UMUT VE ÇARE ÜZERİNE

Umutsuz olmaz, kuru kuru umut da olmaz. Umut gerçekçi olur ve nesnel olarak da umutsuz olmak için bir neden yoktur. Ve yine ayrıca kitlelere umut vermeden hiç olmaz. Kitlelere burjuva politikacılar hep vaatler şeklinde umut vermiş ve oylarını ve de desteklerini toplamıştır. Vaatlerini yerine getirmemiş ama onun yerine seslerini kesecek yöntemlerle başka umutlar yaratmış, böylece bir kısır döngüyü döndürerek sistemin amaçlarını bir bir yerine getirmişlerdir.

Eklemem gerekiyor, öncelikle yolumuzun uzun olduğuna katılmıyorum, bu bir. İkincisi,yol meselesi ince ve hassas mesel, hangi yoldan söz ediyoruz, kitleleri örgütleyip, partileştirip, çoğunluğu sağlayıp iktidarı almak mı, yoksa bir toplumsal alt üst oluşun nesnel olarak gelişen yolunda birikmek mi, bunda net olunmalı.

Üçüncüsü, birikmek, çoğalmak, f arklılıkların amorf birliği değildir, birikmek, çoğalmak azalarak olmalıdır. Yani netleşerek çoğalmaktır önemli olan ve bunun anlamı, nicel birikimlerin, tam kaynamaya yüz tutarken altının söndürülmesi ile kaynamasının içten patlamalı hale gelmesinin önlenmesi ve yeni bir umutsuzluk, dolayısıyla teslimiyet olmaması için, nitel birikimlerle bağlı nicel birikimler sağlanmasıdır aslolan. Öyle olunca, sıçramanın ve içten patlamanın şiddeti, yolun başında zannedilen bir yol ayrımında, bütün yolları, ana yola bağlayacak enerjiyi ortaya çıkarır. Bunun da tarihte örnekleri vardır ve bu ancak ve ancak nesnellikle bağlı olarak gelişen bir sıçramadır. Ne var ki, bu nesnelliği görüp, ona göre öznel maharet göstermek gerekir.

Bu düşüncelere AKP nin dördüncü kez zaferle meclise gitmesinin sonucu olarak kapılıyorsak, bundan farklı, hatta tersine bir tablo olsa idi de, bu düşüncelere neden olacak koşullar ortadan kalkmış olmayacaktı Ömer arkadaş. Ancak dediğim gibi, kitleleri ya da önemlisi sayıda kadroyu sosyalist yapmaya çalışarak yol kısaltılmaz. Bu yolun kısalması, hala emek sürecinin belirleyiciliği ile bağlıdır. Bu nesnelliği iyi okuyamazsak, buna göre öznel olarak çaba sarf edemezsek elbette yol hep uzun kalır. Bölünmeden söz ediyorsun, bu elbette somut bir gerçek ama bu bölünmede elmaların öbeklere ayrılması yok. Elmalarla armutların ve yanında çürük şeftalilerin birlikteliğinde doğan bir parçalanma var. Bu da kıymeti harbiyesi olan bir durum değil.

Ve önemli olan dediğim gibi yaşam ağacının yeşiline uygun teorilerdir bu gün öne çıkan. Yani yaşamın yeşili yanında, gri kalan teorilere bile tahammülü yoktur tarihin ilerleme çizgisinde yüklü nesnelliğin. Teoriler önemli oranda yaşam ağacının yeşiline çalmalıdır. Bu da dünyayı değiştirmeye yeltenmeden önce yorumlamak için çabalamak demektir. Ama sınırı bu değildir, değiştirmek üzere yorumlamak ve bu yorumlama ile birlikte, değiştirmenin nitelikli gücünü yaratmaktır önemli olan.

Hep örnek veririm ki bundan sonra çok daha fazla ayırdına varacağız, kitlelerin en doğru teoriye bile, nesnellikle yüz yüze gelmeden yakınlaşmayacağını tarih de göstermiştir, Marksizm’in kurucuları tarafından da bilimsel olarak öğretilmiştir. Söz gelimi,1917 Şubat devrimini Lenin hiç duyumsamamış, hatta Mart sonuna kadar haberi bile olmamıştır ama Nisanda ülkeye döndüğünde, o güne kadar dediklerini, bir kenara koymuş ve Nisan tezleri ile iç savaşı işaret etmiş, devrimi bunun üzerine oturtmuştur. Bu dedikleri, yaşam ağacının yeşili ile önemli oranda örtüştüğü halde, kendisine neredeyse deli gözüyle bakılmış ki DR.Jivago kitabında, Pasternak bile Lenin’in dediklerinin nasıl kitleler içinde şekillendiğini, alıcı bulduğunu anlatmıştır. Özcesi, Lenin’in nisan ayında dedikleri önemlidir ve şudur, şimdi kitleler yanımıza gelmiyor, ama hükümetin icraatlarını gördükçe, bize gelecekler, dediklerimizi, bizden önce onlar haykıracaklar diyordu ve de Menşeviklerin hükümete karşı, özellikle önemli ıranda etkiledikleri işçilerle ve yoksul köylülerle yığınsal bir protesto mitingi düzenleme çabalarına karşı, erken olduğunu savunarak, önleme çabası göstermiştir. O zaman da çelişki şudur, hem parlamento yöntemlerine olumsuz bakıp, hatta Boykota sıcak bakıp, hem de hükümeti protesto ederek, burjuva sınırları dışında sonuç alınacağını düşünmek. İşte miting Lenin'in yoğun çabası ile böylece önlenmiş ve haziran ayının ortalarına gelindiğinde, Hükümetin tertiplediği bir mitingde son derece kalabalık bir kitle toplanmış ve hükümete karşı büyük çoğunluğu, Lenin’in işaret ettiği sloganları haykırmış, dövizleri yükseltmiştir. Kısa süre sonra da, şubat burjuva devrimi, ekim sosyalist devrimine sıçraya sıçraya ilerlemiştir. Ama burada, 1905 Şubat yenilgisinin deneyimleri ve Lenin'in öngörülerindeki sabır yüklü kararlılığı vardır. İşte bu anlamda, diyorum ki, erken üzüntüye kapılmak da, gerçeklikle bağlı olmayan umutların peşine takılmak da doğru değil elbet ama şu da bir gerçek ki, bu gün umutsuz olmayı gerektirecek nedenler varken, umut da bunun içinde yeşermektedir. Yani umutsuzluk varsa ve en yüksek seviyesinde ise, işte tam da bu zamanda umut gerektirecek nedenler de vardır.

Daha açıkçası, çare her zaman çaresizliğin en yoğun olduğu zamanda kendini gösterir. Ama önemli olan onu görebilmektir. Böyle olduğu içindir ki, bilim gelişmiş, icatlar, keşifler gerçekleştirilmiştir. Çünkü her ihtiyaç keşfin anasıdır ve dolayısıyla çaresizlik bir ihtiyaç kümesi yaratır ki, bu da her zaman çarenin keşfedilmesi sonucunu doğurur. İşte bu nedenle umudumuz hep olacak ama hangi noktadan şekilleneceğini ise öznel çaba ile hünerle demek istiyorum, ortaya çıkarmak gerekiyor.

Örnek olsun, AKP zafer kazanıp, meclisi yine tuttu ise, bu hem bir umutsuzluk nedenidir ama diğer yandan umudumuz için de bir kaynaktır. Şunu demek istiyorum, Türkiye’de, dünyada ve bölgede olduğu gibi ve onlardan ayrı olmayan sorunlar yumağının içindedir. Bastırıla bastıırla bu güne gelindi. Şimdi neresinden kapak açılsa içinden mutlaka bir şiddetli patlama çıkacaktır, işte bu sorunlar şimdi AKP nin kucağına yeniden düştü, elinde patlaması da mümkün. CHP ise, bilinçli olarak AKP nin öne geçmesi için kendini dizayn ettirdiğinin turnusolünü yaşayacak ve belki de hemen başladı. Bu noktadaki ali cengiz oyunlarını ayrı tutuyorum,ama CHP nin de yaldızları çabuk dökülecek ve "YENİ" CHP nin, AK-CHP olarak dizayn edildiği çok daha net görülecek. İşte bu ve daha başka etmenler, çaresizliğin içinde büyüyen çarenin keşfine doğru kanal açacak. Bu da her zaman sıçramalı olacaktır, sıçramanın ve öznel etmenin gücüne göre de, içinden patlamalı çareler, çaresizliği altüst ederek hızla ilerleyecektir.

Ve hatırlamamız gerekir ki, hiçbir şey düz bir hatta ilerlemiyor ve doğru orantılı bir birikim olmuyor. Demek istediğim budur ve kimseye kuru umutlar önermiyorum, hatta umut da önermiyorum, umudun resmini çiziyorum, ister umudumuzu canlı tutarız, ister ona küser, umutsuzluğa teslim oluruz, ama ben umutsuzluğun en yüksek olduğu noktada, her zaman ve kesinkes umut vardır diyorum. Ve umutsuzluk da, çaresizlik de, korkanların, korkutarak yerleştirildiği koşulların üzerinde yükselir, öyleyse, umut da aynı yerden yükselecektir. Tek yapılacak, dizüstü duranlara ayağa kalktıklarında, korkutanların korkacağını gösterebilmektir ve bunu da ancak ve ancak kitleler gerçeklikle yüz yüze geldikleri an yaşadıkları eylemli bilinçle anlayacaklar ve o zaman, bu andan önce ortaya konan doğru teorileri, hem kendi içinde hem de kitlelerin içinde büyütecek, diz üstünden ayağa kalkarak yükseğe kaldıracaklardır. Niyetim ajitasyon yapmak değildir, yol, tarz da tartışmadım, ama gerçekliği, kendi penceremden gördüğüm gibi aktarmaya çalıştım, anlaşılır kılmak için de biraz edebiyat parçalamış olabilire ama ben farkında değilim. Sizden dediklerimi elinizin tersiyle itmemenizi, anlamaya çalışmanızı ve katkılarınızla daha da netleştirmenizi bekliyorum. Ve hem kadromuzun olmadığını bilip, hem de aslolan dünyayı değiştirmektir öngörüsünün peşine, dünyayı yorumlama yetimiz olmadan takılmanın yanlışlığını, en azından eksikliğini, nesnel olanın hepimize gösterdiğinin, nesnelliğin gösterdiği bu gerçekliği ise, uzun zamandır vurguladığımın hatırlanmasını istiyorum.
Bu gün, bu güne kadar olmadığı oranda, bu toprakların öncelikli olarak ama diğer görevleri tatil etmeden, teoriye ihtiyacı olduğunu bir kez daha vurgulayarak bitiriyorum.

Fikret Uzun

14 Haziran 2011

FİKRET UZUN YAZILARINI

"BLOG" TIKLAYARAK OKUYUNUZ

İŞÇİ SINIFI SİNSİ VE YOLDAN ÇIKARICI TUZAKLARA KANMAYACAK

Şu anda birçok yerde toplumsal çelişkilerin çeşitli biçimlerinin üzerinden yükselen tepkiler cılız da olsa kendini gösteriyor ve çok daha büyük bir kitle ise, böyle ağlayarak, yüreğini sızlatarak bu cılız tepkilerin büyümesini Godo'yu bekler gibi bekliyor, sizi kastetmiyorum, yanlış anlayıp, polemiğe girmemiz söz konusu olmasın ama gerçek bu ve bu durumun temel sebebi, sınıf kinini ve hıncımızı zaptı rapt altına almak için onlarca yıl çaba gösteren bir şaşırtmacanın içine hapsedilmiş olmamızdır. Burada bol bol ağlamamıza, beddua etmemize izin verdiler ve sonunda, sınıf kini yerine bunları koyar olduk. Ama böyle ne Godot geliyor, ne de sınıf kini, o cılız tepkileri büyütecek şekilde, bıçak ucu misli keskinleşebiliyor. İşte demek istediğim budur ve kimseyi yargılamıyorum. Daha önemlisi, bu tepkiler, işçilerden emekçilerden kopuk sürerse, her zaman düzenin çıkarına yarayacaktır ve işte bu nedenle bir biri ile hiç bir tepkiyi buluşturmuyorlar, her tepki kendi mecrasında ve hepsine birer siyasal nitelik verilerek sürüyor. Oysa siyasal mücadele bunları içermiyor, bunlar siyasal mücadeleyi genişletecek olan, güçlendirecek olan diğer toplumsal ve ekonomik mücadelelerdir. Ama her birine bir siyasal nitelik vererek, bu cılızlıkta kalması sağlanınca, hem emek sürecinin keskinleştirdiği çelişkiler kendiliğinden ve otomatik olarak sönümlendiriliyor veya törpüleniyor, hem de kitlelerde boş hayaller yeşertilmiş oluyor. Bu da, Godot’yu beklemekle eşdeğer oluyor, o ise hiç gelmiyor. İşte Şimdi, bunların ışığında, emek sürecinin yükselteceği çelişkilerin işçileri ve emekçileri alanlara sürükleyeceği gerçeğinden hareketle buna da burjuvazi el atmış durumda, daha doğrusu öteden beri hazırlık yaparak, işçi ve emekçi kitleleri bir demokrasi illüzyonuna, bir sınıfsızlık cenderesine hapsederek kitleleri hareketsiz bırakmış ve sol sosyalist harekette oldukça fazla kirlenme yaratmış, dolayısıyla kitlelerin kiminle birlikte ve hangi yöne yürüyeceğini görmesini engellemiş olduğundan, emek sürecinin kitleleri siyasal mücadeleye sevk edeceği aşikârken, onları, sendikal mücadeleye siyasal bir karakter yükleyerek, ekonomizmin peşine takmanın, sosyalist iktidar için mücadeleden uzaklaştırmanın mekanizmalarını harekete geçirmiştir. İşte bütün bunlar, bu oyunlar, eğer sınıf kinimiz ve hıncımız dorukta ise, şeytana melek gibi, doğru yolu göstermeye çalışarak, insafa çağırarak değil, şeytanca bir bakış açısıyla bütün oyunlarını bozarak karşı çıkılacağını görebileceğimizi gösteren işaretler olmalıdır. İşte demek istediğim budur ve bunları uzun zamandır söylüyorum ama maalesef ya küfür zannediliyor, ya da gerçeklere parmak bastığım için canı yananlar, bu acının müsebbibi olmakla beni mahkûm ederek ver yansın ediyorlar ama sözde gerçeği arayanlar, bir türlü gerçeklere yüzünü dönemiyorlar. Tabii burada ahmağa yatıp da sahtekârlıklarını gizleyerek insanların aklını şaşırtan dinamikleri de yabana atmamak gerekiyor. Hepsi bir arada, hepimiz artık gözlerimizi açmalıyız ve oynanan oyunlara karşı ne yapabilirizi tartışmak için önce kendi indimizde düşünmeliyiz. Her yerde oyun olduğunu, hep tuzaklara geldiğimizi unutmadan, bir envanter çıkarıp, hangi sıradan başlamamız gerektiğini tespitle, bütün oyunların üzerine gitmeliyiz. Örnek olsun, bir taraftan, asarız keseriz, halktan demokrasiyi esirgeyen Suriye'ye bomba yağdırırız, askerimizi göndeririz diyenlerin aynı zamanda bu askerleri yönetecek kurmayları, neden ve hangilerini, zindanda tutmaya devam ettiklerini ve  Türkiye'de demokrasi var mı da, Suriye’de demokrasi havarisi kesiliyor olduklarını düşünmekle başlayabiliriz.

Fakat nereden başlarsak başlayalım, ortada bir şiddetli bir ideolojik kuşatma olduğunu, tekellerin, emperyalist burjuvazinin ve işbirlikçilerinin yoğun bir ideolojik saldırısı ile karşı karşıya olduğumuzu, bunun kitlelerde bir illuzyon yaratarak, sürüleşmelerine neden olduğunu, tepkisiz hale geldiklerini, dolayısıyla bu ideolojik hegemonyayı yıkmadan ilerleyemeyeceğimizi, Ortadoğu’da, Kafkaslarda, kuzey Afrika’da ve ülkemizde ve elbette genel olarak dünyada neler olduğunu anlayamayacağımızı, dolayısıyla yeni bir dünya yaratmak için çok hevesli olsak da, nasıl yaratacağımızın ipuçlarına ulaşamayacağımızı bilince çıkartarak, en devrimci işin şiddetli bir ideolojik mücadele olduğunu ama hiçbir pratik görevden vazgeçmeden bunun başarılması gerektiğini, bununla bağlı olarak ve acilen bütün sosyalist alanlardan, eskinin eksikli ve yanlış bakışlarını bilinçli olarak bu alanlara bulaştırmaya çalışanların temizlenmesi gerektiğini, onlarla mücadelenin, onları sosyalizm alanına çekmek için değil, aksine onları sosyalizm alanlarından temizlemek için yapılması gerektiğini bilince çıkartıp, bu doğrultuda ısrarla ve kararlılıkla ideolojik politik mücadele yürütmek ve bu mücadelenin yaratacağı netlikle, Türkiye’nin ihtiyacı olan işçi sınıfının bağımsız politik örgütüne giden yolu açmak, bu yolda güçleri biriktirmek, birbiri ile kenetlemek için politik hüner göstermek gerekmektedir.


Fikret Uzun

11.Ekim 2011

 

 

 

 

TARİHSEL GERİCİLİK VE UMUDUN KOORDİNATLARI

Merhaba, eski bir TKP’li olarak biraz bilgi vermemden zarar gelmez sanırım. ANF kanalıyla duyurulan TKP-1920 bildirisinin sahipleri, birbirini bilen 40 kişiden bir kaçı olsa gerek ve muhtemelen, onlar da şimdi Nabi Yağcı ve şürekası önde, birbirini bilen diğer 40 kişi arkada ama birbirlerine demediklerini bırakmadan, birbirini bilen kırk kişi dinamiğinden aldıkları doğal görevleri gereği, en çok Nabi Yağcı'ya likidatör misli eleştiri yöneltirlerken, Nabi Yağcıların pek boşalmaya niyetleri olmasa da, bırakacaklarını umdukları boşluğu doldurmak için, aslen PKK, görünüşte BDP üzerinden AKP’nin değirmenine su taşımanın kurnazlığına yönelmişlerdir.

Dün içinde olduğum TKP nasıl ki, 1973’e kadar Dış-Büro olarak kendini lanse edip, Türkiye’de gövdesi olduğu izlenimi veriyorken, bunlar da ustalarının mihmandarlığının izinden giderek ya da, TKP’nin usta kadrosundan kalan birkaç kendini TKP’nin ölünceye kadar kurmay başkanlığında bellemiş TKP artıklarının ustalığının yol göstericiliğinde illegal takılarak, dışarıdaki bir bürodan, içerdeki gövdesini yönetiyormuş izlenimi vermek istiyorlar anlaşılan.
Yakında, herkese kooptasyon yolu ile onlar da kariyer dağıtırlar. Hatta belki de, gıyabında kimilerine karar verip, bir yerlere yazarlar ama kariyer dağıttıklarının haberi bile olmaz. İllegaller ya, konspirasyona sadık kalacaklar ama asıl konspiratif maharetleri, bu seçim öncesi de, tıpkı referandum öncesi olduğu gibi, üyelerine ve TKP sevenlere BDP kuyrukçuluğunun işaretini vererek, kendi içlerinden ve yandaşlarından çok, BDP veya PKK ya mesaj vermektedirler. Kim bilir belki de, içlerinden birisi BDP’den bağımsız aday da olmuş olabilir.
Dün parlamenter yöntemi burjuva bulan ve "Boykot" öneren, bu kurnaz artıklar, bu gün ise, parlamentoyu fethetmek için rengarenk yola çıkan yani dincisinden, Barzanicisine, yetmez ama evetçisinden, aşiret reislerine kadar her telde oynayan adayları ile yola çıkan BDP’ye oy avcılığı peşine düşmüşlerdir.

Referandum bitti, TKP 1920 işine gücüne çekildi; şimdi de seçimler bitecek, bu zat-ı muhteremler işlerine güçlerine döneceklerdir.

Bunların TKP’sini sıvılaştırıp kenara çekilirken, kalan sağlam unsurların da aklını bozmak üzere vesayetini hâlâ sürdürmek için müritlerini bin dereden atlatıp, cengaverler misli yetiştiren Nabi Yağcılardan ne farkı var.

Nabi Yağcılar artık açıkça AKP’ye asistanlık yapmakta ama bu asistanlıkları, AKP’ye rağmen ve başka bir dinamiğin yönlendirmesiyle iken; bu zat-ı muhteremler, şimdilik Nabi Yağcı'nın başladığı noktadan hareketle yani kahrolsun burjuvazi, yaşasın AKP’nin demokratik anayasasından parsa koparmaya çalışan BDP diyerek, geçmişte asıl ustalarının ve şimdi demediklerini bırakmadıkları silah arkadaşlarının CHP üzerinden DİSK’i ve TKP’yi, komünist hareketi sosyalistlerden tasfiye edip, burjuvaziye teslim ettiği gibi, şimdi de, bu zat-ı muhteremleri ciddiye alıp, kafa kol ilişkilerinden ve kooptasyon yoluyla verdikleri şanlı görevlerin cazibesine kapılarak ortada komünist parti var zannedip bunların engin ufuklu politikalarına yönelen ahmak ama Marksist solcuların aklını iyice bozmaya ve yeni Türkiye’nin ümmileri yapmaya çalışmaktadırlar.

TKP’nin tasfiyesi makro plandır ve asıl gövdeyi TBKP yoluyla tövbekarlaştırmışlar ama tövbe etmeyip etrafa saçılan TKP kadrolarını ise başka akıl bozucu araçların içine çekmek için, yukarda dediğim gibi, birbirini bilen 40 kişi dinamiğini çalıştırarak çeşitli öbeklere veya kurumlara hapsetmeye çalışmışlardır. TBKP projesinin dışındaki planların hepsi birer mikro plandır ve demek ki bir tanesi de, bu 1920 TKP isimli plan imiş.

Türkiye Komünist hareketi, TKP’den arta kalan ve birbirini bilen 40 kişi dinamiğinden kopmamış birkaç çapulcunun eliyle ayağa kaldırılacaksa vay halimize...

Türkiye komünist hareketi, çok kısa olmasa da, pek de uzun olmayan bir zamanda sıçramalı olarak hızlanan sınıf savaşının sıcak hareketi içersinden çıkacaktır.

Bu çıkışta, böyle çapulcuların da, bu çapulcuların teorisiz pratiklerinden, -ki mutlaka bir burjuva kanala kuyrukçuluktur-, medet umarak peşlerine takılanların da yeri olmayacaktır.

