karşılamaya yetmediğini, yeni ve sık sık değişen teori ve politikalar geliştirilmesi gerektiğini canlı canlı yaşayacak.
İşte asıl o zaman çok faydasını göreceksin ilim irfan öğrenmeye vakit ayırmanın ve bu garabet ifadelerine -kötü niyetle, başkasının düşüncelerine mahkûm olduğun için sarf etmiş olsan da,aymazlığından sarf etmiş olsan da - kendin bile gülüp geçecek, teorik gerçeklerin canlı pratik üzerinde vücut bulmasını net olarak görüp sıçramalı olarak büyüyeceksin, nitelik değiştireceksin ya gerçeğin başına geçecek, ona sahip çıkarak diğer bütün gerçeklerle buluşmasını ve daha büyük bir gerçek olarak güç haline gelmesine mihmandarlık edeceksin; ya da karşı tarafa en tam ifadesiyle geçerek, yeni durumda, pratiğin üzerinde vücut bulmuş teorik gerçekliklerin üzerini pratiğe yönelttiğin karşı-devrimci hücumlarla örtmeye devam edeceksin; ikisini de, yani iki durumunu da, öncesinde bastığın yer belirleyecek; yani bu gün bastığın yer ile yarın basacağın yer, eğer her iki durumda da bastığın yerden memnun isen ve gönüllü isen, aynı olacaktır! Yok eğer aymazlıktan yanlış yere basıyor idiysen, aymazlıktan kurtulmuş olarak farklı ve doğru bir yere basabilirsin, ama farkında olarak, gönüllü olarak ve mahkum olarak basıyor olduğun bir yerden daha sonra farklı bir yere basman mümkün değildir! Basıyor gözükmen de hiçbir şeyi değiştirmez, çünkü böylesi durumlarda, yani olayların hızlı geliştiği ve teorilerin gerçek olduğu, pratik ile teori arasındaki iletişimin jet hızıyla gerçekleştiği zamanlarda "mış gibi" yapmak oldukça zordur.
Bitirirken sarf ettiğim bu ifadeler de kulağına küpe olsun!

Fikret Uzun
04 Aralık 2013