Bu gün, seçim zamanına az kalan bir zamanda, bütün suların AKP’ye akıtılması için, en tepeden aşağıya kadar, bütün derin örgütlenmeler hareket halindedir ve bunun sonucu olarak, CHP AKP lileştirilmiş, AKP’nin neredeyse ikizi yapılmış, bazı partiler gölge etmemek için çekilmiş, bazıları ise, AKP’nin seçim sonrası icraatlarından daha fazla pay almak için meclise daha fazla vekil sokmanın gayretine girmiş, bazıları ise, en doğal hakları olan, bağımsız parti olarak seçime girme kararı almış, az olsun ama benim olsun demiştir. Bazıları ise daha şimdiden, seçim sonrasına bırakılan AKP anayasası için, üzerlerine atılan protest kağıtlara göğüs gererek gençlerin kafasını şimdiden ütülemeye başlamışlardır.
AKP ise, tek parti diktatörlüğünden aldığı güçle, daha fazla diktatörlük için şimdiden kolları sıvamıştır ve bu çapulcuların sözde karşıtı olan ama birbirini bilen 40 kişiden olanlar bunu ileri demokrasinin ayak sesleri olarak reklam etmeye devam etmektedir.
Demek ki, 12 Eylül rejiminin devamlılığı hızını korumakta ve devlet politikası olarak, AKP’nin önünün son kez ve bir daha açılması herkesin üzerine düşen rolü en iyi şekilde oynaması ile kotarılmaya çalışılmaktadır.
Değişen nedir, ha hasan ali, ha ali hasan ne fark eder diyenler çıkacaktır ki, bunları tetikleyen dinamiğin de bu devlet politikasının içinde olduğunu kabul etmek gerekir.
Hayır hasan akli ile ali hasan aynı değildir. Aynılaştırılmış olanlar bellidir ama emekçi halkı kimse aynılaştıramaz. Sadece manipule eder. Emekçileri, çeşitli renk ve kılık ile emekçilerin karşısına çıkan soytarıların, öngörülen oran çerçevesinde peşlerine takmaya çalışırlar.
Öyleyse, ilk önce bir komünist partisi yoksa ya da çeşitli nedenlerle örgütsel yapısını kaybetmiş ise, var olan damarların, bağımsız ve harekete geçirici teorik yaklaşımlar ile politika üretmesi gerekmektedir. Bunun için ise, düşünmeyi ve analiz yapmayı, gizlide takılıyor olsalar da, ismi önde giden ustalarına bırakmamaları gerekir.
Bu gün hasan alinin de, ali hasanın da ve hangisine daha fazla, hangisine daha az rol düştüğüne bakmaksızın ve bu rollerden bağımsız zannedilerek, gerici, dinci ve emperyalist tekeller yanında, yeni yetme tekellerle işbirliği içinde olan aşiret reislerinin, şıhların, ağaların, beylerin ve burjuvalaşmış Kürtlerin peşine takılmaksızın, Türkiye’nin, Kürt emekçi halkı dahil, bütün emekçi halklarını, bu konsensüsü bozmaya seferber etmek için teori geliştirmek, politika üretmek gerekmektedir. İşte akılcı ve komünistlere yakışan hamle budur ve bu bir rol değildir. Rol olamadığını emekçiler de görür. Başarılı olunamayabilir, bu başarıyı sağlayacak denli yeterli kadro olmayabilir ama emekçi halklar, gelişmelerin ve emekçilere gerçekleri ve gerçek tutumu göstermek için çaba sarf eden dürüst, namuslu, bu toprakları ve emekçi halklarını sevdiğini gösteren kadroların dedikleri karşısında eskisi kadar uyurgezer kalmayacaklardır ve onlara yöneleceklerdir.
İşte o zaman Hasan Alileri de, Ali Hasanları da telaş saracak ama emekçileri ikna etmek için bizzat kendilerinin düzenledikleri mitinglerde bu telaşlarını açığa vuracaklardır. İşte o zaman, emekçi halklar bu telaşın peşine değil, karşısına dikileceklerdir.
Bu dediklerim bir hamaset yansıması değildir. Hayali bir umut yaratma çabası da değildir. Nesnel gidişatın böyle olacağını ve bu gidişat içersinden yeni ve çok daha çelikleşmiş kadroların çıkacağını, konsensüs içindeki yöneten sınıfların telaşını dışa vurmasına, emekçi halkların bu telaşı yakalamasına ve bu konsensüse karşı güçlerini birleştirmesine önayak olacaklardır.
İşte 1920 TKP misli ortaya dönemsel olarak çıkan çapulcular ve onlara inanıp boy gösteren ahmak sosyalistler bunu engelleyemezlerse, biraz daha fazla geciktirmek için istepnedirler.
Eğer yanılmıyorsam, bu çapulcuların karargâh yaptığı, bürosuz, merkezsiz, hatta belki de organsız yapılarının adresi https://www.tkp-online.org linkindedir.

Türkiye tarihte görülmemiş denli, ihanet bataklığı içinde yüzmektedir. Günümüzde Hitler faşizmi öncesi ağırlıklı olarak sığlıklarından ve belki faşizmle ilk karşılaştıklarından ama bunların yanında sınıfsal yapılarından, yani burjuva bakışı ile baktıklarından faşizme geçit vermek için, bütün haince politikaları uygulayan sosyal demokratlardan bin kat daha fazla sığlık, ama bundan on kat daha fazla kapitalizmden umudunu kesmemiş olmaktan kaynaklanan ihanet çukurları oluşmuştur.
Bunu, bu oyunu, ancak ve ancak emek sürecinin belirleyici dinamiği üzerinden yükselen çelişkiye, onu mutlaklaştırmadan inanıp, teorik-politik yaklaşımını, bu çelişkinin keskinliğinden yansıyan enerji ile birleştirebilen, emekçi kitlelere derinlemesine nüfuz edebilen, bilinçli ve kararlı ve elbette iktidar perspektifi taşıyan kadroların azınlıktaki yakın yandaşları ile emekçilerin çoğunluğunu yanına çekerek oluşturduğu dinamik güç bozar.
Bu oyun belki bu seçimde bozulamayabilir ama seçimle birlikte seçime giden yollardaki oyunlara en doğru yaklaşımla dikkat çekenlerin, emekçi kitlelerle uyumu seçimden sonraki gelinen noktada, sıçramalı olarak hızlanacağı şimdiden görülmektedir.
Çünkü, emperyalist kapitalizmin saldırısının en yoğunlaştığı zaman, kendisinin gücünü en fazla yitirmiş olduğu zamandır. Ve gücünü daha çok, her türlü araçla aklını bozduğu ve uykuya yatırdığı emekçi kitlelerden almaktadır. Gücünü aldığı emekçi kitlelere baskısı ve sömürüsü ne denli artarsa, tarihsel olarak kendi altını oyması o denli artacaktır ve artıyor.

İşte doğru teori ve doğru politika ile emekçilerin gücü, bu gücü de, emeklerini de sömürenlere karşı bir dinamik halinde, sınıfsal bir çizgide biriktirilirse, sıçrama gerçekleşmiş demektir.
Olacağı da budur ama buna inanmak ve inandırmak için, sınıfsal bakmak birinci, iktidar perspektifi taşımak ikinci şarttır.
Özü itibarıyla, proleter devrim; azınlığın, çoğunluğa dayanarak gerçekleştirdiği devrimdir. Şimdi o çoğunluğa dayanacak azınlığı tarih sahnesine çıkarma zamanıdır ki sınıf savaşı kızıştıkça onlar kendiliğinden açığa çıkacaklardır. Çünkü sınıf savaşı ile kadrolar arasında diyalektik bir köprü, tarihsel bir uyum vardır.
Sınıf savaşı kadroları pişirecek, kadrolar sınıf savaşını ilerletecek ve politik bir mücadelenin kıvılcımlarını, perspektiflerine rehber edineceklerdir.
Gençler, SİP-TKP sinde, bütün birbirini bilen 40 kişinin elbirliği ile tarihe gömülen TKP’den arta kalan bütün öbeklerinde yer alan gençler, bu umudu yakalamalıdır ve eğer bu umudu bulundukları yerde yakalayamıyorlarsa, kendi akıl dinamikleri ile yakaladıkları bu umudu, bulundukları yerlerin önüne koymalıdırlar.
Tarihin hızlandığı bu günkü dönemeçte, sorunun kendisi ile beraber, çözümü de üst üste önümüze gelmektedir. Yani çaresizlik had safhada ise, çare üzerindeki örtüler parçalanmaya yüz tutmuş demektir. Öyleyse, aklımızla görüp, aklımızla karar verme, aklımızı başka hiç kimseye kaptırmama zamanıdır.
Aklımıza son derece fazla ihtiyacımız vardır, bozulmasına izin vermemek için, aklımıza sahip çıkmalıyız.
Bu çapulcuların,1920 mi olduğunu, kim ya da neyin nesi olduğunu tartışmakla zaman kaybetmeye, akıl zorlamaya gerek yoktur. Ondan önce, dediklerindeki cinliğin üzerinde durmak ve oyunlarını bozmak için aklımızı zorlamak gerekmektedir.

Kemalist cumhuriyet, bizzat Kemalist yüksek kadrolarca, yönetimi dinci akımlara devredilerek artık çökmüştür. Ortaya çıkacak yeni cumhuriyet ne ileri demokrasi ne de, sosyalist cumhuriyet olacaktır. Tam tersine, değil ileri demokrasiye, demokrasinin kırıntısına bile geçit vermeyecek denli yasal dayanaklar oluşturan bir gerici-dinci-faşist feodal cumhuriyet olacaktır.
İster şeriat deyin, ister yeni Osmanlı düzeni deyin, isterseniz hadi canım sen de deyin, artık Türkiye toplumu tarihin ilerleme çizgisinin gerisine yani ortaçağ karanlığına düşürülmüştür ve aydınlıkta kalanlar nezdinde bundan sonrası umudun sosyalist iktidarda olduğu bir politik hat üzerine kurulacaktır.
Faşizme karşı, demokrasi hedefini koyanların başarılı olamadıkları ve faşizm emperyalizmin, tekelci düzenin sonucu ise, faşizme karşı demokrasi demek, tarihin ilerleme çizgisinin gerisine düşmek demektir. Tarihsel olarak gericilik demektir. Öyleyse, tarihin ilerleme çizicisinin gerisine düşürülen Türkiye toplumu, emekçi kitleler ancak, sosyalist cumhuriyet için ayağa kaldırılabilir. Demokrasi için onlar bile seferber olmaz. Çünkü şimdiye kadar demokrasi diye diye emekçilerin anası bellenmiş ve en son ortaçağ karanlığına ileri demokrasi diye diye sürüklenmişlerdir.
Öyleyse, başka seçenek kalmamıştır, emperyalistler bu seçeneği de tüketmek için on yıllardır her türlü şaşırtmayı yaptı ama şimdi sosyalizm ülküsü onları daha fazla korkutur düzeydedir.

Fikret Uzun

13.4.2011

Blog

KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK

01.04.2014 22:50

KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK

SIRADAKİ RESTORASYON MU DEVRİM Mİ KARŞI-DEVRİM Mİ

YOKSA İÇ SAVAŞA MI GİRDİK?

 

ERGENEKON DERSLERİ

 

DERS-I

 

Öncelikle şunu hatırlatarak başlamak istiyorum, şüphesiz öncesi de var ama Türkiye daha çok Gladyo ile Çiller Örgütü olarak da anılan Kontrgerilla örgütlenmesi ve icraatları, vesilesi ile tanışmıştı. Kamuoyunda, uzun süredir tartışılıyordu ama kimseden ses çıkmıyordu. Kontr-gerilla örgütlenmesine karşı, kitlelerin ve yönetici sınıfların içinden çıkabilecek itiraz seslerinin,"PKK" terörü bahane edilerek ve terör ile mücadelede her yolun mubah olduğu kabul ettirilerek kısılabilmişti; bu örgütlenme, herkesin bildiği bir sır halinde idi!

O yıllarda, kimseye şimdi olduğu gibi "barış gelsin-savaş bitsin-analar ağlamasın" yollu haykırışlar öğretilmiyordu;  aksine her yol mübah görülerek, PKK terörüne karşı( aslında, sol/sosyalist harekete karşı) oluşturulmuş ve CIA’nin NATO bünyesinde kurulmuş Gladyo'nun bir kolu olarak, bir karşı-terör hareketi olarak oluşturulmuş olan kontrgerilla örgütü ile çok canlar alınıyor ve çok canlar yakılıyordu; hem faili meçhuller yolu ile PKK'nin ekonomik damarları kesiliyordu ve hem de bu faili meçhuller üzerinden kitleler terörize edilerek, korku kalıcılaştırılıyordu ve Kürt halkının devrimcileşmesi yanında, Türkiyenin devrimci hareketi ile buluşmasına yönelik veya devrimcileşen Kürt ulusal hareketi ile buluşmaya yönelik eğilim ve çabaları engellemeye ama daha çok 12 Eylül faşist rejimini, bu güne taşımak için yolları genişletmeye yönelik idi!

Herkes hatırlar ve henüz bu çeteden burnu kanayan, Ağar’ı ve Ünlü "genel vali" nin "intihar”ını saymazsak, olmamıştır; oysa Çiller ki bir seçim darbesi ile ve de paraşütle hem DYP nin ve hem de Hükümetin başına oturtulmuştu, "devlet için kurşun atan da, yiyen de bizimdir" yollu kükrüyor ve"elimizde liste var" diyordu; ardından da faili meçhuller hız alıyordu; örnek olsun, o listedekilerden biri, bu gün BDP'de saylavlık yapan ki o da bir anlamda buraya ısmarlama getirilmiştir (Öcalan'ın kontenjanından getirilmiştir), Pervin Buldan'ın eşi, uyuşturucu taciri, mafya ve aşiret ağası Savaş Buldan idi; "bizim Kürtlüğümüz, aşiret düzeninden, ağalık düzeninden ayrıdır" yollu konuşan Öcalan'ın ittifak yaptığı bir aşiret ağasıdır veya beyidir veya baronudur, işte bu kişinin, bir gece yarısı operasyonu ile sonradan Susurluk operasyonunda etrafa saçılarak deşifre olan ve Çiller'in "kurşun atan da bizimdir" dediği,"devlet için kurşun atan " devlet elemanları tarafından öldürüldüğünü biliyoruz

 

Gladyo sözcüğü bu gün de sık sık telaffuz ediliyor ve “Gladyo nedir?” bilgisi, artık internette “viki sözlük”lerden bile temin edilebilmektedir; ancak yine de hatırlamaya gerek var ve Gladyonun ikinci savaşın hemen sonrasında CIA ile anlaşan eski naziler tarafından kurulduğunu ve hedefinde komünist örgütlenmeler olduğunu ve de her NATO ülkesinde bir tane Gladyo örgütünün kurulmuş olduğunu biliyoruz!

 

İşte sınıfsal bakmak buraya bakabilmektir! Buraya bakabilmek demek, Türkiye'nin de ordusunu, istihbaratını, bürokrasisini, NATO'ya girerek, ABD emperyalizmine teslim ettiğini, görmek, bilmek ve anlamak demektir!

 

Bu, aynı zamanda sosyalist hareketle mücadeleyi de ABD emperyalizmine ve onun resmi-yarı resmi ve derin örgütlenmelerine teslim etmek demektir; en azından bu örgütlenmelerin uzantılarına teslim etmek demektir!

 

Evet, 2.dünya savaşının bitimiyle birlikte CIA ile anlaşan Nazilerin kurduğu Gladyo’nun temel hedefinin sosyalist hareketin ilerlemesini önlemek, ortadan kaldırmak olduğunu ve her NATO ülkesinde bir teşkilatının kurulduğunu hep hatırlattık ve bu apaçık ortadadır!

 

Türkiye’de “Komünizmle Mücadele Dernekleri”, “ İlim Yayma Cemiyeti ” gibi, solculara, sosyalistlere karşıt olarak kurulan örgütlerin ve Ülkücü komandoların da bu örgütlenmenin içinde olduğunu biliyoruz. Türkiye’deki siyasal cinayetler, bu örgütün uzantıları eliyle gerçekleştiriliyordu, toplumun saygısını kazanmış isimler öldürülüyordu ve K.Maraş, Sivas, Çorum, katliamları gibi, kitlesel katliamlar yapılıyordu.

 

12 Eylül darbecilerinin "durumun olgunlaşması için iki yıl bekledik" yönlü açıklamalarında da ifadesini bulduğu gibi, Türkiye toplumu, böylece darbeye mecbur edilmek isteniyordu.

 

Velhasıl uzun zamandır ve bugün daha da fazlasıyla ortaya çıkmıştır ki, bunların hepsi, CIA/Gladyo eli mahsulü idi ve Türkiye’yi sola teslim etmemek içindi!

 

Sonuçta Türkiye dinci akımların eline teslim edilmiştir ve şimdi ”yetmez ama evet”çi sahtekârlar, utanmadan, sıkılmadan hâlâ Fetullahi tarikata siper oluyorlar ve hâlâ bu örgütün “kumpası”ı ile zindana atılanlardan başka deccal tanımıyorlar!

 

Evet, apaçık görülüyor ki 12 Eylül faşist darbesine giden kanlı yolları Gladyo/ Kontrgerilla döşemiştir.

 

Şimdi hükümet yetkilileri ne diyor? Bu Fetullahi tarikat bir “paralel devlet” örgütlenmesidir!

 

Peki, kim bu Fetullah ve en başından kimin koruması ve kollaması altındadır? Tabii ki devlet eliyle kurulan ve Gladyo’dan da NATO’dan da ayrı olmayan ve kurucuları ile üyeleri arasında o gün de, bu gün de devletin en yüksek koltuklarında oturanlar olan Komünizmle Mücadele Derneklerinin kurucularındandır!

 

Maraş, Katliamı ki Öcalan bile bunun bir Kontr-gerilla marifeti olduğunu işaret etmiştir, Sivas katliamı, diğerleri, hiç birini bu Fetullahi örgütten ayıramayız; ikisi de aynı yere düşer ve düştükleri yerde devlet olduğunu, örnek olsun Maraş katliamında ihmalin büyüğünün Ecevit’in içişleri bakanı İrfan Özaydınlı’ya ait olduğuna hep işaret edildiğini biliyoruz! 

Fetullah Gülen, sonunda tam yerini buldu; 21 Ka­sım 2006’da, ABD Va­tan­daş­lık ve Göç­men­lik Ser­vi­si­‘ne Ye­şil Kart için baş­vur­du ve 21 Ma­yıs 2008’de, ara­la­rın­da CI­A es­ki yö­ne­ti­ci­le­ri­nin de bu­lun­du­ğu nü­fuz­lu isim­le­rin re­fe­ran­sıy­la bu is­te­ği­ne ka­vuş­tu.

 

Peki, kim bu referansı verenler?

 

19 say­fa­lık re­fe­rans mek­tup­ta; CI­A es­ki yet­ki­li­si Gra­ham Ful­ler, CI­A es­ki gö­rev­li­si Ge­or­ge Fi­das ile AB­D’­nin es­ki An­ka­ra Bü­yü­kel­çi­si (ABD Ha­be­r al­ma Araş­tır­ma Da­ire­si es­ki di­rek­tö­rü) Mor­ton Ab­ra­mo­witz gi­bi isim­ler var­dı. Baş­vu­ru ön­ce­sin­de CI­A gö­rev­li­le­ri­nin Göç­men­lik Bü­ro­su ile gö­rü­şüp lo­bi yap­tı­ğı ba­sı­na yan­sı­dı.

 

Şimdi 11 yıldır birlikte olduğu ve birlikte “Ergenekon” tertibi ile insanları zindana tıktığı Fetullahi örgüt için AKP nin başı RTE ve en yakın kadroları “paralel devlet” dediler ve TSK ‘ya “kumpas” yaptığını söylediler; bundan hiç geri adım atmadılar aksine hep bu örgüte hücum halindeler!

 

Ve hâlâ Gladyo da, Ergenekon da, Kontr-Gerilla da başka yerde aranıyor; daha doğrusu, hâlâ bu Fetullahi örgütün, ABD-CIA’den ayrı olmayan ve AKP-RTE ile birlikte tertipledikleri bir “kumpas” ile ve bütün muhaliflerin boynuna astıkları “Ergenekon” yaftası ile zindana gönderilen “Ergenekoncu”larda aranıyor!

 

Bu dün anlaşılabilir ama bu gün hiç ama hiç anlaşılamaz bir akıl tutulmasının ifadesidir; değilse birliktelik var demektir!

Öyleyse adres hep netti ama yine hep olduğu gibi bu gün de, sahte sol gömlekli azap zebanisi Gaponlar, bu netliği bozuyorlar, gerçeğin üzerini hâlâ örtmek için çırpınıyorlar; fakat nafile çabadır!

 

İşte 1989 da Berlin Duvarı'nın yıkılması, Doğu blokunun çökmesi ve Sovyetler Birliğinin dağılması ile eşzamanlı olarak, hepsi komünist hareketlere karşı görev yapmış olan Avrupa'daki Gladyolar, bir bir açığa çıktı; Batı Almanya'dakinin adı,"Sword" ; Avusturya'da "Schwert"; İngiltere'de " Secret British Networkd Revealed"; Belçika'da " Bdra-8" ; Hollanda'da "Command" ; İsviçre'de" "P-26"; Yunanistan'da "Sheepskin" ; Fransa'dakinin adı ise "Rüzgâr Gülü" idi. Yalnızca Türkiye’deki Gladyo açığa çıkarılmadı.

 

Peki, bu gün Hükümetin işaret ettiği ve hükümetin iktidar ortağı olan Fetullah örgütü tarafından “kumpas kurulan” Ergenekoncular Gladyo’mudur? Bu soruyu bir yere not edip, açılmış olan tartışma konusu çerçevesinde, derin devlet-Kontrgerilla ve yeni adıyla "Ergenekon" üzerine konuşmaya,bu konuda net olmak,adresleri şaşırmamak gerektiğinin öneminin altını çizerek devam edelim.

 

Soğuk savaş döneminde 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde, CIA/Gladyo’nun, yani ABD’nin hedefi ve amacı belli idi. Ucu Sovyetlerin Yıkılmasına dönük olan," Yeşil Kuşak Projesi"ni sonuca ulaştırmak, komünizmle mücadele, Türkiye’yi sola teslim etmemekti.

 

Peki, bugün belli değil mi?

 

ABD nin hedefi ve amacı bu gün de bellidir, bölgedeki Kürt politikası; AKP'ye bakışı; YDD nin hedefi, BOP –BİP “Büyük-Kürdistan Politikası” vb. hepsi bellidir!

 

Bu hükümetin kumpas kurulduğunu itiraf ettiği "Ergenekoncu"ların da sözde hedefleri bellidir; Darbe yapmak, irtica ile mücadele ve AKP yi devirmek...

 

Öyle mi değil mi?

 

Öte yandan "Ergenekon"a savaş açan dinci - liberal ittifakının ABD-AB ile ilişkileri de bellidir.

 

AKP nin başkanı ise, saymışlar, tam 36 kez " BOP Projesinin Eşbaşkanıyım" demiş ve "Diyarbakır'ın yıldız olmasının bu proje içinde olduğunu" söylemiş.

 

Öyleyse, her şeyin ve çok öncesinden belli olduğu net olarak görülmüyor mu?

Öyleyse soruyu tekrar soralım ama başka biçimde:

 

Gladyo-kontr -gerilla, uzun zamandır zindanda olup, artık salıverilmeye başlanan ve “ kumpas kurulduğu” artık tescillenmiş olan "Ergenekoncu"ların mı, yoksa Ergenekonculara savaş açmış gibi görünerek Kemalist burjuva cumhuriyetini yıkmayı ve böylece sosyalist hareketi sonsuza dek tarihe gömmeyi amaçlayan Gladyo’nun veya Neo-Gladyo'nun mu arkasındadır?

 

Cevabı, tektir ve basittir ve Gladyo'nun babası olan ABD nin dünkü ve bu günkü dış politikasına bakarak yanıtlamak mümkündür.

 

Cevabını vermeden önce şunu hatırlamak yerinde olacaktır:

 

"Ergenekon"un bir hukuk meselesi olarak görünmediğini ve görülmediğini hep söyledik ve şimdilerde bu açıklık çok fazladır; Artık hükümetin en yetkili ağızları  bile bunu net olarak itiraf  etmektedirler; ayrıca, çıkarlarının peşinden giden iki kapitalist grubun veya hanedanın çatışmasının yansıması olmadığını da biliyorduk ve buradan hareketle ergenekon saldırısının sınıfsal olduğunu da görüyor ve gösteriyorduk; bu sınıfsallığı görmek sınıfsal bakabilmekle mümkündü; hep böyle baktık ve gördük ve gösterdik; görmeyenler ve görmek istemeyenler çoktu ve hâlâ vardır, ancak azalmışlardır!

 

İşte bütün mesele ve her zaman budur ki, sınıfsal bakılmazsa, burnumuzun ucundaki bu gerçeği görmek mümkün olmaz ve olmadığını gördük! Hâlâ görmeyenlerin ise körlüklerinin fiziki değil, ideolojik olduğu kabul edilmelidir! Çünkü başka gözle, başka ideolojik gözlükle bakmaktadırlar!

 

Bugünkü, yani artık Hükümet yetkililerinin yaptığı resmi açıklamalarla da bir ”kumpas” ile zindana gönderildiği tescillenmiş olan “Ergenekon”a, dönersek; bugün soracağımız “Ergenekon” nedir? Sorusunun cevabı daha bir tamamlayıcı olacaktır ve bu “Ergenekon”un, devlet içinde oluşmuş bir çete olduğunu söylemek yeterli olmakla birlikte, Gladyo’nun aksine yerel olduğunu ve uluslararası bağlantısı olmadığını söylemek daha tamamlayıcıdır.

 

Buradan hareketle, Ergenekon’un, PKK terör örgütüne karşı TSK nın, dolayısıyla devletin mücadelesi içinden bazı kişilerin hukuk dışı yollara sapması ile kişisel çıkarları etrafında oluşturdukları mafya türü bir örgütlenme olduğunu söylemek de yanlış olmaz.

 

Ancak bu gün, daha doğrusu soruşturması başladığı andan itibaren ve Neo-Gladyoculara göre, Ergenekon örgütü sadece bir çete değil, bir devlet örgütlenmesidir ve kanunsuzluğunu TSK’dan aldığı güçle yapmaktadır. Amacı darbe yaparak AKP’yi devirmektir. Dolayısıyla neo-Gladyocular, TC ve TSK ile hesaplaşmadan bu sorunun çözülemeyeceğine inanmaktadırlar. 

 

Şimdi durduğumuz yerden daha net görülüyor ki,bu nedenle tüm AKP muhaliflerinin boyunlarına "Ergenekoncu" yaftası takılmış,ancak,en başta işaret ettiğim gladyo/ kontrgerillanın, yani kamuya mal olan adı ile Çiller örgütünün,yani asıl Ergenekonun üzeri örtülmüştür!

 

Ağarın durumu ise bir iş kazası niteliğindedir ve kendisi de, tıpkı Çiller’in “devlet için kurşun atan da, yiyen de bizimdir” dediğini tekrarlayarak ,“ devlet için hapis yatmak da şereftir” yollu nutuk çekmiştir!

 

Oysa bu yafta ile yani “Ergenekoncu” yaftası ile dolaştırılan veya zindana atılan aydınların, politikacıların, üniversite hocalarının ve elbette gazetecilerin, yıllarca kontrgerilla ile mücadele etmiş, kontrgerillanın hışmına uğramış kişiler oldukları bilinmektedir.

 

Net olarak görülüyor ki, ABD-AB ile ilişkileri de belli olan, hatta  en yetkilisinin defalarca ABD’nin bu bölgedeki  politikalarının  eş başkanı olduğunu söylediği   "Ergenekon"a savaş açan dinci - liberal ittifakı, hem Gladyo-kontr-gerilla-Ergenekon  örgütlenmesinin üzerine gitmemişlerdir ve hem de PKK terör örgütüne karşı TSK nın, dolayısıyla devletin mücadelesi içinden bazı kişilerin hukuk dışı yollara sapması ile kişisel çıkarları etrafında oluşturdukları mafya türü bir örgütlenme  olan  ergenekon’ un üzerine gitmemişlerdir ama bütün AKP karşıtlarının boynuna astıkları Ergenekoncu yaftası ile aydınların, politikacıların, üniversite hocalarının ve elbette gazetecilerin, yıllarca kontrgerilla ile mücadele etmiş, kontrgerillanın hışmına uğramış kişilerin ve TSK içinden çoğu AKP’ye ve Amerikan politikalarına karşı  oldukları bilinen TSK mensuplarının üzerine gitmişler, zindana atmışlardır!

 

Ancak, ergenekoncuların anası ve babası sayılacak, "devlet için kurşun atan da, yiyen de bizim evlatlarımızdır " diyerek KONTR-GERİLLA (Ergenekon) örgütünün militanlarına arka çıkma cüreti gösterebilen aktörler dâhil, hiç birisinin üzerine gidilmediği de görülmektedir.

 

Bu durumda Gladyo/ Kontrgerilla ve Ergenekon örgütü, artık açığa çıkarılıp, çökertilmiş midir? Sorusu ortada kalmış, cevabı ise artık herkes tarafından görülmekte, bilinmektedir; çökertilmemiştir!

 

Buna karşın şimdi, boynuna “Ergenekoncu” yaftası asılarak zindana atılan AKP muhalifleri, hatta 12 Eylül rejiminin müzmin muhalifleri ve elbette ABD karşıtlarının hemen hepsi, hukukçuların bile çözemediği bir hukuk düzenlemesi ile dışarı salınmaktadır!

Ve bazılarımız hâlâ, Gladyo/Kontrgerilla, çiller örgütü de diyebiliriz ve Ergenekon açığa çıkarılıp, çökertilmiş midir? Sorusunu sormamak için bin dereden su getirmektedirler.

 

Üstüne üstlük hâlâ, AKP yönetiminin “Kumpas” ve “paralel devlet” iddialarını da görmezden gelerek, “Ergenekoncu” yaftası takılarak zindana atılan AKP muhaliflerinin salıverilmesinden duydukları öfkelerini gizlememekte ve son derece yanlış sonuçlar çıkarmaktadırlar!

 

Oysa apaçık görülüyor ki, TC’yi yıkmak ve şeriata dayalı, faşist bir yeni Osmanlı cumhuriyeti kurmak üzere, 12 Eylül rejiminin yönetimini dinci akımlara teslim eden tekeller ve işbirlikçisi oldukları ABD emperyalizmi, bu acil işi kotaramamışlardır ve bugün deli danalar misli sağa sola koşuşturan egemen güçler bir restorasyon peşine düşerek, bu çerçevede bekledikleri ve tetikte oldukları toplumsal ve sınıfsal muhalefetin, denetimleri dışında kabarmasından da korkarak, dümeni dinci akımlardan alıp, cumhuriyetçilerle aralarında paylaşmaları yönünde bir rota çizme eğilimine girmişlerdir.

 

Bu eğilim içinde, tarihte görülmediği şekilde, yasal düzenlemelerle, deyim yerindeyse, idam sehpasındaki hükümlüleri, dışarı bırakmak zorunda kalmışlardır!

 

Ve güçler dengesinin ve halk hareketinin kabarmasının durumuna göre, tekrar geri almaları ve/veya diğer hükümlüleri de salmak zorunda kalacakları aşikârdır ki, ikincisi daha olası görünmektedir!

 

Şimdi, öteden beri ve daha çok sahte sol gömlekli devrim kaçkınlarının ideolojik şaşırtmaları ile ufuk ötesine hapsedilmiş olan gerçeklik, ufuğu aşarak önümüze düşmektedir; bunda, sahte sol gömlekli aktörlerin peşine takılma gafletinde bulunanlarca, türlü çeşit yafta asılarak püskürtülmek istenen sosyalistlerin, ama daha çok tabandan yükselen Kemalist hareketlenmenin, en azından gericiliğe karşı dik durmada kararlı olan ilericilerin, devrimcilerin, devrimci- demokratların payının büyük olduğunu herkesin kabul etmesi gerekmektedir!

 

İlluzyona karşı gerçeklik buradadır ve buradayız!

 

Fikret Uzun

 

14-Mart-2014

 

DERS-II

 

Gerçeklik mi, “Ergenekon” bir illuzyondur ve “Ergenekon”un içine sokularak zindanda tutulmak istenenler, AKP-ABD muhalifleri ve Kontrgerilla ile nam-ı diğer adıyla “çiller örgütü” ile mücadele eden aydınlar, politikacılar, üniversite hocaları ve gazeteciler ve çoğunluğu 12 Eylül rejiminin yönetimini dinci akımlara teslim eden tekellerin ve işbirlikçisi oldukları ABD emperyalizminin poltikalarına biat etmemiş olan ordu mensuplarıdır.

 

Bu arada bu politikaların içinde ve mutfağında olmasa da ürünlerinin kollanmasında payı olanlar da az da olsa bu çukurun içine gömülmüştür ki şimdi onlardan,12 Eylül rejiminin devamlılığı içinde, kotarılmak istenen restorasyon çalışmalarında yararlanacaklardır!

 

Türkiye’nin sınıf mücadeleleri tarihinin bugün önümüze koyduğu çıplak gerçekliği hâlâ göremeyenler; yani Ergenekon saldırısı üzerinden toplumun hemen hemen tamamının bir illuzyona hapsedilmiş olduğunu göremeyenler; yani 12 Eylül rejiminin devamlılığının sağlanmasında kotarılmak istenen restorasyonun bir yansıması olan Gladyo/kontrgerilla örgütünün, Türkiye’de hiçbir zaman açığa çıkartılmamış ve faaliyetlerine bu güne kadar devam etmiş olduğunu ve dahası,“Ergenekon” saldırısının da planlayıcısı olduklarını hâlâ göremeyenler; bununla birlikte en önemlisi, Cumhuriyet’i yıkma davası olan “Ergenekon” davasının, Cumhuriyet’in dirilmesiyle ve yeni AKP düzeninin reddi ile sonuçlanmış olduğunu göremeyenler sınıfta kalmışlardır ve hâlâ aynı nakaratların peşinden korkularını yansıtan ıslıklar çalmaktadırlar; çabaları nafiledir ve tarih bunun hesabını soracaktır!

 

Ancak bu gün, tekellerin egemenliğinde de olsa, Türkiye’nin işçi sınıfının örgütlenmesi ve sosyalist devrimi gerçekleştirmek üzere mevzilenebilmesi için en elverişli zemin olan cumhuriyet ve daha çok da toplumun ezici çoğunluğunun akıl dinamiği son derece tahrip edilmiştir; bu tahribattan egemen sınıfların işlerini kotaracak, kotarması için aday olabilecek kadroların da payını aldığı açıktır ki, yeni durumda, egemen sınıflar, restorasyonlarını kotarmak için bu kadrolara dayanmak zorundadır, bu ise başka ve belki de daha önemli etmenlerle birlikte, bir anlamda geçmişi geri çağıran egemen sınıfların, yeniden ihtiyaç duydukları restorasyonu üzerine inşa edilebileceği bir siyasal zemine sahip olmadığını, en azından henüz sahip olmadığını göstermektedir!

 

Öyleyse bir hatırlatmaya daha ihtiyaç var ve hatırlatıyorum; bu, Kemalist TC’yi yıkmak üzere tarih sahnesine çıkartılan, içinde ve merkezinde Gladyo/kontrgerilla örgütlenmesi de olan iç ve dış politika içerikli senkronize hareketin yönü, kaçınılmaz olarak cahilleştirmeye, dolayısıyla dinselleştirme/İslamlaştırmaya dönüktü ve bu yönde ve çerçevede önemli oranda yol kat edildiği görülmektedir!

Ve 12 Eylül Cuntası, Kenan Evren, bu cahilleştirmenin, islamlaştırmanın, tam merkezinde ve mutfağının başında idi;12 Eylül ile birlikte İmam Hatiplerin müfredatı yanında, sayısı da genişletilmiştir ki oradan mezun olanların, hem tıbbiye de, hem harbiye de, hem de mülkiyede olduğunu şimdi daha net görüyoruz; Diğer yandan hiç bir politikacının cesaret edemediği İslam Konferansına katılmaya, Evren cüret edebilmiştir. 

Evren tek değildir ve aynı ayarda Hilmi Özkök’ü de sayabiliriz ve başka yüksek komutanların, örnek olsun İlker Başbuğ’un da aynı yerde olduklarını, en azından artık, biliyoruz; 12 Eylül rejiminin yönetimini dinci akımlara teslim eden tekeller ve işbirlikçisi oldukları ABD emperyalizmi ve de yüzü hep Eylülist rejimin sahibi tekellere dönük olan yüksek “Kemalist” komutanlar, hep beraber İslamlaşmanın önünü açtılar ve Kemalizmle birlikte sosyalizme giden yolları da kapattılar.

 

Hepsi budur ve böylece geriye dönüşün kapıları, irtica diyoruz, resmen ama daha çok hile ile açılmıştır. Hücumları, aydınlanmaya ve aydınlanma ile elde edilmiş tüm kazanımlara yönelik olmuştur.

 

Ve elbette asıl korkuları sosyalizm ve sosyalist harekettir.

 

İşte Ergenekon kod adıyla yürütülen operasyonun, tasfiye hareketinin kıymet-i harbiyesi buradadır ve hileleri, hedefe varamadan artık ters tepmiştir, artık “kumpas” olarak, resmen tescil edilmiştir; hilelerinin bütün vücutlarına etki etmese de, ellerinde patladığını söyleyebiliriz!

 

Ergenekon saldırısı ile “demokrasi” geleceği ham hayaline kapılarak, bu gün bizzat kendileri bile “Ergenekon” un bir hile ve kumpas olduğunu itiraf eden AKP hükümetini ve başı RTE’yi en demokrasi kahramanı ilan edenler, şaşkınlık ve hüsran durumlarını dışarı salıverilen“Ergenekon” hükümlüleri arkasından küfürlü ıslıklar çalarak yenmeye çalışmaktadırlar ki aslında “Ergenekon” tertibi ile birlikte kendilerinin de yıkıldığını ve birbirlerinin üzerine yığıldıklarını söyleyebiliriz!

 

Sabah akşam “devlet” deccaldır diyen, bu Ergenekon tertibinden “demokrasi” bekleyen sahte sol gömlekli aktörler, devletin devamlılığından ve “Ergenekon” tertibinin bu devamlılığı sağlamak ve rejimin tıkanan yerlerini açmak için olduğunu görmek istemedikleri gibi, aynı devlet ile pazarlık yaparak, Kürtlere bir kurtuluş çıkacağı ham hayaline de kapıldılar!

 

Bu ham hayalleri onları, ABD emperyalizminin ve 12 Eylül rejiminin dinci akımlara teslim edilmiş yönetiminin, aydınlanmaya, modernizme, dolayısıyla her türlü yapıya saldırıları içeren politikalarının en sadık savunucuları durumuna sürükledi; aklın önünde kurulan tüm engellere arka çıkmayı poltika saydılar; modern düşüncelere saldıran, modern düşünceleri gerici sayan bu aktörler, tarihin gerisinde kalan ve mevcut halleri ile artık hem gerici, hem de geri konumda olan formasyonların peşinden sürüklendiler!

 

Oysa aydınlanma düşüncesini Materyalizmden ayırmak mümkün değildir ve ayırmak isteyenler, eninde sonunda kendilerini bir karanlığın içinde buldular; ayırmak için karanlık gerekiyordu ve bunu getiren 12 Eylül rejimine, “devlet” e en çok hücum eden bu aktörler, koltuk değneği oldular; sonunda aynı karanlığın içinde akıbetlerine isyan durumundadırlar!

 

Modernizme ve moderniteye aynı anlama gelmek üzere aydınlanmaya hücumla Kürtlere aydınlık günler geleceği masalına kendilerini esir ettiler ve akıl bozmanın öteki adı olan post-modernizmin sadık kulları oldular!

 

Günahları çoktur ve arınmaları mümkün değildir!


Kemalist cumhuriyet de modernist ve aydınlanmacı idi ve Kemalist Cumhuriyete yönelik şiddetli ve sinsi hücumun, modernizme hücum eden post modern bir darbe ile gelmesi, bütün günahların aydınlanmaya yüklenmesi ile birliktedir ve bu bir tesadüf değildir ve hedef, tekellerin düzeni anlamında cumhuriyetin yıkılması değil, tekellere dar gelen Kemalist Cumhuriyetin yıkılması ve burjuvazinin kendi tarihinin gerisine düşen şeriata dayalı bir “modern” feodal cumhuriyetin kurulması idi; ilk kapıyı Kemalist yüksek kadrolar açmış, yine Kemalist yüksek kadroların asistanlığında dinci akımlar eliyle son kapısına kadar ilerleyip(aslında geriye doğru ilerleyip), son kapıda takılı kalmışlardır!

 

Gerçekte ise, Kemalist cumhuriyete hücum ile sosyalist hareketin önü tümüyle kesilmiş olacaktı, öyle ümit ediyorlardı; işte “Ergenekon” tertibi bu saldırının kod adı ve örtüsüdür!  Ancak başarılı olamamışlardır ve başarısızlıklarını “Ergenekoncu”ları serbest bırakarak teslim etmişlerdir; başarısızlıkları kalıcıdır ve bunu gizlemek için bütün işbirlikçileri hareket halindedir!

 

Demek ki yıkılan Ergenekon tertibinden çok, tekellerin ve işbirlikçisi ABD emperyalizminin hülyalarıdır; üstelik yıkım yeni başlamıştır, buna karşın pek fazla çare sahibi görünmemektedirler!

Peki, öyle oldu mu? Yani sosyalist hareketin önü, aydınlanmaya, aynı anlama gelmek üzere, Kemalist cumhuriyete hücum ile ortadan kaldırılabildi mi? Yoksa tam olarak başarılı olamayan bu hücum, sosyalist harekete daha fazla alan mı açmıştır ve taze kanlar da yolda mıdır?

 

Son tahlilde sosyalist hareketin bileşenleri,kadroları uzaydan gelmedi ve Kemalist Cumhuriyetin üzerinde kurulu olduğu bu topraklardan çıkmıştır; geleceği komünist toplum, geçmişi ise burjuva cumhuriyet olan kuşaklardan gelmiştir; gene gelecekler ve yolda oldukları görülmektedir, soruların cevapları da ellerindedir!

 

Her devrim, ne kadar parçalı ve kendi içinde kavgalı olursa olsun, bir sınıfın rengini taşıyor, bu doğrudur; ancak son devrim hariç, daha önceki bütün devrimlerde egemen durumda olmasa da, devrimin sahibi olan sınıfların dışında daha ileri uçlar da bulunuyor.

 

Almanya’da reform ve köylü savaşları döneminde, Thomas Münzer eğilimi; Büyük İngiliz Devriminde, eşitleştiriciler ve Büyük Fransız Devriminde, Babeuf yaşanan devrimleri kendi mantıklarının dışında anlıyor ve götürmeye çalışıyorlar.

 

Alman reformasyonu, İngiliz ve Fransız Devrimleri, kendi süreçleri içinde, Thomas Münzerle, düzleyicilerle, Babeuf ve örgütü ile de mücadele etmek zorunda kalıyorlar.

 

Bir Rousseau hayranlığıyla, demokrat ve pasifist bir yaklaşımla Büyük Fransız Devrimine giren Babeuf, hızla demokrat ve pasifist bakıştan kopuyor ve özel mülkiyeti reddederek, sans-culettes’larla yakın bir çizgiyi koruyarak, devrimci sosyalizmin ilk savunucuları arasına giriyor.

 

Engels’in hiçbir biçimde sermayenin egemenliğini ve böylece kitlelerin ezilmesini ve sınıf mücadelesini ortadan kaldırmadığını vurguladığı, hatta kapitalizmin düşünülebilecek en sinsi politik kılıfı olduğunu ve bu kılıfı bir kez eline geçirdikten sonra iktidarını son derece güvenli ve sağlam kurduğunu ve ne kişilerinde ne de kurumlarında ve ne de partilerinde hiçbir değişikliğin, bu iktidarı sarsamayacağını vurguladığı burjuva cumhuriyetin, işçi sınıfının ve partisinin egemenliğe ulaşabileceği en elverişli siyasal zemin olduğunu ifade etmesi tesadüf değildir; tesadüf olmadığını başka ifadeleriyle de göstermiştir;

 

Engels’e göre, burjuva cumhuriyet, kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesini o denli genişletip, geliştirip, ortaya çıkarıp, keskinleştirir ki, ezilen kitlelerin kendi çıkarlarını tatmin etme olanağı bir kez doğar doğmaz, bu olanak, kaçınılmaz olarak ve yalnızca proletarya diktatörlüğünde, bu kitlelerin proletarya tarafından yönetilmesinde gerçekleşir.

 

İşte çürümesini ve can çekişmesini durdurabilmek, durduramasa da, en azından toplumunu çürüterek ölümünü sonsuza kadar geciktirmek için, tek çaresi olan, yani kapitalizmi burjuvazinin kendi tarihinin de gerisine, yani ortaçağa götürmekten başka, dolayısıyla sosyalist hareketi bir ortaçağ karanlığına hapsetmekten başka çaresi kalmayan emperyalist kapitalizmin ve işbirlikçisi 12 Eylül rejiminin, Kemalist cumhuriyeti yıkarak, Kemalist cumhuriyeti aşmak isteyenlerin yani sosyalist hareketin önünü kesebileceklerini hesab etmeleri bu gerçekle bağlıdır ve emperyalistler açısından çok normaldir!

 

Ancak sosyalistlerin bunun mümkün olabileceğine inanmaları ve bu Amerikan rüyasının peşinden gitmeleri normal değildir ve gerçekten de sınıf gözlüğüyle, bilimin aydınlatıcı ufku ile bakan sosyalistler, bu Amerikan rüyasının peşinden gitmiyorlar; tam tersine, bu rüyayı darmaduman edeceklerinin bilinci ile ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin, yani 12 Eylül rejiminin en son yönetiminin ve bilumum işbirlikçilerinin karşısına dikilmeyi en devrimci iş olarak görüyorlar, hep gördüler!

 

Evet, emperyalist ABD’nin ve Türkiye’nin zenginlerinin, tekellerinin baktıkları yer tam burasıdır; ancak sosyalistlerin baktığı yer gelişmenin diyalektiğidir, yani ileriye doğru seyridir ve bu, daha zihin açıcı ve belirleyicidir; sosyalistlere, emperyalistlerin bu güce hiç bir zaman ulaşamayacaklarını umut edebilecek iyimserliğe sahip olma gücünü vermektedir!  

 

Bunu her zaman belirttik ve şimdi bunu emperyalistlerin de, Türkiye’nin tekellerinin de görmeye, en azından duymaya başladıkları açıktır! Duymayan, ona bu şansı vermek için önünü açan güçlerin çoktan tasfiye kararı aldıkları AKP nin ve Hükümetin başı RTE ve onda hâlâ ikbal görenlerdir!

 

Körlüğü politika sayanlardan daha körü yoktur! Ancak körlüğü politika saymakla aydınlığın üzeri karartılamıyor!

 

Fikret uzun

 

14-Mart-2014

 

DERS-III

 

Dünyada ve Türkiye’de tarihin değiştiğini ve hızlandığını söyleyeli çok oluyor; henüz kendini tam olarak göstermemişti ancak işaretleri vardı; tarih,değiştiğini ve hızlandığını şimdi çok daha açıklıkla göstermektedir!

 

Diğer yandan, bu değişimin ve hızlanmanın Post Erdoğan dönemine kapı açtığının işaretlerini verdiğini de söylemiştik ve şimdi bunu da görüyoruz ki RTE’siz ama AKP’li bir dönemin tercih edildiği, RTE’ nin yerine de GÜL’ün ikame edilmek istendiği de işaretler arasındadır!

 

Şimdi yeni düzene açılacak sanılan son kapının önünde, RTE’ye karşı yeni ittifaklara ve yeni uzlaşmalara, kasetler ve dinlemeler eşliğinde bir yol açılmaktadır!

 

Ancak aynı kapının eşiğinde, yıllarca o kapının arkasındaki ortaçağ karanlığına yuvarlamak üzere sürüklenen iyiden, güzelden, aydınlıktan yana bütün güçlerin birbirlerinden bağımsız birikmişliği var ve artık birbirlerine bu 11 yılda kalın ipliklerle bağlanmışlardır ve kapıyı tutuyorlar.

 

Dışarıda ise,11 yıl önce RTE’nin ve AKP’nin iktidara getirilmesi için yol açan ve bugüne taşınmasında aktif rol alan aynı ekip, şimdi RTE’ ye yolları kapatmak için hareket halindedir!

 

Aslında yollar kendilerine de kapalıdır ve yaptıkları bu kapalı yolları açma çabasıdır!

 

Bunu sözde, “Ergenekoncu”lar yapacaktı, AKP-RTE- Fetullahi tarikat ve dışarıdaki ekipmanların da yardımı ile zindana atıldılar ve şimdi aynı ekip, Fetullahi örgüt de içinde, Edelman, Abromovitz, Henry Barkey vb. AKP’ye değil ama RTE’ye bütün kapıları kapatmışlardır; hangi kapıyı açmaya çalıştıkları ise pek yakında belli olacaktır!

 

Tarihin değişmesi ve hızlanmasında ise, öncesindekiler de az önemli olmamakla birlikte belirleyici olan Gezi direnişinin yarattığı toprak kaymasıdır!  Gezi direnişi, AKP-RTE ve işbirlikçilerinin son kapısında takılı kaldıkları yeni düzenin ayaklarının altındaki toprağı olduğu kadar, RTE-AKP ye iktidar kapılarını açan ve bu günlere getiren dış ekipmanların da ayaklarının altındaki toprağı kaydırdı!

 

Bu ise, 12 Eylül rejiminin Kemalist yönetimini değiştirip, dinci akımların yönetime getirilmesi ve Kemalist düzenin, şeriata dayalı bir ortaçağ düzeni ile değiştirilmesi yönündeki restorasyonun ifadesi olan Türkiye’nin tama olarak gerçekleştirilemeyen yeni düzeninin takılı kaldığı son kapısında yeni bir restorasyonu zorunlu kıldı!

 

AKP yi saklı tutup, RTE’ye kapıların kapanması ve eski düzenin kadrolarının geri çağırılması bu restorasyonun içindedir!

 

Şimdi hem sermaye sınıfının cephesinde, hem de cumhuriyetçi ve sol güçler cephesinde bir “yeni dönem” tartışması yapıldığı görülmektedir!

 

Sermaye cephesi açısından, AKP’nin sırtından atılan bir RTE sonrasının düşünüldüğü, en azından tercih edildiği açıktır; ancak AKP ‘yi sırtına yükleyerek Gül-Kılıçdaroğlu-Fetullahi örgüt ve Tüsiad patronlarından oluşan bir ittifak ile RTE sonrası dönemde yeni düzenin son kapısının da açılarak, yeni düzene geçilmesi pek mümkün görünmemektedir; en azından kolay görünmemektedir!

 

Başka ifadeyle, AKP- RTE ile önemli yol kat etse de, Gezi direnişiyle temelleri hasar gören ve sonuca ulaştırılamayan gerici programlarını, sermaye cephesinin hükümetteki kısmi rötuşlarla tekrar yürürlüğe koymaları mümkün görünmemektedir!

 

İşte bütün mesele buradadır ve bu durum bizi “restorasyon” olgusu ve kavramı ile karşı karşıya getirmektedir!

 

Her devrim, belli bir aşamada, kendi merkez gücünün koruyabileceğinden daha uç noktalara kadar uzanmak durumuyla karşı karşıya geliyor. Bu fiziksel bir durumdur; amaçsal bir yorumu da yapılabilir. Tıpkı savaşlarda tutulacak toprakları sağlama almak için zaman zaman daha ileri mevzilere akınlar düzenlenmesi türünden, devrimlerde de sonradan geri çekilmek üzere, kendi mantığının uçlarının açıldığı görülüyor.

 

Geriye çekilmek ve asıl toprakları tahkim etmek kaçınılmaz oluyor; bu da, ”restorasyon” üzerinde enine boyuna düşünmeyi gerektiriyor.

 

Marx’ın karşı-devrimin de devrim olduğunu yazmasına benzer bir biçimde, Roma Tarihi tarihçisi Mommsen de, ”restorasyon her zaman revolüsyon”dur, diye yazıyor ve Gracchi kardeşlerin devriminden sonra, eski yönetimin değil, eski yöneticinin iade edilmesi olgusu üzerinde duruyor. Hill de, Büyük İngiliz Devriminden sonraki restorasyonda, buna Şanlı Devrim deniyor, 1660 yılında,”eski devlet değil, sadece süs donanımı restore edildi” diyor.

 

Dar ve has anlamda restorasyon, yapılan devrimi pekiştirme işidir; bu nedenle devrim platformunda kalıyor.

 

Restorasyon süreçleri, genellikle devrim başlangıçlarını aratmayan bir kanlılıkla başlıyor; aynı zamanda, özgürlüklerin restorasyonu izlenimini de veriyor. Fransız devriminde Thermidor Darbesi, devrimin geriye doğru çekilmesinin başlangıcı sayılabilir; çağdaşları hiç de öyle algılamıyorlar. Sans –Culettes’lar, Babeuf, bu darbeyle hapisten çıkıyorlar.

 

Jakobenler, kendi düşüşlerini ve Thermidor’u, bilinçsizlikle hazırlama süreci içinde, kendi solunu hapse atıyor ve Thermidor, önce hapishaneleri boşaltıyor ve

Robespierre’le arkadaşlarını giyotine gönderiyor; ancak bu, hapishanelerin kapılarının açılması yanında, en azından, çağdaşları için ikinci planda kalıyor.

 

Bütün bunlar, burjuva devrimleri ile restorasyonları arasında bir “devamlılık ilişkisi” bulunduğunu gösteriyor.

 

Burjuva toplumlarındaki devrimler ile restorasyonlar arasındaki bu devamlılığı, “Hasat için olgunlaşmış burjuva kazanımlarını elde etmek için bile, tamı tamına 1793 tarihinde Fransa’da ve 1848 tarihinde Almanya’da olduğu gibi, ihtilalin önemli ölçüde daha ileriye götürülme zorunluluğu, bir geri çekilmeyi de kaçınılmaz yapıyor.” Sözleriyle ifade eden Engels, şunları da ekliyor,“işte böyle, ihtilal eyleminin bu aşırılığı üzerine zorunlu olarak burjuvazinin tutabileceği noktanın da gerisine giden kaçınılmaz reaksiyon geliyor.” Burjuvazi alanı zapt etmek için önce ileriye uzanıyor; arkasından, geriye çekiliyor.

 

Restorasyon’un burjuva devrimini pekiştirdiği konusunda tarihçilerin hemfikir olduğunu biliyoruz; her durumda, eski düzenin temsilcilerinin yeni düzenin yönetici sınıflarıyla ittifak yapmaları anlamına geliyor. Bu anlamda, eski ideolojiler ve eski düzen öğeleri de geri dönüyorlar; ancak, karşı – devrimin Cumhuriyetin ve kadrolarının üzerinde yarattığı ağır tahribat nedeniyle, yeni düzene aktarılan eski öğeler, son derece vasıfsız ve iradesiz kadrolardır!

 

Ve şimdi, eski rejimin, maruz kaldığı ağır tahribat bir yana, kesinkes yıkılmamış olduğunu ve AKP çökerken, Cumhuriyet’in yeniden yükselmekte olduğunu görüyoruz! Tam olarak yükselir mi bilemiyoruz!

 

Gördüklerimizle, bugün işleyenin, Cumhuriyet’in yıkılışının dinamikleri mi,yoksa Cumhuriyet’in çöküşünü telafi edecek bir “yeni kuruluşun dinamikleri”mi olduğunu net olarak belirlemek mümkün görünmemektedir.

 

Bu gün gelinen noktada, Türkiye’nin restorasyon mekanizmasının restoratör adayları arasında Kemalistler yok; Kemalistler, yeniden hayat bulacağı tabanda ve sokak eylemlerinde diriliyor.

 

Gezi ayaklanması ile bugün Erdoğan’ın karşısında yükselen muhalefetin, kuruculuk vasfı taşımaya aday yeni cumhuriyetçi muhalefet olduğu artık açıkça görülüyor!

 

Diğer yandan, Türkiye’nin geldiği bu günkü noktada, restorasyon mekanizmasını tedrici düzenlemelerle işletecek bir ekonomik, siyasal ve ideolojik zeminin olmadığı da görülüyor; en azından zayıftır; bu nedenle, ufukta bir restorasyondan çok, yeni bir kuruluşun parladığını düşünmek daha akla yatkındır.

 

Demek ki, bu topraklar radikal çözümlere ve tartışmalara gebedir. Daha ileri uçlar, belki Baböf’ler yoldadır; bu topraklardan ve bu sıkışmışlıktan çıkacaktır!

 

Gezi direnişi ve bu direnişin bitmediğini, daha da pekiştiğini ve bundan daha da çok korkulduğu, Berkin çocuğun cenazesinin meydan okuması ile görülmüştür ki bu, yönetenlerin çaresizliğinin dışa vurmasıdır ve bize ufuktan bir ebenin geldiğinin işaretlerini vermektedir!

 

Bu geri çekilme, eski düzeni geri çağırma, 12 Eylül rejiminin devamlılığı içinde ve daha sert, bir Thermidor hamlesine alan açmak için olduğu hemen hemen aşikâr; ancak bu alanın açılabilmesi pek mümkün görünmüyor; en azından oldukça zor olduğu görülüyor!

 

Eski düzen, yani Kemalist Cumhuriyet, bütün kadroları ve kurumları ile birlikte ağır bir tahribata uğradı; yeni düzen ise güçsüz olduğunu bu gün itibarıyla net olarak gösterdi ve belirleyici olan emek sürecinin biriktirdikleri ile birlikte tabandan AKP-RTE muhalifliğinden öte ve eski düzenden daha fazlasının istendiğinin işaretlerini veren bir yeni kuruluşun yükseldiğini de görebiliyoruz; öyleyse ilerleyemeyen yeni düzeni, bir adım geri atarak ilerletmek için, eski düzeni geri çekenlerin gücü, bundan sonraki adımlarını sessiz sedasız atarak yeni düzeni ilerletmeleri ve tamamlamaları mümkün görünmemektedir; geri çağırılan eski düzenin devlet katındaki kadrolarından kalanların da buna yetmeyeceği ortadadır; diğer yandan,eski düzenin ideolojik,politik ve ekonomik kurumlarının uğradığı ağır tahribat, bu kurumlar üzerinde ,bu sessiz sedasız atılacak adımları kolaylaştıracak bir tamiratı mümkün kılmamaktadır!

 

Öyleyse belirleyici olan zaten belirleyicidir ve buna tabandan yükselen cumhuriyeti ve daha ötesi ile birlikte kurma potansiyelinin belirleyiciliğinin eklenmesi ile ortaya çıkan gücün, mutlak olmasa da kuvvetle muhtemel ve mümkün bir belirleyici olduğu kendiliğinden anlaşılır bir olgudur!

 

Tam burada şunu hatırlamak gerek ki bu, tarih aracıyla yeni durumun tahlilini kolaylaştırmak demektir:

 

İngilizlerin büyük devrimi, 1640, yöneten sınıflar arasındaki kavga ile başlıyor.

 

Tarihçiler arasında, Fransız Devriminin de bir asiller revolüsyonu ile başladığı konusunda fikir birliği olduğu biliniyor.

 

En tepede, yönetenler arasındaki kavga, büyük hacimli bir su kütlesini tutan bentlerin yıkılmasına benziyor; bentler, hiçbir zaman birden bire yıkılmıyor; önce sızıntılar, sonra akıntılar ve ardından sel geliyor.

 

Yöneticilerin ihtilafından ve bunların daha aşağı sınıfları kazanma çabasından başlayan devrimci süreçte, yönetim bir süre, sürekli olarak daha alt tabakalara geçiyor ve aynı anlama gelmek üzere, radikalleşiyor; bu, devrimin derinleşmesi sürecidir; bununla birlikte devrimi asıl başlatan üst sınıflar, bu kez, yolunu açtıkları sürecin aktığı kanallardan ürkerek durdurmaya ve geri çekmeye başlıyorlar.

 

İç savaş, bu nedenle eski rejimi devirmekten daha çok, devrimci süreçteki bu iki ters akımın çarpışması oluyor.

 

Marx, 1789 ve 1848 devrimlerinin pratiğinden, devrimlerin sürekliliği düşüncesine ulaşıyor. Bu düşüncenin özü, başlayan devrimin, basamak basamak derinleşmesi ve daha radikal sınıf ve programların yönetimine girmesidir.

 

 

Devrimin, kendi sınıf çizgisinde basamak basamak radikalleşmesi, somutta ve politik durumda ikili iktidar olgusunun ortaya çıkmasına yol açıyor. Ekim devriminde bu çok nettir ve en çok bilinen ikili iktidar durumunu anlatıyor.

 

Tarihçi Hill, 1640 İngiliz devrimi ile ilgili olarak,”şimdi ülkede iki iktidar merkezi var “diye yazıyor. Ekim Devriminde Sovyetler ve Hükümet olarak ortaya çıkan ikili iktidar yapısı, Fransız devriminde meclis hükümetleri ve Jakoben Kulüpler biçiminde kendisini gösteriyor.

 

Hiçbir devlet, ikili iktidara tahammül edemez.

 

Devlet olmak, iktidarın tek merkezde toplanmasıyla mümkündür.

 

İki iktidar merkezi, ya iç savaş demektir, ya da iç savaşa çağrı olmaktadır.

 

Öyleyse ufukta daha ileri bir devrime açılan, çaresiz bir restorasyona karşı çaresi çoktan birikmiş bir revolüsyonu karşı karşıya getirecek bir iç savaş görünüyor ve baş aktörlerinin eninde sonunda Kürt ve Türk emekçileri olacağı öteden beri görülüyor!

 

Bu ders için kimseden teşekkür beklemiyorum, akıllarını kullanmak ve başkalarına ait düşüncelerden kurtulmak için en az bir kez eleştirel bir irdeleme ile okumaları ve eksik veya yanlış isem beni aydınlatmaları en büyük teşekkür olacaktır!

 

Olmadı mı, hiç fark etmez tarihe not düşmek de bir derstir ve bu ders dâhil, daha birçok dersin kaynağında tarihe düşülen ve hâlâ yol gösterici olan notlar vardır ki, bu derslerin en son kavgaya kadar tarihe ve hep not edileceğini kimse unutmamalıdır!

 

Hiçbir yeni gün geçmişinden ve geleceğinden bağımsız değildir; dolayısıyla bütün yenilerin ve/veya yeniye yönelmiş yeni günlerin geçmişi, eski ve geridir; geleceği ise yepyeni ve ileridir ki bu da, tarihe düşülen notlarla sabittir!

 

Ders bitmez ama  dersimiz burada bitmiştir!

 

Fikret Uzun

 

14 Mart 2014

 

Devamını oku

NEDEN UZUN YAZIYORUM

01.04.2014 22:49

Bozışık arkadaş, öncelikle sorumu cevapsız bırakmadığın için ama daha çok samimi olduğun teşekkür ederim ve rahat ol, yanlış anlamıyorum, samimi olunca, yanlış anlamak mümkün olmuyor.

Evet, sana katılıyorum ki gerçekten çok çetin bir süreçten geçiyoruz ve haber çok ve de saldıran, akıl bozan, habersiz bırakan haberler daha çok; böyle olduğu için, doğru habere, gerçek habere ve bu saldıran, akıl bozucu haberlere kafa tutan haberlere ihtiyaç da çoktur; bu, taarruzu altında olduğumuz akıl bozan, belleklere hücum eden, gerçekleri bozarak karanlıklara hapseden haberlere, ne olur aklına sahip olanlar artık anlasın ki, kolay haberlerle kafa tutulamaz; okumadan, tekrar tekrar okumadan kafa tutulamaz!

Twiter gençliği ayrı ve onlar bir yol tutturmuş birbirleri ile haberleşirken, kendi çaplarında yalan haberleri, belleklere hücum eden haberleri bertaraf edebiliyorlar ve bunda sınır tanımıyorlar, sınırları delmeyi bırak, yerle yeksan ettiklerini hep beraber gördük ama twitercilerin tuttukları yol kolay yol değildir, okumanın, tekrar tekrar okumanın kolaylaştırdığı zor yoldur ve daha zordur; güzelliği buradan geliyor; alkışlarımız bu yüzden anlamlı oluyor; tekrar tekrar okumadan, uzun uzun okumaya gerek kalmadan anlamanın ve anlatmanın mümkün olmadığı burada da görülüyor!

Biliyorum, benimki kolaylaştırılmış zor değil ama kolaylaştırmak için başlangıç her zaman zordur; en zoru kolay başlamamaktır!

Hiçbir zaman kolay başlamak ve kolay başlatmak istemedim ama artık kolaylaştırdığıma ve kolay devam edeceğimize inanıyorum!

Bu nedenle cevabımı farklı ve kısa kısa cümlelere yoğunlukla içererek vermek istiyorum; deneyeceğim ve bunun bile kısa olacağından emin değilim!

Ama son bir kez, sınırlarını zorlayıp, okumanı diliyorum, hatta istirham ediyorum; ifadelerim "boş beleş" ise demediğini bırakma, sevinmeyeceğim ama suratımda tek bir asık çizgi göremeyeceksin ve samimiyetime inanıyorsan, bil ki sadece şükran duyacağım; çünkü benimki zorunlu bir görevdir ve özgürlük ile zorunluğun ikiz ve yapışık kardeş olduklarını biliyorum!

Ve başlıyorum:

Politika bir güç toplama, bir güç yaratma ve yönetme sanatıdır, felsefesidir; politika hasmının gücünü dağıtma eylemidir! Politika yürürken yol genişletme sanatıdır, balta girmemiş ormanda yol inşa etme sanatıdır!

Büyük politikacı büyük teorisyendir; büyük politikacı, yürürken tek eylemi teori olan kimsedir; büyük politikacı, hep kendisiyle ve yalnızca kendisiyle yarışan kişidir; bakışsız politikacı olmaz, olayların derinine nüfuz etmeden politika yapmak mümkün olmaz!

Öyleyse, politika, her şeyin ötesini görebilen bir bakış ile yaratılan gücü, bir yapıda toplayıp sevk etmeyi anlatıyor!

Sıfırdan başlayarak bir güç toplayıp, güç yaratabilmek politikadır; politikanın eylemliliğinin özü budur; bütün bu politik yaratıcılıkta, bakış en önemlisidir; politika bir bakıştır ve kalıcı olan budur; güç toplamak için önce bakış gerekiyor!


Kürt halkının yükselişi sıfırdan, hatta sıfırın altından başlamıştır ama yükselişinde bakış vardır; bakış Kürt halkının yükselişini devrimcileştirmiştir; Kürt hareketini popülizmden koruyup, halkçı yapmıştır; halkçılık halkla bütünleştirir, popülizm halkı kandırır, devrimcisizleştirir ve eninde sonunda hem kendisine yabancılaştırır ve hem de gerçekler yanında, hareketten uzaklaştırır, halk düşmanlarının kulvarına yakınlaştırır!
Ancak bir kez yükselen halk, bir daha kolay kolay alçalmaz, alçaltılamaz ve alçaltılamıyor!
Bakış, teoridir, teorik bakıştır! Bu ise okumadan, öğrenmeden olmaz, olmuyor!

Kürtlerin kurtuluşu için Türk ve Kürt emekçilerin ortak örgütlenmesi ve mücadelesi gerekir; bu bir bakıştır; peki bu bakışla, Kürtlerin anayasal yoldan kurtuluşunu düşünebilir miyiz? Düşünebiliriz, ancak bunun için, Eylülist rejimin yasalarına dayanmak zorunludur!
Şunu da düşünebiliriz, Kürt halkının kurtuluş özlemlerini sosyalizmin ve devrimin ayrılmaz parçası saymak; bunun zorunlu olduğunu düşünmek; sosyalistlerin bakışı budur ve devrimci-demokratlara, bu bakıştan uzaklaşmanın, kurtuluşu gömmek demek olduğunu gösterme sorumlulukları bu bakıştan doğar! Bu sorumluluk, eninde sonunda Kürt gericiliği ile Türk gericiliğinin ittifakını önlemek ve Türk devrimciliği ile Kürt ilericiliğinin ittifakını kurmak görevi ile karşı karşıya kalınacağını düşünmeyi içerir!

Bu zor yoldur ama sonuç alıcı yoldur!

Demek ki kurtuluş çatallıdır ve birincisi kolay yoldur, ikincisi zor yoldur; ama birincisi kurtuluşu bulanıklaştırır, kolay olan kolay verilir; ikincisi kalıcıdır ve güzel olandır, nettir!

Bugün politika kolaya meyillidir ancak kolay kolaydır ve genellikle güzel değildir; zor güzeldir ve güzelin doğumunda hep zor vardır! Kolaycılık ise cehalet ile kol koladır ve doğrulara karşı inatçı, agresif bir direnişi vardır!

Okumaktan kaçmak, kolaycılıktır ve cehalet kolaycılığın kokusunu çabuk alır! Nerede zordan kaçma varsa orada cehalet vardır; küfür cahilin konuşma üslubudur ve en kolay tartışma biçimidir; hiçbir bilgiye, dolayısıyla öğrenmeye ihtiyaç gerektirmiyor!

En cahilane olanı,“faşist” le “komünist”e, ”komünist”le “faşist”e ve “köpek” ile her ikisine küfretmektir! Örnek olsun “hoşt faşist komünist” küfrü, kolaycılığın tavan yapmış halidir!

Kolaycılıktan kurtulamazsak, zoru yeneceğimize inanmazsak, hayalimizi ve aklımızı yüksek tutmazsak sosyalizme yürüyemeyiz; bu yolda, insanlığımızı büyütmeyi durdurmanın bir adım ötesi uçurumdur; uçurumun kenarına geldikten sonra, uçurumdan yuvarlanmak çok kolaydır!

Zor olan politikadır ve zor olan güç biriktirmektir ve arkasından hep başka zor geliyor ki biriken gücü sevk etmek de zordur; pratik kolaydır ama teori zordur ve teori yoksa pratik kolaycılıktır, kolaycılık ise uçurum demektir!

Mektuplarımı okuyanları kolaycılıktan kurtulmaya, zoru yenmeye davet ediyorum, mektuplarım hep bu daveti anlatıyordu ama önce zoru göstermeye çalıştım!

Zor olanı yaptım ve zor olanı yenmeye çağırdım; kolaycılarla zoru yenmeye çalışanları ayırmaya çalıştım; uzun okumak zordur ama uzun yazmak da zordur ve zor olandan korkmamalıyız; zor olandan korkmak, kolayı, kolay yolu seçmektir, kolayından sosyalizmi kuracaksak, kalsın, kurmayalım!

Zor olan doğrudur ve güzeldir; zor olan güzelin ebesidir!

Tekelci düzen sürekli baskıdır, zordur ve tekelci düzende insan küçük işlerin adamıdır; küçük işleri yapmak sürekli küçülmektir; tekelci düzen edilgen insan istiyor ve edilgen insan sürüdür; sürü ortaçağın insanıdır; tekelci düzen ortaçağı tekrarlıyor; tekelci düzen kendine güvensiz insan yaratıyor, kendine güvensiz insan yozdur!

Bu gün okumak zordur, tekrar tekrar okumak daha zordur, küçük işlerin insanı okumayı sevmez, tekrar tekrar okumayı hiç sevmez; edilgen insan okumak nedir onu da bilmez; sürü, günü yaşar, gelecekten korkar ve masalları sever; kendine güvensiz insan okumaktan korkar, öğrenmekten korkar. Tekelci düzenin insanı budur; tekelci düzen buna muhtaçtır!

Tekelci düzen sevgiden yoksun bir tanrı gibidir; öyleyse tanrı gibidir; sevgisiz tanrı, insanın bilme isteğinin ve karar verme iradesinin düşmanıdır; bu, insanı insansızlaştırma demektir; tekelci düzen insana düşmandır; insansızlaştırma temel politikasıdır; buradan ortaçağa geçmek çok kolaydır! İnsansızlaştırılmış insan köleliği severek kabul eden insandır! Kölenin ufkunda, daha ötesi olmasa da, en azından kölelik zincirinden kurtulma vardır; gönüllü kölede bu ufuk dumura uğramıştır; gönüllü köle, insansızlaştırılmış insandır!

Bugünün insanı insansızlaştırılmıştır ve köleliğe bir itirazı yoktur; “inanıyorum öyleyse doğru söylüyor” doğmasının yaygınlığı ve yadırganmaması buradan çıkıyor!

Öyleyse okumak, tekrar tekrar okumak gerek! Okumak aklındakileri çoğaltmaktır; tekrar tekrar okumak akıl gözüyle okumaktır!

Kapitalizm, iç bunalımlarını, iç baskıyı artırarak çözüyor; iç bunalım varsa halk hareketi de vardır, en azından olma ihtimali yüksektir; iç baskı, halk hareketini bastırmaya yöneliktir; 27 Mayıs bundan ayrılıyor; 27 Mayıs, daha çok, yükselen bir halk hareketinin orduyu da etkisi altına alması olarak görülüyor. Rekabetçi kapitalizm aşamasında, Türkiye kapitalizminin önündeki tıkanıklıkları açan, burjuva Türk milliyetçisi bir hareket görülüyor. Ancak, ne olursa olsun, kapitalizmin iç bunalımını çözmeye yöneliktir ve bundan kapitalist devleti güçlendiren kurumlar çıkıyor.

12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri ise iç bunalımın kaçınılmaz sonucu olan yükselen halk hareketine karşı ve bastırmaya yöneliktir!

Ve sonuçta 27 Mayıs da kapitalizmin önündeki tıkanıklığı aşıp, kapitalist devleti güçlendirir güçlendirmez, iç bunalımların çözümüne hazırlanmak üzere, iç baskıyı kalıcı kılmaya yöneliyor; geldiği noktadan geri çekiliyor; geldiği noktadaki kendine tehdit olarak algıladığı güç ve kurumları tasfiye etmeye hazırlanıyor; 12 Mart ve ardından 12 Eylül askeri darbeleri bu hazırlığın sonucu ve kapitalizmin iç bunalımının şiddetine karşı hazırlanan şiddetin örgütlenmesidir!

İç bunalım, tekelleşme bunalımıdır ve tekellerin düzenine ancak ve ancak daha şiddetli ve kalıcı bir baskı ile alan açılıyor; Lenin, emperyalizm ile tekelci düzeni bir elmanın yarısı olarak gösteriyor; ancak tekelci düzen, faşizm sözcüğünü gereksiz kılacak bir devlet zorunun artışının düzeni oluyor ve sorunlarını dışarıya açılarak çözmeye hazırlanmak oluyor; bu içerde sorun istememek demektir; içerdeki sorunları çözemiyorsa, uykuya yatırmak demektir!

Ancak tekelci düzene gelindikten sonra, ekonomik ve toplumsal sorunları, yalnızca içe yönelik zoru artırarak ve yayarak çözmek imkânı kalmıyor! Tekelci düzen emperyalist senaryolara yelken açmak durumundadır!

Türkiye de, emperyalist senaryoları denemek zorunda kalıyor!

Kürt devrimci mücadelesi tam burada patlıyor ve Türkiye’nin düzenini hem sarsıyor, hem de sıkıştırıyor! Tekelci düzen, tam içerdeki sorunları uykuya yatırdım, artık emperyalist senaryolara hazırlanabilirim derken, bu en büyük ve hatta uykuya yatırılan sorunları da uyandıran sorunu çözmekle karşı karşıya kalıyor!

İç baskı artırılırken, devlet zoruna bir başka kuvvet ekleniyor; basın artık bir kurum olarak, yasama, yürütme ve yargı ile hiç çelişmeyen, bunlarla iç içe olan bir kuvvet olarak, devlet zorunun bir kolu haline getiriliyor; artık, hiçbir baskının, baskı olarak görülmemesi için, bu kuvvet hazır ve nazırdır; faşizm sözcüğünü gereksiz kılmak ve devlet zorunu artırırken hissettirmemek artık kolaylaşmıştır!

Bir yanı tekelci, diğer yanı emperyalist olan Türkiye düzeni, basının da devreye girmesiyle Türkiye toplumunu uyguladığı baskısının şiddetine alıştırıyor, devlet zorunu artırarak yayıyor ve görünmez kılıyor!

İnsanlar insansızlaştırılıyor, sürü imalatı başlıyor; okumak ve okumaya ilgi yerini basının uykuya yatıran masallarına bırakıyor; ne roman kalıyor, ne sanat, ne sanat eseri hepsi işportaya düşüyor, sanat ve edebiyat niyetine akıl bozucu masallar altın madalyalarla topluma kakılıyor; okuyacaksanız bunu okuyun deniyor; bunun için festivaller düzenleniyor, okunmasını istedikleri masallara ödüller dağıtılıyor; okunmasını istedikleri masalları yazmaya aday olanları teşvik ediyor ve model yapıyorlar!

Çarpıcı bir örnek olduğu için Kundera’yı hatırlatmak istiyorum, Kundera hem sosyalizme düşmandır ve hem de sosyalizme başkaldırarak sosyalizme düşman bir düzenin yazınında kendisine bir taht elde etmiştir; artık model hazırdır ve önünde eğilenlere edebiyat ve sanat sertifikaları ödüller eşliğinde dağıtılacaktır; Kundera ise insanın insansız olanını model yapandır; tıpkı Nietsche gibi! Tekellerin insanı böcekleştirdiği bir zamanda tekellere değil insana düşmandır!
İdeolojik hegemonya böyle ve bu çerçevede yerleştiriliyor ve güçlendiriliyor!
İşte sürü imalatının resmi budur ve Türkiye hâlâ Kundera’dan çıkamamıştır ve Kundera’dan çıkamayanların okumaya ilgi duymasını, hele hele tekrar tekrar okumasını beklemek elbette saflıktır!

Ancak eşitsiz gelişme yasası her yerde ve alanda işliyor ve herkesi bu modele yöneltemiyorlar ki gerçeğin aynasında, bu aynanın aydınlattığı yollarda, okuyanların, tekrar tekrar okuyanların görünmez basınının aynasında yapılan tartışmalarla, yükselen tepkilerle tekelleri üzen sapmalar kaçınılmaz oluyor; okumak ve tekrar tekrar okumak, kararlı bir azınlığın en sevdiği sapma oluyor.

Sapmalar çoğalıyor ve basın da ikiye ayrılıyor ki Kürt mücadelesi önünde diz çökmesi beklenmeyen emperyalist Türkiye’nin Kürt mücadelesi ile “birleşmesi” bağlamında Türkiye basını, “küçük Türkiye” ve “Büyük Türkiye” yanlıları olarak ortadan çatlıyor ve birbirlerini boğazlamak üzere saf tutuyor ve sonra Büyük Türkiye yanlıları kendi aralarında saflaşarak birbirlerini boğazlıyorlar; bu saflaşmada en önde büyük zenginler ve yüksek komutanlar taraf oluyorlar! Sonra bu taraf olanların bazıları bertaraf, bazıları başka bir taraf oluyorlar, olmuşlardır demek istiyorum!

Okuyanlar ama daha çok tekrar tekrar okuyanlar bu sapmaları çok net görüyorlar, gösteriyorlar ve genellikle “demiştik” demeden başka sapmalara bakarak gerçeğin aynasında yeni ve daha geniş yollar açıyorlar! Bu bir zorunlu görevdir ki zorunlu görevler mecburidir ama zorla yaptırılan görevler değildir; zorunluluğun özgürlük olduğunu bilenlerin zorunlu olarak yüklendiği zorunlu görevlerdir!

Okumak bir zorunlu görevdir ve tekrar tekrar okumaz zorunlu olarak özgürleştirir! Yavaş ilerleyen tarihin yolları dardır ve tarih hızlandığında bu dar yollar, bu kitlelerin geçemeyecekleri geçitler, tekrar tekrar okumayı ve tekrar tekrar yazmayı zorunlu görev olarak yüklenenlerin özgürlüğü ve özgürleştirici etkisi ile genişler; önce akıllar genişler sonra geçitlere sığmaz olur ve geçitleri genişletir!
Umut, bu dar geçitleri genişleterek büyüyor; umutsuz insan insansızlaştırılmış insandır! Umutsuz insan sevinç duymayan insandır, sevinç duymayan insanın geleceği o andır ve o andan sonrası başka bir gelecektir ve o ana kadar karanlıktır; umudu olmayan, sevinç duymayan insanın her anı karanlıktır; umutsuzluk karanlıktır; karanlık korkuya sarılmaktır; karanlık korkuyu örter ama hep korku yayar; karanlıkta yaşayanlar korkuya karşı son derece dayanıksızdırlar; korku üreten mekanizmalar hem saklanıp hem de korkuyu kalıcı kılarken hep karanlıkla örtünürler’
Karanlığın ve korkunun en azından korkuyu algılamanın ve korkuya karşı dayanıklı olmanın ilacı okumaktır; tekrar tekrar okumak, bu ilacı çoğaltmanın ve geliştirmenin adı oluyor!
Okumak, tekrar tekrar okumak halkını sevenlerin, en çok da ezilen halkları ve sınıfları sevenlerin, kaderini onlarınki ile bağlayanların, ezilen ve sömürülen halklara borç ödemenin zorunlu ama özgürleştirici aracıdır ve görevidir; böyle bir borç, ödeyene sevinçten başka bir şey vermez!

Ancak bu zordur ve kolay sevinç yoktur varsa sonu üzüntüdür ve karanlıktır, karanlıkta kaybolmaktır; karanlıkta kaybolmak, burnunun ucundaki mutluluğu ve sevinci başka yerde ve hiç olmayacak yerde aramaktır!

İşte bu nedenle okumak tekrar tekrar okumak ve bunu anlatmak için bile yeter sayıda cümle kurmak zorunludur, görevdir ve özgürlüktür ve zor olan ama güzel olan budur!

Okumaktan korkmak ve kaçmak karanlıktan medet umarak karanlığa kaçmaktır; kaçıyoruz ve habarımız yoktur!

Haber veriyorum, habersizlik katsayısı yüksek olduğu için haberim çoktur ve ancak sığdırıyorum!

İşte böyle Bozışık arkadaş, bir dokundun bin ah işittin; umarım işittiğin ahlar, kulaklarını tırmalamamış, yüzünü astırmamış, umudunu karartmamış, sevincini bozmamıştır; öyleyse karanlıklar uzak, aydınlıklar yakındır; öyleyse gelecek yakındır ve gelecek en uzak haliyle bile görülebiliyorsa umutlar çok büyüktür ve en uzak gelecek kimsenin kuşkusu olmasın, sıçrayarak bize doğru gelen gelecektir!

Yeter ki sıçrarken sağlam basacağı zeminleri hazırlamak için umudu elden bırakmayalım; sıçramak için sağlam basmak, sağlam basmak için sağlam zemin gerekiyor ve gelecek ancak sağlam zeminlere basa basa sıçrıyor ve çok sağlam geliyor!

Bunu daha kolay yoldan anlatabilir miydim? Anlatabilirdim ama kolaycılığa teslim olmam gerekirdi ve haliyle kolaycılığa özendirmiş olurdum ki bu beni hiç sevindirmezdi!

Dediğim gibi zor olan güzel olandır ve zor en güzeli doğurtan ebedir!

Öyleyse yüzlerini bile hatırlamasak ebeler çok güzeldir ve bütün çirkin küfürler ebeleredir!

Saygı ve sevgi ile maruzatım budur ve haberimi tamamlamış oluyorum!

Fikret Uzun

28-Mart-2014

Devamını oku

O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER

01.04.2014 22:48

O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER

Sonuçta bir ehven-i şer takıntısı var ve ikisinin bir bütün olduğunu ve ne yapıldı ise 11 yıldır hep beraber yapıldığını ve üstelik bu hep beraberliğe üçüncü ama en başta esas çocuk anlamında bir beraberliğin söz konusu olduğunu dolayısıyla tastamam bu bütünlüğe karşı tepki birikeceğine, bu hep beraberlikten, ununu eleyip, eleğini asmış misli kenara çekilmiş olan esas çocuk ile kavga edilmesi Kürtlerde alışkanlık yapmış olsa gerek ki, varsa tepkileri, hâlâ bu bütünün bir ve aynı olduğunu göremiyorlar, ille de bir ehven-i şer durumuna takılıp kalıyorlar!

Ancak burada Kürtler derken Kürt halkını kastetmiyorum, belli ki, Kürt halkı bu çerçevede yönlendiriliyor; yani ehven-i şer durumunun bir kurnazlık olduğuna ve bunun Kürtlerin kurtuluşu için en ehven yaklaşım olduğuna inandırılmak isteniyor; öyleyse bunlar ya politika üretmesini bilmiyorlar, ya da kendilerine ait olmayan politikalara mahkum durumdadırlar!

Ya da dilim varmıyor ama söylemek zorundayım; bu 12 Eylül rejiminin dinci-faşist diktatörlüğü ile; bu tekellerin çürümüş, kokuşmuş emekçi düşmanı düzeninin biriktirdiği dağ gibi pislik ile bir arada yaşamaya teşne olmayı kurtuluşları için en kurnaz politika sayıyorlar!

Peki, o zaman bu kurtuluş kime düşüyor, sorusu tam orta yere düşüyor ve kimsenin bu soruyu bir ucundan tutup cevabı ile buluşturmaya istekli görünmediği ortaya çıkmıyor mu?

Bu zulüm düzeni ile bu, zulmün en katmerlisini yaşatan 12 Eylül rejiminin, daha da zulümkâr olan, daha da diktatör olan versiyonu, bu tekellerin çürümüş, kokuşmuş, emekçi düşmanı düzeni ile Kürt halkının birlikte ve bir empati cümbüşü içinde yaşamak isteyeceği makul ve mantıklı görünmüyor; öyleyse bu kurtuluş, gene Kürt ağa ve beylerine, aşiret reislerine ve elbette bir cennet misli gördükleri Türkiye'nin büyük zenginleri ile birlikte yaşamak ve daha da zengin olmak isteyen Kürt burjuvalarına düşüyor ve Kürt memede gene nöbet düşüyor!

Hayırlısı olsun, Allah ne derse o olur, değil mi !!! Yani Kürtlerin işi Allaha kalmış görünüyor demek istiyorum!

Fikret Uzun

03-Şubat-2014

Devamını oku

BÜYÜLÜ SAKIZ

12.01.2013 01:09

BÜYÜLÜ SAKIZ
Öyle olur, böyle olur; yok öyle değil, böyle olur! Kim bilir belki de başka türlü olur!

Silah bırakmak!

Bırakır mı, bırakmaz mı? Bırakırsa şöyle olur, bırakmazsa başka türlü olur !

Çok güzel bir sakız ve herkes neye inanacaksa, neyi bekliyor ise veya neyi beklemiyorsa, ona uygundur; bu sakız, tam da zamanında çiğnetilmektedir.

Ancak Kürt halkını da Türk halkını da bu sakız ile tatmin edebileceklerini onlar da beklemiyorlar ama bir şovdur ve işte böyle, bu şov acabalarla, olur mu, olmaz mılarla, olursa ne olur, olmazsa ne olurlarla bir beklenti ve herkese uygun bir umut yayacak diye çaresizliklerine çare yaratmaya çalışılmaktadır.

Kimin çaresi mi? Kürt-Türk gericilerinin ittifakının, Kürt reformistlerinin ve ABD emperyalizminin, ABD emperyalizminde ille de "dost" renk görenlerin ve göstermeye mahkum edilenlerin ve tabii yerli tekellerin çaresidir ve "Kürt çözümü" nün araçlarından biri olarak bu sakızdan çare üretmeye çalışılması son derece anlamlıdır?

Ancak bu sakız fazla çiğnenirse, yapışır kalır ve sakızı tükürmek de, yutmak da mümkün olmaz; yani, adı üstünde "yol haritası"! ve "yol"un "harita"sının üzerinde de yol alınsa, "harita"nın gösterdiği "yol"da da yol alınsa, mutlaka bir yere varılacaktır ve önemli olan da budur!Ama gerçekte nereye varılacaktır, bu da önemlidir ama sakızı çiğnetenler için değil!

Yani tek dert çaresizliğe "çare"dir ve sakızlar araçtır.

Ne o yoksa onca zamandır sakız çiğnetildiğinin farkında değil miyiz !

Çiğnetilenlerin hepsinin sakız olduğunu göremedikçe daha çok sakız çiğneriz ve tükürmeye de, yutmaya da korktuğumuz, bu korkudan kurtulsak bile bu kez de çürüyerek aklımıza da bulaştığı için tüküremediğimiz ama aklımızın da kabul etmediği sakızlar, aklımızı da çürütmeye başlar ve "olsa da olur olmasa da olur, yeter ki Kürtler sağ olsun - ya da Kürtleri sevmeyen ölsün!" der, çıkarız işin içinden!

Sonra da birisi çıkıp;" eee ! ne oldu şimdi, hepsi bunun için mi idi ?" diye sorarsa, demediğimizi bırakmayız ve artık çiğneye çiğneye bütün çenemize ve çürüyerek aklımıza yapışan sakızların hepsini birden bu soruyu soranların önüne kusarız! Geride yalnızca çürümüş bir akıl ile oynanan sakız oyunları kalır!

Peki, sonuç olarak "sorun" çözüldü mü yani?

"Sorun"u çözmek istemiyorlardı ki çözülsün! diyecek olur birisi; ama çürümüş sakız kusmuklarını hatırlar ve "kime söylüyorum ki!" diyerek kendi yol haritasının üzerinde ilerlemeye devam eder!

Geride kalanların kimler olduğu ise, ancak ve ancak haritadan ve yanlış yoldan çıkıp, doğru yoldan ilerlendiğinde birikenlerden ve bu birikenlerin içinde görülmeyenlerden anlaşılır!

Hepsi budur ve gene de siz bilirsiniz ister çiğnemeye devam edin, ister etmeyin ama çiğnediğiniz bir egemen işi sakızdır ki, egemen sınıfın egemen politikasına mahkum olanlar için birebirdir ve bu mahkumiyete prim vermeyenler için, tatsız tuzsuz bir şeydir ve çiğnenmesinin mümkünatı yoktur.

Fikret Uzun

11.Ocak 2013

Devamını oku

EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.

30.10.2012 18:30

EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.

 

Sevgili Atilla arkadaş, “işsiz aşsız” proleterler başlığının altında gençlere reva görülen ilk “ders”i(*)i görünce, son derece üzüldüm ve “böyle ders olmaz!” demenin yetmeyeceğini düşündüğüm için, gençlere, güncelliğini uzun süre yitirmeyecek olan bir tarihsel ders sunmayı borç bildim.

 

Ve ekliyorum, kimse kızmasın, en azından bu “ders”i iyi niyetle ders sayarak sunanlar ve bu “ders”te bir terslik olduğunun farkında olmayanlar kırılmasın ki, Bu “ders”, zalimin tımarını andırmaktadır. Öyle bir derse benziyor demek istiyorum. Oysa gençler tımar edilmek değil, eski ama eskimemiş komünistlerden devrime götürecek ilkeleri anlatarak kılavuzluk etmelerini bekliyor. Gençlere kendi başına ve yoldaşları ile birlikte öğrenmenin ilkelerini anlatmalarını bekliyor. Gençler, eski ama eskimemiş komünistlerden, sınıf savaşı kızıştığında, tarih hızlı aktığında ortaya çıkan büyük olaylar yeni toplumsal katmanları meydana çıkardığında, dolayısıyla yepyeni ve kalıcı sorular ve sorunları ortaya koyduğunda, kaçınılmaz olarak görülen, gruplaşmalarda, dönüşümlerde nerede durmaları gerektiğinin ipuçlarını beklemektedirler. Bu, gençlere borcumuzdur. Bunun için, bu “ders” son derece terstir. Üstelik gerçeklerin, dolayısıyla gençlerin durması gereken zeminin üzerini kapatıyor.

 

Borcumu ödeyeceğim ve gençler, hâlâ alacaklı olduklarını ve de borcumu yeterince ödemediğimi veyahut da kalp ödeme yaptığımı düşünüyorlarsa, en sert eleştirileri dahi kabulümdür ve mutlaka borcumu tamamlarım ve mutlaka eleştirilere şükran duyarım. Eksiğim varsa tamamlar, yanlışım varsa düzeltirim. Eleştiri, bizim için doğru yolda devam etmemizin motorudur, bu nedenle birbirimizi eleştirmeye mahkûm olduğumuzu unutmamalıyız. Bu, egemen sınıfa ve onun egemenlik aracına karşı sağlam temelli mücadele için oluşturulacak veya nesnel olarak yan yana gelmiş güç birlikleri için de geçerlidir. Ancak bunun dışındakiler eleştiri alanımızda değildir, daha doğrusu eleştirilerimiz, tarihsel olarak mahkûm ederek, mahkûmiyetlerini teşhir etmek içindir. Egemen sınıfın egemenliğine karşı yürüyüşümüzde önümüze çıkanlarla yürüttüğümüz kavganın içindeki mahkûm edici eleştirilerdir. Ancak aynı yürüyüşün başka adımında olanlarla eleştirel tartışmamız, onları, Türkiye’nin sosyalist hareketini en yüksek düzeye yükseltmek sorumluluğuna çağırmak içindir. Ve bu bir tasniftir. Aynılar aynı yere, ayrı olanlar ayrı yere. Artık aynılar ile ayrılar daha kolay ayırt edilmektedir, ben biraz daha kolaylaştırdığıma inanıyorum.

 

Bu yürüyüşte ve bu yürüyüşün varması gereken yere vardırılması sorumluluğu yanında, birbirimizi eleştiriler nedeniyle kırmak hiç önemli değildir. Eleştiriler, sorumluluğumuzun eksiksiz ve en üst düzeyde kotarılması içindir.

 

Bugün zayıf durumdayız, ancak bundan önceki görkemli kalabalık zamanında da güçlü değildik; en azından zor olan hiçbir işi çözemedik.  Bu gün de önümüzde zor işler var ve son derece karışık bir yumak mislidir. Çözmek için güç toplamak veya yaratmak gerekiyor. Bunun için ise öncelikle akıl gerekiyor. Daha doğrusu, geriletilmiş akılları yerine koymak gerekiyor. Güç yaratmak ve biriktirmek politika sanatının içindedir ancak bu, teoriye olan ihtiyacı öne çıkartıyor. Şimdi, bu zayıf durumumuzda, politika daha da zor iştir. Ancak güçlenmek ve güç biriktirmek zorundayız. Bunun teorisini formüle etmek hepimizin sorumluluğundadır. Bunun anahtarı ise, farklılıkların zenginliği değildir, tam aksine farklılıkların törpülenmesidir. Eleştiri bunun için gerekiyor. Eleştiri netleşerek ilerlemeyi anlatıyor. Netleşerek ilerlemek, güç biriktirmektir.

 

İşte bu yüzden dediklerimi adamakıllı eleştirmekten kendini alıkoymayan arkadaşlarıma şükranlarımı ifade ediyorum.

 

Ve bu girişten sonra, iyi okumalar, tekrar tekrar okumalar dileyerek borcumu ödemeye başlıyorum.

 

Bugün bu coğrafyada yapılmak istenenler yeni ve merkezinde İsrail olan bir Osmanlı İmparatorluğu kurmaktır. Bu, ulus-devlet sistemini yıkmak demektir. Bu, bölgedeki devletleri istikrarsız ve güçsüz hale getirmek ve öyle tutmak demektir. B,u Chomsky tarafından da ve daha çok Siyonist belgelerine dayanılarak açıklıkla ortaya konan bir tespittir. Yani yorum değildir. İsrail bölgede Osmanizasyon’a mahkûmdur. Bölgede, ülke sınırlarının anlamını yitirmesi, ulus-devlet sisteminin çökmesi, etnisite ve dinsel cemaatlere Osmanist “millet” formunun verilmesi, Chomsky’ye göre İsrail’in bir devlet politikasıdır.

 

Öyleyse anlaşılıyor, bu Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde İsrail vardır.

 

Bir Moiz Cohen vardır kendinden içeri;  ünlü Siyonist ve iktidardaki İttihat-Terakkinin adamıdır ve Türkiye’de adı Munis Tekinalp’tir, Cumhuriyet döneminin Kemalist ideolojisini yazanlardandır. Osmanlı döneminde Moiz Cohen ve Jön-Türk ve de Yahudi bir aktivist idi, Cumhuriyetle birlikte, Munis Tekinalp ve Kemalizm’in ideologudur. 9.Dünya Siyonist kongresinde Osmanlı delegesidir ve Osmanlı Yahudilerini ve tabii iktidardaki İttihat-Terakkiyi temsil ediyordu. Biz bunu pek telaffuz etmeyi sevmeyiz. En çok anti-Kemalizm yapanlar dahi Tekinalp’in Kemalistliğini ve Kohen’in Siyonistliğini hatırlamak istemez.

 

Kongrede “Biz Osmanlı Siyonistleri” diyerek giriş yapan Munis Cohen, bu kongrede, Yahudilerin Türkiye’ye göçü konusunun ilk defa 1908 Meşrutiyet İhtilali sonrası gündeme geldiğini belirtiyor. Ve şöyle devam ediyordu; “Birden kavuştuğumuz bağımsızlığın sarhoşluğu ve sevinci, bizleri, yaşadıkları ülkelerde zor durumda bulunan kardeşlerimizi Türkiye’ye göç etme konusunda umutlandırıyordu. Anti-Siyonist düşüncelerden uzak kalmış tek ülke Türkiye’yi bizler zamanımızın Kenan Ülkesi, İsrailoğulları’nın kutsal toprakları olarak değerlendiriyor ve kardeşlerimizin modern ülkelerin zulmünden ve kentlerin uşaklık ve ezikliğinden kurtulmaları için tek çözüm olarak görüyorduk. Türkiye’de ortaya çıkacak bir Anti-Siyonist hareketi etkisiz kılacak bir başka gizil güç daha bulunmaktadır. Bu gizil güç de, Yahudilerin kendi aralarında dayanışmasından başka bir şey değildir. Evet, Türkiye’ye gerçekleştirilecek büyük bir Yahudi göçü ülkemizde dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan atak bir güç olacaktır.”

 

Görülüyor, Cohen’in işareti ile Bilge Hasan amcamızın vurgusu çakışıyor; Bilge amca, paşayı kastediyor ama aslında tam üstüne basıyor; Kenan Evren Paşa’nın misyonu- veya bu misyonun yüklenmesi gereği Genel Kurmay başkanlığına getirilmesi- tam da Cohen’in işaret ettiği Kenan Ülkesini Türkiye’de kurmak içindir. Bilge amca bu tarihsel gerçekliği biliyor mu? Bunu bilmiyorum ama vurgusunun çarpıtmak için olduğunu görebiliyorum. Burada Kemalizmin Evrimi’ni göremiyoruz, olsa olsa Judaizmin Kemalist kalıptan sıyrılıp, yeni ve belki de kendi kalıbına dönmesi olarak nitelenebilir. Dün Kemalizmin ideologu olanların, bugün Kemalizmden başka deccal tanımaması bundan olsa gerek.

 

Hoş bu vurgum nedeniyle Bilge Tezcan, daha önce de olduğu gibi, boynuma Anti-Semitist yaftası asabilir ama bence gerçekler bu yaftadan daha ağır basacaktır.

 

Cohen bununla da kalmıyor, “ Ayrıca bizde kendilerini asimile edecek daha yüksek bir kültür olmadığı için, göç eden Yahudiler kültürel kimliklerini koruyabileceklerdir.”

 

Bunları sağolsun İletişim yayınları haber veriyor; daha doğrusu, haber verenlerin haberini kitaplaştırmıştır. Merak edenler, J.M.Landau’nun,” Tekinalp Bir Türk Yurtseveri 1883-1961 ) adlı 1996 da yayınlanan eserine bakabilirler.

 

“ Osmanizasyon, ne kadar itici ya da tiksindirici olursa olsun, Yişuv’un devamlılığını garantileyebilmek için geriye kalan tek yoldur.”(Profesör İ.Friedman –Germany Turkey Zionism 1897-1918)

 

Bu politika, Siyonistler için de tek yol olarak görülüyor ve İttihat-Terakki ile pazarlıklar artıyor. Tabii İttihat Terakki şeflerinin de projeye sempati duyduğu açıktır.

 

Bir “İmmigration Kompani” kuruluyor. Ve İttihat-Terakkinin önde gelen yöneticilerinden olan Dr. Nazım, bu birliğin veya şirketin yönetim kurulunda olmayı kabul ediyor ve Türkiye’ye 8 milyona kadar Yahudi almaya hazır olduğunu bildirmektedir. (Prof. İ.Friedman haber vermektedir.) Jön-Türk devriminin yapıcılarından olduğu söylenen Dr. Nazım’ı, İzmir Suikasti bahanesi ile Mustafa Kemal’in astırdığını biliyoruz.

 

İmmigration Kompani, Osmanizasyon politikasının içindedir ve birinci savaşın başlama ihtimali bu projeyi hızlandırmıştır. Hem şimdi öyle olduğu daha net anlaşılıyor, hem de bunu haber veren kaynaklar var. Ancak birinci savaş, beklenenin aksine bu projeyi başarısızlığa uğratıyor ve 12 Eylül darbesi ile yeniden bu proje ısıtılıyor. Şimdi en sıcak noktasındadır. Bu projenin ilk olarak, Jön-Türk devrimi ile harekete geçtiğini Munis Tekinalp’ten biliyoruz.

 

Tekinalp’in kongredeki ifadelerine göre, Jön-Türk devrimi ,“Osmanizasyon” kapısını (Türkleşmek, İslamlaşmak, Batılılaşmak, kapısı olarak da anlayabiliriz), açıyor. ( Nabi’nin ve türevlerinin Batılılaşma aşığı olmasının ve aynı zamanda mürteciliğinin tavan yapmasının kökü belki biraz anlaşılıyordur. ) Böylece Yahudiler’de, Türkiye topraklarını “yurt” sayma kararlılığı artıyordu.

 

“Osmanizasyon” politikası ise, Yahudilere Osmanlı tebaasına girmeyi şart koşuyordu.

 

Bu küçük hatırlatma ile Kemalist Cumhuriyet –Osmanist Cumhuriyet dizilişi ile devam ediyorum.

 

Bu dizilişin bir tarihsel-nesnel diziliş olmadığının altını çiziyorum. Burada Judaik bir öznellik olduğu açıktır. Ve artık saklanmamakta olduğunu görebiliyoruz. Diğer yandan Kürt coğrafyalarındaki hareketlenmeyi de bunun,”Osmanizasyon”un, içinde saymak eğilim olmaktan çıkmıştır ve koca bir çıplak gerçek olarak karşımızda duruyor. Hatırlatarak geçiyorum.

 

Burada bir hatırlatma daha eklemek istiyorum, Emperyalizm teorisini kuranlardan biri olan J.A.Hobson, Judaizm ile emperyalizmi bir arada görmektedir. Teoreminin dayanağı ise oldukça ilginçtir.

 

Bugün Siyonist parmaklı bir Osmanizasyon denemesi gerçek olmaya pek yakındır. Türkiye’de iktidara çok yakındır demek istiyorum, hatta iktidardadır diyebiliriz. Diğer yandan Osmanlı topraklarının “kutsal toprak” olarak kabul edildiğini biliyoruz. İlk Moiz Cohen haberini vermişti.

 

Peki, nasıl bir Osmanizasyon?

 

Hiçbir güçlenmenin kabul edilmediği; aynı zamanda hiçbir yayılmacı politikayı taşıyan politikacıya izin vermeyen; Kutsal Topraklar olarak tarifi yapılmış olan bu topraklarda İsrail’in dışında bütün devletlerin zayıflatılmış olması; yine İsrail dışındaki devletlerde iç karışıklıkların kalıcı olması.

 

İşte Siyonist eli mahsulü Osmanizasyon budur. Ve bunun Jön-Türk devrimi ile başladığı, Birinci savaşın işaretleri ile ciddiye bindiği ve Birinci savaşın yarattığı başarısızlık ile bu günlere ertelendiği artık daha net anlaşılmaktadır.

 

Bu politikanın, Osmanizasyon, Osmanlı İmparatorluğundan kalan bu toprakların (sadece Türkiye olmadığı açıktır), etnik ve dinsel cemaatlere bölünmesi olarak formüle edildiği de açıklıkla görülmektedir. Neredeyse kör gözler bile görebilecekken, cin gibi bakan gözlerin bunu görememesi düşündürücüdür, ekliyorum.

 

Kemalizasyon, Osmanizasyon politikasının başarısızlığa uğramasının sonucu olabilir mi? Ya da belki, Osmanizasyonu, Kemalizasyon içinde biriktirmek olarak düşünmek gerek! Evet, düşünmek gerekiyor. Kim bilir belki de Kemalizasyondan bu kadar çabuk vazgeçebilmek bundandır! Bu da düşünülmelidir. Tabii düşünmeyi unutmadı isek veya “öğretilmiş düşünceler” taşımıyorsak.

 

Türkiye’de belki çok kolay kazanıldığını söyleyebileceğimiz Kemalist Devrim ile Kemalizasyon çok fazla ciddiye alınmaktadır. Batı’nın ve Sovyetlerin de aynı yüceltme içinde olduklarını biliyoruz. Bu abartmanın mantıksal uzantısı olarak, ordunun Kemalizm’e sonsuza dek bağlı olduğu abartması bir dogma misli orta yerde kalmıştır. Oysa Türkiye’deki dinsel deformasyon, TSK eli mahsulüdür. 12 Eylül Faşist darbesi ile birlikte İmam Hatip Okulları genişledi ve öteden beri büyütülen tarikatlar ortalığa saçılıverdiler ve devletin şemsiyesinin altına daha fazla girdiler. Bunu hepimiz biliyoruz. Öyleyse Kenan Evren’i bir Kemalist saymak ve böylece Kemalizm’in devam ettiğini kabul etmek ve bunu kabul ettirmeye çalışmak, son derece manidar ve son derece sığ bir düşünce ve dar bir politikadır. Hatta çıkmaz sokaktır.

 

Üstelik bu biçimdeki bir devamlılığı bilimsel bir söyleme oturtanlar, devletin devamlılığı ilkesini dolayısıyla 12 Eylül rejiminin devam ediyor olduğu gerçeğini ve en önemlisi bir devamlılık varsa onun, “Kenanizm”in, RTE ile AKP ile devam ettiğini görmezden gelmeleri, hatta akıllarına bile getirmemeleridir. Üstelik “ Kemalizm- Kenanizm “devamlılığından veya evriminden söz edenler, Kenanizm ile kavga etmemekte ama Kemalizm ile kavgayı bir Politika saymaktadırlar. Bunun politik-pratik yansıması ise artık çişini bile tutmakta zorlanacak denli bitkisel hayatta olan Kenan Evren paşanın, yargılanması tiyatrosuna dâhil olmak olarak kendini göstermektedir. Çünkü çıkmaz sokak, adı üstünde ve çıkamıyorlar, hep Kemalizm sayıklıyorlar ki, başka bir abartmadır. Abartmadır ve önceki abartmalara uymaktadır ve böylece de Kemalizasyon içinde Osmanizasyonu biriktirmek ve yerleştirmek hem devam etmekte ve hem de gizlenmektedir.

 

12 Eylül, aşırı ölçüde dindar ve hissedilir ölçüde dominant özellikler gösteren bir tüccar düzenini yerleştirmek için ve sanıldığının aksine 24 Ocak ekonomik kararlarından da önce yani 1978 in başında, Kenan Evren’in Genel Kurmay Başkanı oluşundan da önce ihtiyaç olarak doğmuş veya keşfedilmiş olup, hızla uygulanmasının koşulları yaratılmıştır. İlk hamle elbette ki, Kenan Evren’in, hâlâ devam eden yöntemlerle Gn. Kurm. Bşk. Yapılmasıdır; Mart 1978dir ve ardından biliyoruz ki, Aralık 1978 de sıkıyönetim ilan edilmiştir ve hiç kalkmamıştır. 27 Aralık 1979 da uyarı mektubu ve arkasından müdahale kararının onaylanması ve bu kararın sıkıyönetim komutanlıklarına da sözlü olarak dolaştırılıp onaylatılması ve 12 Eylül 1980 günü faşist darbenin gerçekleştirilmesi. Bunca zaman toplumun ve devletin bütün katları sanki kış uykusundadır; birkaç işaret dışında, her yerde sanki bir sessizlik konsensüsü vardır ki, bunun anlamı hoş geldin sessizliğine hazırlık olsa gerektir ve geldiği anda sessizlik on kat, belki de bin kat fazlalaşmıştır.

 

Örnek olsun, hoş DİSK çoktan bitkisel hayata girmiş idi ve kitlelerdeki hareketlilik katsayısı yatay düzlemde yüksek, derinlemesine ise ölü bir durumda idi ama yine de egemenlerdeki korku boşuna değildi ve kitleler, örgütlü ve kitlesel hareketliliğin sonucunda ellerine önemli kazanımlar geçeceğinin eylemsel bilincini henüz unutmamıştı; Örneğimi DİSK genel sekreteri Karaca’dan aktarıyorum, “ Biz darbenin geleceğini biliyorduk ama 12 Eylülde geleceğini bilmiyorduk (oldu’ bir de saatini de verselerdi size) o nedenle Süleyman Üstün 12 Eylül’de sendikada toplanalım grevleri konuşalım derken, ona bir şey diyemedim.”

 

Evet, Karaca, o da Tustav’ın sözlü tarih grubunda estirilen rüzgârla aktardığı anılarında böyle diyordu ve TKP yönetiminin ise hiçbir uyarıda bulunmadığını hepimiz biliyoruz. Bulundu ise de şimdi bir tarikat olarak, Nabiciler de diyebiliriz, kendilerine “özgür komünistler” diyen tayfadan başkalarına ulaşmamıştır. Bunu şimdi daha net görebiliyoruz.

 

Peki, bu ne demektir? Bunun anlamı, 12 Eylül askeri darbesi, darbe olmasının ve faşist olmasının ötesinde, çok daha geniş bir politikanın ki şimdi daha net bu da görülüyor, “Osmanizasyon” politikasının vücut bulmuş hali olmaktadır. Ve bu tümüyle ve özellikle ABD-AB emperyalizminin dümenini aniden kırdığı Yeni Dünya Düzeni yöneliminin içindedir ve onunla uyumludur. Emperyalist kapitalizm, bu düzen için bir; dinselleşmeye, iki; ulus-devlet sisteminden kurtulmaya ihtiyaç duymakta idi ve 12 Eylül bunun üzerine gelmiştir ve durmamıştır. Lazım gelen ne varsa bir bir ve temelleri çok önce atılmış Osmanizasyon projesine de uygun olarak - ki bu YDD projesinden ayrı değildir, YDD de tümüyle Siyonist katlarda pişirilmiştir- yerine getirmiştir. O kadar öyle yerine getirmiştir ki, bu topraklara iyiden iyiye nüfuz etmiş, her gün yeni bir versiyonunu yerleştirmek, beğenmediklerini bozup, düzeltmek için yaptığı hamlelerde hiç zorluk çekmemektedir.

 

12 Eylülün öncesinde, problem olmayan bir problem olan Türkiye var. Problem iç savaştır, her gün onlarca insan ve daha çok aydınlar öldürülmektedir ve iki taraf da korku içindedir ve bu bir problemdir ama “no problem”dir; çünkü problem bu günler içindir, sonrasında 12 Eylül problemi çözmüştür. Çok yaşa Kenan Evren paşa! Olmuştur. O gün bugündür,12 Eylül öncesinin artıkları, döküntüleri “çok yaşa Kenan Evren, çok yaşa Kenanizm!” demektedir. Hemen hepsinin 12 Eylül rejimine kapılanmış olduğunu şimdi daha net görüyoruz. O kadar öyle ki, Nisan günlerindeki Lenin’in “Eski Bolşevikler” ,”Arşivlik Bolşevikler” nitelemesini ve hepsini tarihin tozlu arşivine kaldırdığını, yani bütün düzene kapılananlardan koptuğunu, tek başına kalmayı bile göze aldığını hatırlıyoruz.

 

İşte tam burada çok önemli bir gerçeklik var; Amerika’nın ve İsrail’in son derece güçlü olduğu bir Türk Silahlı kuvvetleri var ve Kemalizmden çoktan kopmuşlardır. Öyleyse ufukta ve 12 Eylülcülerin elinde adı konulmamış bir İslamik parti var ve oraya doğru sondaja devam ediyorlar. Sondaj tamamlanmış ve sonunda da aranan kan bulunmuştur. Eski kanlar yetmemektedir ve araya araya yenisini bulup çıkarmışlardır ki, sırf bunun için bile çok deneme yapılmış, çok kan akıtılmış, çok çukurlar kazılmış ve sonunda, 23 yıl sonra, istenilen kan bulunmuş ve hasta hazırdır ve hastanın problem olmayan problemlerinin de artık şıppadanak ve elbirliği ile “çözüm”ü hazırdır. Çözüm, Osmanizasyon’dur.

İşte Bilge amcanın vurgusu burayı ( Kemalizm= Kenanizm demektedir) işaret etmektedir ki, bu “çözüm”den ayrı saymıyorum. Ağız birliği yanında “öğretilmiş düşünce” taşındığı açıkça görülüyor. “Kenanizm”, Kemalizmin “evrimleşmiş” hali ise bile, Kenanizm ile kavgayı bırakıp, aksine onun ağzı ile konuşarak, yerini Kenanizme bırakıp tarih olan Kemalizm ile kavgayı bayrak edinmeyi tek politika saymak son derece manidardır ve akıl taşıyanların aklını şaşırtamamaktadır.

 

Öyleyse ne demektir? 12 Eylül’de hem ABD ve hem de İsrail parmağı var demektir!

 

Kemalizmi yüksek tutanlar ve aşırı abartanlar, Kemalizmi ( Bilge amcaya göre “Kenanizm”e dönüştürmüşlerdir ve Bilge amcamız dönüştürenlere işaret etmemektedir) tarihe gömerek, Osmanizasyonu yüksek tutmakta ve oya gibi işlemek istemektedirler. Ne de olsa tarihsel ve tarihten gelen  “çözüm”leri budur.

 

Bu fotoğrafın orta yerinden ise sarkan bir gerçeklik daha var, kimine göre somuttur ama ne yazık ki, bütün fotoğraf soyutlanmadan somutlanamamaktadır ki yukardan aşağıya bu soyutlamayı yaptığıma inanıyorum ve sarkan gerçeğe işaret ediyorum;  Orta Doğuda ve daha çok bir zamanlar Osmanlı mülkü olan topraklarda, artık İsrail’in hegemonyası hem belirgin ve hem de belirleyici bir noktadadır ve bu hegemonyayı kabul etmeyen devletler ve liderleri ile artık açık olmaya başlayan bir savaş öteden beri vardır, işte şimdi bu gerçek, artık fotoğrafın en koyu rengi olarak fotoğraftan taşmaktadır. Ve yanı başında sarkan başka bir gerçeklik de, özellikle Suriye-Esad gerçekliğinde, İsrail’in hegemonyasının çatırdamakta olduğunu ve bunun, bu bölgedeki anti-Siyonist, anti Amerikancı dinamiklerin kararlılığını daha da pekiştirmekte olduğunu ve de bu hegemonyanın yıkılabilir olduğunu hissettirmektedir. Ve bu sarkan gerçeklikler, birkaç bütün fotoğrafın en arkasında yer alan çok daha büyük bir fotoğrafın varlığını açığa çıkarmaktadır ki,ABD-İsrail ve AB nin YDD sinin bu fotoğrafta olmadığını ve bu fotoğrafın YDD’ nin fotoğrafından daha geniş ve daha bir nesnel renkler taşıdığını çok net olarak göstermeye başlamıştır.

 

Neticede ortaya saçılan renkler veya fotoğraf kareleri o kadar net olarak gösteriyor ki, Türkiye’nin İslamlaştırılması da,Osmanlılaştırılması da TSK nın yüksek kadroları eli mahsulüdür ve Evren ile sınırlı değildir ve Evren zamanı ile de sınırlı değildir. Ancak başrolde hep TSK yüksek kadroları var ve şimdi içlerinden bazıları zindandadır, TSK daki dönüşüm tamamlandığında ki, bu Kemalizm’in tümüyle kazınması demektir, salıverilmelerinde mahsur kalmayacaktır. Bu, zindanda kalmalarına gerek kalmayacaktır anlamındadır.

 

İslamizasyon da, Osmanizasyon da sınıfsaldır ve hatta hâlâ “Kemalizasyon” illüzyonu peşinde koşmak, İslamizasyonu ve Osmanizasyonu ve buradaki sınıfsallığı görmeyip “Kemalizm”den başka deccal tanımamak da sınıfsaldır. Daha doğrusu aynı sınıfsal kategorinin içindedir.

 

“Öğretilmiş bakış” tam da buradadır. Emperyalist politikalara ve hâlâ devam eden Eylülist politikalara tabi ve içindedir.

 

Burada başka ne var? Diye sorarsak; gördüğümüzün ve vereceğimiz cevabın, Harp Akademilerinde, Türk-İslam Sentezi kadrolarının, Aydın Ocaklarından Hızır gibi yetişen aydınların,”hoca” olduğu açıktır. Ayrıca, TSK nın yüksek kadrolarının, büyük büyük zenginlerin ekonomik, dolayısıyla politik programının uygulayıcısı olduklarını görürüz. İslamlaştırma ve Osmanlılaştırma temel politikadır ve bu politika tümüyle sınıfsaldır ve ekmek arası soğandan, ekmek arası havaya geçiş, yani ücretli kölelikten, kırbaçlı köleliğe geçiş için olmazsa olmaz şarttır. Hem içerde hem dışarda politika budur; bir paralellikten söz etmiyoruz, bu politika hem içeri, hem dışarıdır, iç içedir ve böyle bir bütünsellik taşımaktadır.

 

Peki, ekmek arası soğandan, ekmek arası havaya geçiş sırasında ne olabilir? Bu ekmek arası soğanı kabul ettirmek için onca disiplini, başka ifadeyle sessizliği, devlet zoru ve yaydığı korku ile ancak sağlayanlar,  ekmek arası havayı ve elbette kırbaçlı köleliği aynı zor ile kabul ettirmenin kolay ve mümkün olmadığını görmektedir; mümkün olsa bile maliyeti çok yüksektir ve de riskleri vardır; öyleyse yeni ve oldukça ucuza sağlanan disiplin, İslamizasyon ve Osmanizasyondur ki bu, çok muhterem Bilge amcamızın-  aklı şaşırtmak için vurulan bir vurgusu olsa da -  vurgusundaki “Kenanizm” gerçeğinin ta kendisi olmaktadır.

 

Kenanizm, aşırı din, aşırı ırkçılık ve aşırı işçi düşmanlığı demektir ki, bunu Lenin 100 yıl önce işaret etmiştir. Komünistlere armağanıdır ama buradan “işte ‘komünist’lerin hali budur, bu nedenle komünistler nerede denilmektedir yoldaş Lenin! “ yollu haykırmayı bir borç biliyoruz.

 

Öyleyse vurguyu kalınlaştıralım ki, burada hâlâ Kemalizasyon veya Kemalist  “güç” aramak abesle iştigaldir. Burada Kemalizm yoktur ve İslamizasyon da Osmanizasyon da, her ne kadar Kemalizasyonun içinde biriktirilmiş olsalar da, Kemalizmi ve Kemalizasyonu dışlamaktadır. Artık onlar için Kemalizm yoktur ve hâlâ seslerini duymaktan bu nedenle şaşkınlık geçirmektedirler ve her boydan ve soydan kendilerine kapılananları göreve çağırmaktadırlar veya o kapılananlar kendilerine bu durumdan vazife çıkarmaktadırlar.

 

Peki, olmasını mı istiyoruz? Daha doğrusu komünistlerin, sosyalistlerin istediği bu mudur? Yani kurtarıcı olarak Kemalistleri ve Kemalist ideolojiyi mi çağırıyorlar?

 

Tek kelime yeter ve milyonlarca kez yinelenmiştir; hayır?

 

Sosyalistler ve komünistler bilirler ki, onları Kemalizm ilerletmez, ilerletmedi ve aksine köstekledi ve başarılı olamayınca, yol uzayınca yönetimlerini de güçlerini de dinci akımlara teslim ettiler; ancak komünistler ve sosyalistler ki, devlet kapısına öyle ya da böyle kapılanmamış olanlardan söz ediyorum, bir şeyi daha bilirler; o da, içinde bulunulan tarihsel koşulların karmaşıklığında Kemalizmden daha geriye gitmeyecekleridir.

 

Türk –İslam sentezi, İslamizasyon ve Osmanizasyon hamlesinin hem ideolojisi ve hem de hazırlanışını kolaylaştıran bir hamledir ki, bunun da yüksek “Kemalist” kadrolarca ve TSK yüksek kadroları eliyle kotarıldığını biliyoruz.

 

Burada Aydınlar Ocağı Türk-İslam sentezinin en önemli kurucuları olmaktadır ki, Ocağın kuruluşu 12 Eylülün çok öncesindedir. Öğrettikleri ise öz olarak ve kısaca, “İslam Türk kültüründen üstündür ve eğer o olmasaydı Türk kültürü yaşayamazdı; ama Türk kültürü de İslamı korumuş ve güçlendirmiştir.”

 

Bu konuda ki Ürüncülerin teorisyeni olduğunu ve bu nedenle Almanya’daki “eski komünistlerden” epey bir eleştiri aldıklarını biliyoruz, Taha Parla’dan söz ediyorum, söyledikleri oldukça öğreticidir. Aktarıyorum.

 

 “İşte 12 Eylül’den sonra meydana geldiğini düşündüğüm değişiklik, yönetimlerin ve bürokrasinin, klasik laik çizgiyi bırakarak, Türk-İslam sentezi adı altında, vurgu Türk’te, oluşmaya başlayan dinci bir milliyetçiliğe, vurgu milliyetçilikte, razı gelişleridir. Bu sentezde din, bir ahlak sistemi ve toplumsal kurum olmaktan çok, bürokratik-otoriter devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından biri olarak görülmektedir.”

 

Ve devamında dedikleri ise, açıklığı ve öğreticiliği tamamlamaktadır; TRT nin bir yayınına atıfta bulunan Taha Parla, şöyle devam ediyor;  “1985 sonbaharında yayınlanan “laiklik” açık oturumlarında, Osmanlı Devleti’nin teokratik olmadığı, Atatürk’ün ‘ 2000 yıllık Türk-İslam sentezine’ göre düşündüğü, laikliğin din-devlet ayırımı olmayıp, tam tersine, laik öğretimin, dinin denetim ve gözetimi altında bizzat ve önemle devlet tarafından öğretilmesi olduğu, bilimsel ve mantıklı bir biçimde anlatılmıştı. Ve farklı görüşlere yer vermediği için de bu bir endoktrinasyon (beyin yıkama olarak kullandığını sanıyorum) girişimi olmuştu.” Diyor ki, bu kadar değil;

 

“20nci yüzyılda ‘dualı’ milliyetçilik, modernleşmeyi değil, yeniden gelenekselleşmeyi temsil etmiyor mu?” sorusuyla bitiriyor. (Taha Parla-Din ve Milliyetçilik –Yeni Gündem 19 Mayıs 1986)

 

Aydınlar Ocağı mı? Herhalde herkes biliyordur ama vurgulamak açısından, bu Ocağın, tarikatçı ve ırkçı öğretim üyeleri ile bürokratları birleştiren bir yapı olduğunu hatırlatmak yararlı olacaktır. İşte Türk-İslam Sentezi adı verilen Arabistan’dan hareketle iç Asya’ya yayılan totaliter-expansiyonist ideoloji, bu “Ocak” tarafından pişirilmiştir. Ve bu ocağın kadroları, önce Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu olmak üzere, Atatürkçü bütün merkezleri işgal etmişlerdir ve dolayısıyla hiçbir Atatürkçü kurumda Kemalizm, bir güç olarak kalmamıştır. Dolayısıyla hal böyle iken, bir Kemalizm’e dönüş yaşanması ve bunun yarattığı sendrom,“yeni” 12 Eylül rejimini, RTE ile devam eden “Kenan Evren Diktatörlüğü”nü şaşırtmakta ve öfkelendirmektedir; bazılarının yeniden üzerine vazife almasının nedeni de bu olsa gerektir.

 

Ve hatırlatmaya gerek yok ama ben yine de altını çizmek istiyorum ki, Osmanizasyon olmasa da, İslamizasyon, TC nin dönemsel her safhasında olmakla birlikte, 12 Eylül ile en tam ifadesiyle yerine oturtulabilmiş ve gericilere altın bir çağ yaratmıştır ve İslamizasyon temel olarak sol’un yükselişine karşı bir tertip olmaktadır. Bunun içindir ki, yani her dönem içinde büyüttüğü İslamizasyonla birlikte Kemalizm, sol’un yükselişini durdurmaya ve terbiye etmeye yetmediği için, Kemalistler Kemalizmden de cumhuriyetten de vazgeçmiş ve yönetimi dinci akımlara teslim etmişlerdir.

 

Dolayısıyla solu topyekün gömmek için, Kemalizm’in ve en son ve en demokratik noktasını ki, sol’un en önemli sığınakları ve barınakları buradadır, 27 Mayıs ile yaşadığımız demokratik cumhuriyetin kökünü kazımak, olmazsa olmaz idi. Bir devlet politikası olduğu açıktır. Ve bunda en çok yardımı,12 Eylül öncesinden kalan solun artıklarından, döküntülerinden, vurgun yemiş politikacılarından, sendikacılarından, aydınlarından almışlardır.

 

Şimdi bile bu yardımın devam ettiğini görmek, daha doğrusu hâlâ bu yardımı esirgemeyenleri görmeyenleri veya görmezden gelenleri görmek, son derece üzücü ve şaşırtıcıdır. Ancak ne üzülüyoruz, ne de şaşırıyoruz, sadece deşifre ediyoruz ki, tarihsel olarak sonlarına koşmaktadırlar ve yardımları ile “yeni” 12 Eylül rejimini belki biraz rahatlatabilirler ama kendi sonlarını çabuklaştırmaktadır.

 

Aşırı dinsellik ve ırkçılık ile İslamizasyon ve Osmanizasyon orta çağa dönüşün hem habercisi ve hem de hazırlayanı olmaktadır. Emperyalist dünyada düğmesine basılan orta çağa dönüş hamlesi, bu bölgede ve İslamizasyon-Osmanizasyon hedefi ile ve de 12 Eylül faşist darbesi ile ardından yerleştirilen ve “yeni” sureti ile hâlâ devam eden 12 Eylül Kenanist rejim ile kotarılarak gerçekleştirilecek ve yayılacaktır. Emperyalist ABD-AB ve İsrail için bir Yeni Dünya’dır ki, Laisizme, rasyonalizme yer yoktur. Bunlar yoksa orta çağ kapıdadır ve kapıdadır.

 

12 Eylül ve baş aktörü Kenan Evren, genel Kurmay koltuğuna tesadüfen veya bir silsilenin devamında oturtulmamıştır; Kenan Evren sırtında taşıdığı, cumhuriyeti çökertme misyonu ile oturtulmuştur ki, RTE ve AKP ile devam etmektedir.

İşte bütün açılan kapılar ve kapatılan kapılar, tam bu noktadadır, bir tarafı aydınlığa kapalı kapılarla, diğer tarafı karanlığa açılan kapılar ki, orta çağ eşiğinde olduğumuzun işareti olmaktadır, İşte sosyalistler, komünistler daha geri gitmeyiz derken bu karanlığa açılan kapıdan söz etmektedirler ve kapalı olan kapıları zorlayıp dönecekleri aydınlığın ise, henüz sosyalist cumhuriyeti aydınlatacak bir aydınlık taşımadığının bilincindedirler ki bu da komünistlerin hem karanlık kapıları kapatmak ve hem de aydınlık kapıları açmak tarihsel misyonu ile karşı karşıya olduklarını açık ve net olarak göstermektedir.

 

“Eski solcu”ların buna, Kemalizm kuyrukçuluğu veya Kemalizm savunucusu diyerek gerçekleri savuşturmaları mümkün değildir.

 

Ve bu “eski solcu”ların da zihnini açmak için ekleyelim; dinselleşme burjuvazide, egemenliği eline aldığı andan itibaren vardır, ancak şimdi dönülen dinsellik daha derin bir dinselliktir ki bunu “Kemalizm hâlâ işbaşında” olarak algılamak akıl körlüğünden başka bir şey değildir.

 

Yapılan veya inşaatı devam eden, Türkiye’yi, Tanzimat öncesine çekmektir. AKP ve her türlü yardımcıları, bunun için varlar ve bu bir karşı-devrim değilse nedir? Karşı-devrim ise, Kemalizm bunun neresindedir? Soruyorum!

 

Şimdi biri diğerine tam olarak egemen olmayan, ancak vurgu “yeni”yedir, iki iktidar olduğunu söylemek ayrıdır, Kemalizm ideolojisi ve dolayısıyla Kemalistler hâlâ ve başka kılıkta iktidardadır demek başka şeydir ve birincisi akıl ile bağlıdır; ikincisi ise akıl dışıdır.

Bu durum ise, bir iç savaşın varlığına dalalettir. Bu iç savaşı ise, en azından bu noktada, burjuvazinin Kemalizm ile gericilik kanadının çarpışmasına indirgemek veya Bilge amcamızın çıkarımı ile Kemalizm’in kendi kendine veya yenisinin eskisi ile kavgası olarak görmek, son derece bulanık bir aklın varlığına dalalettir. Bu, sınıfsal bakıştan uzak olmak demektir ki, 12 Eylül rejiminin, dolayısıyla İslamizasyonun temel amacı bu idi ve fakat bu, o kadar kolay kotarılacak bir amaç değildir. Karşısında toplumsal ve ekonomik yasalar var.

 

Ancak daha önemlisi var ve öfke ile şaşkınlık katsayısını artırırken, “oh nihayet!” diye nefes alıp, yeni görevler için hazırlananları telaşa ve zorunlu göreve koşturan bir dönüş var; iç savaşın rüzgârı dönmüştür ve daha da kuvvetleneceğinin sinyallerini veriyor.

 

Devam ediyorum; 27 Mayıs devrimcidir; burjuvadır ama devrimcidir ve demokrasinin olup olabileceği en son noktasıdır ki, hem tarihsel ve hem de bilimseldir burjuvazi bu noktadan sonra geriye dönmektedir, kendi yarattıklarının kökünü kazımak, ömrünü kurtarması için gereklidir. Demek ki, sınıfsallık var ve sınıfsallık, belirleyici olanın Kemalizm değil, burjuvazinin gelip dayandığı ve tarihin gerisine açılan noktadaki karşılıklı sınıf ilişkileri olduğunu göstermektedir; Kemalizm, bu noktaya giden yolda bir duraktır veya bir kaldıraçtır ve durdurulmuştur, bütün kaldıran mekanizmaları kökünden kazınmaktadır. Sınıfsallık, büyük zenginleri Kemalizm’den kurtulmaya ve İslamizasyon ile Osmanizasyona sarılmaya itmektedir. Burada Kemalizm’den çok, Kemalizm’e saldırıdır İslamizasyon ile Osmanizasyonun kaldıracı. Son derece ideolojik ve politiktir. Sınıfsaldır diyoruz.

 

İslamizasyon ile Osmanizasyon’un kaldıracı olarak ve hatta ortaçağ karanlığına giriş kapısı olarak Kemalizmi - her ne suret ile anılsa bile- görmek sınıfsal olmadığı gibi akıl dışıdır da.

 

Diğer yandan ve az önemli değildir, Kemalizmi Kemalizm yapan sosyalizm için yola çıktıklarını eylemleri ile gösteren eski soldur, benden daha eski oldukları kesindir; Ondan önce Kemalizm’in olmadığı da kesindir. Bu nedenle, dünün Kemalizm’i kodifiye edenlerinin, bugünün Kemalizm düşmanı ve mürtecileri olması şaşırtıcı olmamalıdır. Bir; Kemalizme ihtiyaç vardı, giderildi, yetmedi ve şimdi, bu iki oluyor; İslamizasyona ihtiyaç hâsıl oldu, Kemalizm, cumhuriyeti ile birlikte çökertildi; şimdi eskinin kodifiye uzmanları, İslamizasyonu ve Osmanizasyonu kodifiye etmekle mahkûm ve maluldürler.

 

Peki, İslamizasyon ve Osmanizasyon yetecek mi? Hiç sanmıyorum ancak denemekten vazgeçmeyecekleri kesindir.

 

Tekelci düzene, egemen sınıfa ve elbette 12 Eylül faşist rejimine, İslamizasyonun da yetmeyeceği ama artık dönecek bir kaldıracının da kalmadığı kesindir ve buna rağmen yine yeniden Kemalizm’e bile dönmek istemesi de muhtemeldir. Ancak muhtemel olan ile gerçekleşmiş olan bir ve aynı değildir. Komünistler ise, ihtimaller ile değil gerçek ile ilgilidir. Demek ki, yıkılacaktır ve yıkılan Kemalizm olmayacaktır, Kemalizm ve Kemalist cumhuriyet zaten yıkılmıştır ve yükselen de Kemalizm olmayacaktır; yükselen sosyalist cumhuriyet olacaktır ki, iktidar perspektifi veya hırsı olmayanlar bu gerçeklikle değil, ihtimallerle kavga etmekle ilgilenmektedir. İktidar perspektifi ise, bir devrimin en önemli ve temel sorunu olmakla, iktidarın azınlığın çoğunluğa dayandığı bir mekanizma olduğu gerçeğini içermektedir. Öyleyse Kemalist iktidara değil ama Kemalistler üzerinden ortaçağ kapılarını açıp, sosyalizme giden yolları tıkamaya çalışanlara karşı, nesnel olarak aynı eşiğe düştüğümüz Kemalist potansiyele ihtiyaç vardır ve bu bir ittifaktan daha fazlasıdır. Bu fazlada, Komünistlerin, egemen sınıfa karşı, bütün nesnel ve öznel güçleri tasnif ederek sosyalist iktidar yürüyüşüne sokma hüneri ve politikası var.

 

Bitiriyorum, egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir ve egemen politika buradan şekillenir diyorum ve ekliyorum egemen ideoloji Kemalizm değildir ve Kemalizm eninde sonunda burjuvazinin ideolojisidir ancak artık egemen sınıfın ideolojisi değildir diyorum. Artık egemen ideoloji İslam olmaktadır. Egemen sınıf emretti ve Kemalistler yönetimi dinci akımlara teslim ederek çöküşünü seyretmeye daldı. İktidar hâlâ egemen sınıfın elindedir ve ama Kemalistler iktidarda değildir. Öyleyse Kemalist ideolojiyi bahane ederek egemen ideoloji ile mücadele etmekten kaçmanın affedilir yanı yoktur diyorum.

 

Öyleyse Bilge amcaya hatırlatıyoruz;

 

Bir; TC çökmüştür.

 

İki; çöken cumhuriyetle birlikte Kemalizm de çökmüştür. Yıkılmıştır demek istiyorum. Dönüşünü ayrı tutuyorum.

 

Üç;  “yeni” rejimin ideolojisi İslamdır ve politikası hem İslamizasyon ve hem de Osmanziasyon’dur, orta çağ diyoruz.

 

Dört; egemen sınıf, büyük büyük zenginler, Kemalist ideolojiyi ve politikayı değil, İslamizasyonu istiyordu, buna ihtiyaç duyuyordu ve emir buyurdu, Kemalistler emre uydu.

 

Beş; demek ki Kemalizm, egemen sınıf için olmazsa olmaz olmamaktadır ve şimdi olmazsa olmaz İslam ve Osmanlı olmaktadır.

 

Altı; komünistler, yıkılan Kemalistlerle ittifak peşinde değiller, Kemalistleri de yıkan, en başta sosyalist hareketi karanlığa açılan kapılara kilitlemek isteyen egemen sınıfa ve onun egemen ideolojisine karşı, bütün muhalifler yanında ve en başta kendine dönen Kemalistleri de bir ve aynı yerde tasnifleyip, hem ideolojik ve hem politik ve ama ille de iktidar perspektifli bir sosyalist mücadele için seferber etmenin politikasını hüner bilmektedirler.

 

Bu, geçmişte toplanıp, toplanıp bölünmeye yol açan eylem birlikleri misli bir politika değildir. Bu, tamı tamına, egemen sınıfa ve onun ideolojik hegemonyasına karşı bütün güçleri seferber etme politikasıdır. Kemalistler, bu güçlerin içinde ve başındadır. Ama sosyalistler ve komünistler Kemalistlerin kuyruğunda değil, hem yanında ve hem de önündedir. Bu bir güç birliğidir ve Kürtlerin emekçi eğilimleri de aynı yerdedir.

 

Yedi; dolayısıyla yıkılması gereken Kemalist TC ve Kemalist ideoloji değildir, o zaten yıkılmıştır, yıkılması gereken egemen sınıfın, tekellerin, plütokrasinin egemenlik aracı ve ideolojik hegemonyasıdır , “yeni” 12 Eylül rejimidir ve tekelci düzendir. İslamizasyonu ve Osmanizasyonu çare belleyen ABD emperyalizmi ve emperyalist kapitalizmin en tepesine çöreklenmiş olan Siyonist düzeneğin dünya hükümranlığıdır.

 

Sekiz; Lenin, Rusya’ya dönene kadar Çarlık zaten yıkılmış ve adı sosyalist kendisi burjuva olan hükümet kurulmuştur ve Lenin çarlıkla bin bir bağ ile bağlı Rus zenginlerini ve onların ideolojik hegemonyası yanında bütün küçük-burjuva yılgınlarının hayallerini de yıkmıştır.

 

Ve bunu, hiç vazgeçmediği iktidar hırsı ile yaparken ve de iktidar hırsı son derece baskın iken, bir süre, proletaryanın iktidarı burjuvaziye kendi elleri ile teslim etmesini sükûnetle sürdürmüş ve vakti geldiğinde, “bu kadar yeter, artık iktidar Sovyetlere!” demiştir. İkili iktidar diyoruz ki son derece öğreticidir.

 

Yukarda değindim şimdi tarihin cilvesi bu ki, bu topraklarda da bir ikili iktidar var ve birbiriyle çarpışıyor. Ve Bilge amcam gibilerin dar ufuklu bakışları sayesinde ne yazık ki, komünistler, sosyalistler ve elbette işçi sınıfı ve emekçiler, bu çarpışmada son derece cılız bir konumdadırlar. Neden? Çünkü epeydir zihinleri bulanık, hafızaları kayıptır. Çünkü bir taraftan egemen sınıfa karşı nesnel olarak mücadele edecek olan ve eden güçler ile komünistler, sosyalistler ayırılmış; diğer taraftan,  mücadelenin asıl hedefi olan egemen gücün üzeri örtülerek, kitleler yanlış düşmanın üzerine sürülmüştür ve bu, son derece koyu bir bulanıklık yaratmıştır. Bu bulanıklığın yaratılmasında Bilge amcamın ve bağlı olduklarının da payı olduğunu tarih gösterecektir.

 

Dokuz; son tahlilde ve yakın görünmektedir, belirleyici olan emek sürecidir ve bu sürecin keskinleştirdiği çelişkiler, işte bu “yeni” ideolojik egemenlik aracı ile İslamlaştırma ile sessizleştirilmiştir; sınıfsal yaklaşımlar ve bakışlar, yine bu ideolojinin ve diğer ideolojik araçların hegemonyasında köreltilmişlerdir. Burada Kemalizm’i göremiyoruz. Ama apaçık ortada olan gerçekleri görmezden gelenlerin, bu görünmesine imkân ve ihtimal olmayan “egemen” Kemalizm’i görmek gibi bir üstün yetenekleri olduğunu görüyoruz ve gülümsüyoruz. Akıl dışıdır ve illüzyondur. Ancak eninde sonunda emek sürecinin yükselttiği, keskinleştirdiği ve bütün çelişkilerin üstünü örttüğü çelişki baskın çıkacaktır.

 

On ve son; bunun için Gaponlara ihtiyaç yoktur, yaşamın yeşil ağacında yüklü pratik, teorinin önüne geçmiş olan pratik, kitlelerin sınıf bakışını yerine oturtmaya yeter de artar. Yeter ki, bu bakışa ihtiyacı olan proleter unsurları, küçük-burjuva unsurlardan koparabilelim, bulaşıklıktan kurtarabilelim. Yeter ki teoriyi pratiğin gerisinden kurtarabilelim. Kurtarabilelim ki, son derece hırçın bir şekilde patlamalara gebe olan pratiği, sezaryene uğramadan kendi nesnel akışında ilerletelim ve doğması gerekeni doğurtacak olan devrimin teorisini ortaya çıkarabilelim.

 

Öyleyse şu, açıklıkla görülüyor ki, yani göstermiş oluyorum ki, sevgili Bilge amcamızın dersi sınıfta kalmıştır eğer gençler bu ilk derse tepkilerini çürük yumurta ile göstermezlerse, bu, “yeni” 12 Eylül rejiminin ideolojik hegemonyasının, bu dersi verenlerce devam ettirildiğinin kanıtıdır.

 

Ve İşsiz –aşsız proleterlere bula bula bu ilk dersi ders diye yutturmak son derece manidardır. 

Söyleyeceklerim burada bitiyor ve borcumu ödemiş olduğuma inanarak; Sevgilerimi gönderiyorum.

 

Fikret Uzun

30 Ekim 2012

(*)İŞSİZ AŞSIZ  PR0LETERLER

Öyleyse Gençlerle derslerimize, birinci madde ile başlayalım!

Kemalizm TC. Devletinin resmi ideolojisidir ve bu onun altı okundan biridir yani“olmazsa-olmaz“ ilkesidir. Diğer bir deyimle:“ben devletim-devlet benim !“ bu böyle iken, gel gör, ki kemalizm ve onun savunucuları, sözüm ona bazı“komünistlere“
gore: müttefik sayılıyorlar! Yıkılması gereken devletin ideolojisiyle müttefik olmak, galiba sadece TC, de var! Bu mantığa göre: LENİN, lerin Çarlık Rus devletini yıkmaları, zinhar günahtır!
Tekrarlıyoruz: KENANİZM-KEMALİZMİN bugünkü evrilmiş halidir! Şapkada-takkede-takunyada-çizmede giyer! Onun için önemli olan: devletin ve iktidarın“ilel-ebed“ var olmasıdır!

Kapitalizmin küresel çağında birazcık kapitalist olunmaz, evirilerek
onun tekelci ve finans kapital düzeyine varılır ve TC. Koşullarında bu, işbirlikçi=taşeron konumuna gelir ve olanda zaten budur!
( HASAN TEZCAN’dan alıntı )
https://lh5.googleusercontent.com/SkxfeDI5gWPJJZ9cLswvQ7waP1vZjeCkVoByT9tf4mADU58qVEjVNFvyBsSddEDgHc6998bVxGScTeC5rNQ2Y0y6pgWOfwGAg6FGUl1bgXy7LUkNuyE

 

Devamını oku

ŞİMDİ ONUR ZALİMİ İÇİMİZE TAŞIYANLARLA HESAPLAŞARAK İLERİYE YÜRÜMEDEDİR

12.10.2012 22:06

Değerli hocam, değerli arkadaşlar,
Hep dile getirdiğim bilinir, komünistsiz komünist partisi olmaz! Hele hem Türkiye Cumhuriyetine sınıfsallıktan uzak bir kin ile yaklaşıp, hem de, TC nin içişleri bakanlığı siciline kayıtlı olmak için sıraya girmek ve hatta kendini buna göre tasarımlamak, hem bir çelişkidir, hem de kendisinin parti olduğuna inanmayıp, TC nin teyit etmesinden medet ummaktır. Bu çerçevede ve perspektifle mülakat vermek ise komünistsiz komünist parti olunduğunu ilan etmektir.

Komünistsiz komünist partisi ile ise, ancak insan hakları savunuculuğu rengini taşıyan bir sivil toplum örgütü olunabilir ki, Türkiye’ye ABD nin fikir babalarından ithaldir. Oysa bilimi saf tutabilmek ve emekçi sınıfların bağımsız ideolojisini ve yolunu geliştirmektir esas olan. Bu da yol gösteren, ileri bir düşünce taşımadan parti olunamayacağının açık ifadesidir.

Olabilir, şu anda insanlık, bir önceki yüzyılın tarihsel koşullarından farklı koşulları içeriyor olan başka bir yüzyılda yaşıyor olduğu için ve bir önceki yüzyıldan, bir yenilginin rengini taşıyor olsa da, önümüzdeki yüzyılımıza geleceğe daha güvenle ve daha bilimsel ütopyaları içeren umutlarla bakmamız için son derece önemli deneyimler aktarılmış olduğunun bilinciyle, belki Leninist parti anlayışını daha derinlemesine ve eleştirel bir biçimde ele almak gerekebilir, ancak “öncü parti” kavramı ve olgusu konusunda son derece tutucu olmak gerektiğinde ısrarımız sürmektedir.

Partinin en önde ele alınması gereken tanımının bu olduğuna inanıyoruz ve ileriye doğru hep öncü düşünceyi yüksek tutmak ve düşünceyi daha ileri götürmek partinin en başat düsturudur.
Mustafa Suphilerle yaşıt ve onlar gibi tarihe gömülmüş olan TKP si, şimdi, hain bir tasfiyeci komplonun darbeleri ile “bitik” olabilir ve hatta küllerinden doğması önünde aynı komplonun sinsi oyunlarının engelleri de olabilir ama önemli olan bu onursuzluğun kime/kimlere ait olduğudur.

Ancak yine de TKP’nin “bitiş”i /bitirilişinde onursuzluk TKP’ye ait değilse de, “onur”lu bir bitiş olmadığı için, bunca zaman yolu da hep kapalı olmuştur. Çünkü bu “bitiş” te onur olmadığından, başka ifadeyle bu onursuzlukta karşıdan gelen zulmün, içimizdeki alçaklar eliyle taşınan rengi olduğundan ve bu onursuzluğa ortak olanlar çok olduğundan, TKP nin yolunun da o denli kapalı kalması şaşırtıcı değildir. Ama daha önemlisi, bu habis bir ur misli TKP ye sirayet etmiş olan alçaklık ve onursuzluk illeti ile mücadeleyi kazanmadan, TKP nin onurlu bir şekilde küllerinden yeniden doğmasının mümkün olmasını beklemek hayalide aşan bir kolaycılık olarak önümüzde durmaktadır.

Onur mu? Örnek olsun, bir anlamda TKP’nin eteklerinden dökülmüş olan TİP’ in, birinci TİP’i kastediyorum, şimdi herkesin cengâverce diline yapıştırmayı en cesur yaklaşım olarak saydığı ve hatta o zaman Kürtlerin dahi dillendiremediği, son kongresinde, belki de bitirileceğini bile bile “Türkiye’de Kürt halkı vardır” kararını açıklaması, böyle onurlu bir “bitiş” in konusudur. Bu onurda belirleyici rol oynayanları tarih sayfaları kaydettiği gibi, kolay kolay hafızalardan da silinmemiş, silinmeyecektir.

Şimdi onur, TC nin İçişleri bakanlığının partilerle ilgili masasında ifadesini bulan bir alâmetifarikadan ibaret olmayan, mayınla döşenmiş bir alan misli önümüzde duran bu toprakların en ücra köşelerine kadar yürüyebilen düşünce olmayı başarmaktadır.

 

Şimdi onur, Kürtlerin haklı ve onurlu mücadelesinin yanında olmak için Kürt olmak değil, Kürt halkını iki halkın en emekçi ve en ortakçı özünü ve en devrimci en onurlu birliğini açığa çıkaracak bir bilinçlendirmeyi öne koymaktadır.

Şimdi onur, dün Kürt olmalarına rağmen, Kürt olmayanların, Kürt olmalarına rağmen Türk ve laik olanların ve hatta “Kemalist” olanların, Kürt olmadan önce, en çok Murat Karayalçın ve Deniz Baykal şakşakçılığı yani CHP şakşakçılığı yapanların, şimdi kendileri olmazsa hiçbir devrimcilik, ilericilik olmayacağından hareket eden Kürt ve anti Türk, anti laik ve bir o kadar da “anti Kemalist” olanlarını adamdan saymayıp, partiden uzak tutmayı görev bilmektedir.

Şimdi onur, önemli olanın hep ileriye yürümek olduğu bilinciyle hareket ederken sevinç duyanların ve bu hareket kesintiye uğrasa da, sevincini kursaklarında takılı bırakmayanların, bu sevinç içinde birbirimize zaman zaman haksızlık yapmak ile karşımızdaki zalimlerin zulmünü alçakça içimize taşıyanlarla hesaplaşmalarımızı bir tutmadan ve onlardan kesinkes ayrılarak, birlikte ileriye yürümeye devam edebilmektedir.

Şimdi onur, Mustafa Suphilerin katledilerek tasfiyesini, bu katliam ile Çerkez Ethem’in tasfiyesinin aynı yerde ve aynı mantıkta olduğunun bilinciyle değerlendirerek sınıfsal bakmanın önemini bin kez daha fazla hatırlamakta ve hatırlatmaktadır.

Şimdi onur, bugün Kürtlük deyince sadece Kürt yükselişi rüyaları görmeden, Kürt yükselişi kadar ve hatta ondan daha fazla, Türkiye’deki gericiliğin en büyük alanının, Kürt coğrafyasında olduğunu ve dinsel gericiliğin ve her türlü gericiliğin en büyük dayanağının Kürt politikacılar olduğunu dolayısıyla gericiliğin etnik rengini bırakmak gerektiğini hatırlamak ve hatırlatmaktadır.

Şimdi onur, partinin bir düşüncenin gelişerek, kendisini sürdürmesi olduğunun hala bilincinde olan ve sıradanlaşmış da olsa özünü kaybetmemiş olan kadroları telef etmeyecek ve önlerine, Murat Karayalçının şakşakçıları türünden şimdi bunun simetriği yönünde evrim geçirerek kendisini sürdürmeyi bir partiye kapağı atmakta bulanları koymadan ilerlemelerini sağlayacak kanalların açık olduğu bir partileşmededir.

 

Şimdi onur, bu toprakların, iktidarı gerçekten amaçlayan ve bunun gereklerine açılan bir komünist partiye kesinkes ihtiyacı olduğunun ve koşullarının da buna uygun olduğunun dolayısıyla bu alanın açık olduğunun ve doldurulması gerektiğinin bilinci ve hassasiyetiyle bu alanı tekeller adına kapatmak isteyenlere karşı kadroları ve bu anlamda partileşme dinamiğini, aldatıcı göstergelerden çok, derinde olanın, öz olanın gösterdikleri ile korumakta ve geliştirmekte ve ilerletmektedir.
Şimdi onur, her ayrılığı, ayrılıkçılık saymadan ve geriye doğru yapmadan, yani ileriye doğru yaparak, sosyalist hareketin sürekliliğinde hareket etmekte, Türkiye sosyalizminin, Türkiye devriminin bütün sorumluluğunu, ileriye doğru ayrılarak, biriktirmekte ve bu birikimi sosyalist hareketin sürekliliğine içermektedir.
Şimdi onur, Kemalizm’in iktidarda olduğu değerlendirmeleri ile iktidarda olanların, İktidardaki bir Kemalizm’le kavga ediyor ve onun defterini dürüyor biçiminde yarattığı illüzyona teslim olmadan, bu illüzyonun aldatıcı etkisi altında, ABD ile NATO ile iç içe geçmiş, kamu işletmelerini büyük ve uluslararası zenginlere peşkeş çekme şevki ile yanıp tutuşan bir oligarşik yapı ile bu yapının içinde olan ama ABD-AB emperyalizmine karşı kamu işletmelerini savunarak, daha yüz yıl öncesinden Lenin’in deşifre ederek, bir gericilik olduğunu dolayısıyla bundan ilericilik çıkaran küçük-burjuva hayalleri tuz buz ettiği ABciliğin neme nem gerici bir tutum olduğunu ve çoktan iflas etmiş olduğunu bilerek dışında hareket edenleri bir tutmadan ve asıl kavganın, daha önce iktidarda, şimdi ise iktidarın yardımcısı olan bu yapının dışında hareket edenlerle ama daha çok ve özellikle sosyalist hareketi tümüyle ortadan kaldırmak üzere yapıldığını ve bu oligarşik yapının dışında kalmaya çaba gösteren bir akımın var olmasının ve diri durmasının, sosyalist iktidara yürümenin önünde engel olmadığının, aksine kolaylaştıracağının bilincinde olarak, onlarla aynı noktada ve çerçevede, aynı mevzileri sonul hedef olarak korumak isteyenlerin de var olacağının ve bunun da sosyalist iktidar yürüyüşünün önünde engel olmadığının ve de onların yapacaklarını komünistlerin yapamayacaklarının ama onların yaptıklarından da geriye gitmemeleri gerektiğinin ve bunun kodlarının partileşme dinamiklerinin kitabi açılımlarındaki ittifaklar bölümünde yazılı olduğunun bilincinde olarak Kemalizm’le tarih ve bilinç alanında, teorik ve ideolojik mücadelenin bir zorunluluk olmaya devam ettiğini biran bile unutmadan, sosyalist iktidar yürüyüşünün önünde, Kemalizm’i iktidarda sanarak mücadele etme sorununun olmadığı bilinciyle partileşmededir.

Şimdi onur, TKP nin ve diğer devrimci yapıların paylaştığı aynı kader olan, bir mabetler dinamiğinden oluşan mezarlık misli alanların bir savaş alanı olduğu, bu alanlarda bir mezar misli gömülü olan mabetlerin ise, parti olduğu veya olacağı illüzyonuna düşmeden, aksine putlaştırılmaya çalışılan bu mabet dinamiklerini yıkarak ve hem TKP nin ve hem de diğer bütün devrimci hareketlerin kendi içindeki ve tepesindeki mezar kazıcılarını teşhir ederek partileşmededir.

Şimdi onur, bir oligarşik yapı olarak yerini sağlamlaştıran 12 Eylül rejiminin, kendisini daha da sağlamlaştırmak ve emperyalist ABD-AB nin Yeni Dünya Düzenine uyumlu hale getirmek için, yani yeni düzenini yerleştirmek için, bazı mevzileri Kemalistlere bırakıp, bu mevzileri kapatmak üzerinden sürdürdüğü restorasyon çalışmalarının bir aldatmaca olduğunun, dolayısıyla bunun tarihin ilerleme çizgisini geriye doğru tahrif etmek demek olan ve hala en ileri ve bilimsel teori olmaya devam eden

 

Marksizm’in kitabi anlatımında yeri olmadığının hatırlanmasını ve üzerinde düşünülmesi görevini de önümüze koyan bir rejim değişikliği ile karşı karşıya olunduğunun bilinciyle hareket eden bir partileşmededir.
Şimdi onur, kitapsız kalmamak, aynı anlama gelmek üzere teorisiz kalmamak gerektiğini, bu anlamda sanatsal ve edebi yaratıcılıktan uzaklaşmamak gerektiğine, yine bu anlamda sosyalistleri, sosyalist yazını kitapsız ve teorisiz duruma düşürenlerin dayattığı modellere teslim olmadan, örnek olsun, insandan uzaklaştırmanın, insanın yükselmesinin önüne engel koymanın özendirici örneği olan, üretilmiş sanatsal ve teorik bütün yazınsal dinamiklere ve bu dinamiklerle beslenen toplumun her cephesine virüs gibi sirayet ederek, buraları teslim alarak bozulmuş alanlara çeviren Kunderaların alanlarını onlara bırakıp, kitabı, teoriyi, sanatı ve edebiyatı, yepyeni ve bozulmamış bir alan üzerinde genişleterek toplumun her cephesinde yayarak ilerlemeyi görev edinen bir partileşmededir.

Şimdi onur, başka devrimci çabaların da olduğunu, bundan ürkmeden hissetmenin gerekliliğine, biz varsak, başkaları da vardır inancı ve düsturu ile birleştirenin doğru ve ileri teori olduğundan hareketle ve etrafında iktidar yürüyüşü için, bütün devrimci çabaları, bir büyük ırmağa akıtabilecek hünere erişmek üzere birleşmeyi görev edinen bir partileşmededir.

 

Bunlarla birlikte ve bunlardan daha önemli olanın, ideolojik mücadelenin şimdiye dek, hiç olmadığı kadar, devrimci bir iş olduğu, bir manifesto vurgusunda olan ve zekâmla bağlı öznel bir çabanın ürünü olmayan, sadece aklımdakilerle birlikte, en ileri ve en bilimsel teoriye dayanarak ortaya koyduğum saptamalarda kendini göstermektedir.

Amacım aynı yerden bakan ve aynı hassasiyeti duyan arkadaşlarıma akıl hocalığı taslamak değildir. Sadece kendi yoğurt yiyişimle temel gerçekleri hatırlatmaya çalışıyorum.

Hatırlatmayı bir sorumluluk ve görev anlamında borç olarak görüyorum ve ödemeye çalışıyorum.

 

Fikret Uzun

 

1 Şubat 2012

 

Devamını oku

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM

12.10.2012 22:04

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM

 

DEVLETİN KÖKENİ

 

DEMOKRATİK CUMHURİYET DE BİR DEVLETTİR.

 

DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİ

 

ZORA DAYALI DEVRİM

 

SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET

 

HAZIR DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE

 

YENİ TOPLUM ÜTOPYADAN MI TOPLUMUN TARİHSEL GELİŞİMİNİN BİR ÜRÜNÜ OLARAK MI ORTAYA ÇIKAR?

 

DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİLİK Mİ FEDERALİZM Mİ?

 

ANARŞİSTLERLE POLEMİK VE MERKEZİYETÇİ DEMOKRATİK- CUMHURİYET Mİ, FEDERATİF CUMHURİYET Mİ?

 

DİN VE DEVLET

 

DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİNİN EKONOMİK KOŞULLARI

 

"Gelinen aşamada baktığımızda Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeği ortadadır. Bugün dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte ve kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiştir."

"Marksizm bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiştir. Temel etkenlerin başında sosyalizmin 'devlet odaklı' olmasıdır."

 

 

 

"Bugünün koşullarında (dünyada) sınıfın ayaklanıp 'proleter devrim' yapmasını beklemek akıntıya karşı kürek çekmeye benzer."

 

 

 

"Sorun devlet-sosyalist devlet mantığı ile yakından bağlantılıdır. Marksizm'in bu koşullarda eski argüman ve taktiklerle, daha önemlisi 'işçi devleti' stratejisiyle yaklaşması, amacın odağına devlet ve iktidarı koyarak 'yapısal krizi' derinleştirmektedir."

 

"Bakunin; 'proleter devlet yeni bir kızıl burjuvaziyi yaratır' derken devletli sosyalizmin öncekinden farksız olduğunu söylerken haklıydı."

 

“Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra komünizme geçişle 'devletin kendiliğinden sinümleneceğini' öngörmek kaba-determinist bir durumdur."

 

"Devlet iktidarını ele geçiren ideoloji ne formda olursa olsun bir öncekinden daha otoriter olmaktan kurtulamaz. Burada sorun 'yönetme' de değil veya 'yönetende' değil, devlet olgusunun götüreceği doğal sonuçtur. Gelinen aşama bunu bize göstermiştir. Marksist paradigmanın 'bunalımı' geçici bir 'tıkanma' süreci olarak izah edilemez, yaşanan durum 'yapısal ve özsel' krizdir."

 

" 'Devlet toplumun iradesini teslim alan' bir sistemdir, ister sosyalist ister kapitalist-emperyalist devlet fark etmiyor. Devlete (ve iktidara) 'teslim' edilen iradenin, bireyi kendi özünden (doğallığından) uzaklaştırdığı bir gerçekliktir."

 

 

 

Bu ifadelere yansıtılan çıkarımların her biri, oportünizmin, burjuvazinin ve küçük- burjuvazinin ideologlarının, tekellerin ideolojik silahı olarak Marxizm'i tahrif etmek için, daha çok da, Marxizm'in toplum üzerindeki etkisini yitirdiğini, bunun nedeninin de Marxist teorinin yanlışlığının anlaşılması olduğunu kanıtlamak için, sürekli öne sürmek zorunda oldukları çoktan iflas etmiş çıkarımlar olduğunu tekraren ifade etmek beni sevindirmiyor. Aksine üzüyor. Ancak, bu, tarihte kalmış olması gereken ve çoktan hem tarihsel gelişmenin ortaya serdiği nesnellik ile, hem de bu nesnelliğin üzerinden geliştirilen teorileri, bu nesnelliklerin karşılığı olarak reel yaşanmışlığın doğrulamasıyla çürütülmüş olan düşüncelerin, ölü bir düşünce olarak hükmü kesinleşmiş olması gerekirken, hâlâ yer yer kaba, yer yer ince yöntemlerle ve daha çok da emperyalist kapitalizmin laboratuarlarında üretilen teoriler olarak önümüze çıkartılması, üstelik de, "Marxizm'in toplum üzerindeki etkisini yitirmiş olduğunun" en çok iddia edildiği bir süreçte, Marxizm'i tahrif etmek ve Marxizm'i gözden düşürmek çabalarının çok fazla artmış olması, bize bu tekrarların ve Marxizm'i savunma modundan çıkarmak ve hücum moduna geçirmek için, Marxizm'i enine boyuna irdeleyerek netleşmenin ve elbette bütün bu saldırılara karşı ideolojik mücadele yürütmenin en devrimci iş olduğunu göstermektedir.

 

Ayrıca, bir gerçeklik ve tarihin taşıdığı bir ders daha var ki, bize oportünizmin, toplumsal hareketliliklerin arttığı, doğru teorilerin sıçratmalı gücünün kendini gösterdiği ve egemen sınıfların çaresizliğinin arttığı ve tabii onunla birlikte egemen ideolojinin nesnelliklerin üzerini örtmekte zorluk çektiği dönemlerde mutlaka ve artan hızla işbaşına geçtiğini göstermektedir.

 

Bugün,"Marksizm'in bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiş olduğunu" kabul ettirmeye çalışan Marxizm düşmanlarının, "etkisini yitirmiş" olarak gösterdikleri bir öğreti üzerinde Marxistlerden çok daha fazla laf üretmekte olmaları, öğrenmeye tutkulu olanlar için son derece öğreticidir.

 

Bu “etkisini yitirme” olgusuna temel olarak etki edenlerin başına, Marxizm'in düşmanları, sosyalizmin "devlet odaklı" olmasını koymaktadırlar.

 

Demek ki, emperyalist kapitalizmin ideolojik ve politik saldırıları ile bir korelasyon var. Bu gün, hepimiz biliyor ve görüyoruz ki, emperyalizm, yeni dünya düzeni yönelimindeki ideolojik-politik mücadelesinin merkezine ulus-devleti baş düşman olarak yerleştirmiştir; dolayısıyla emperyalist kapitalizme ideolojik silah olarak uşaklık peşinde koşan sahte Marxistler ile Marxizme cepheden saldıranların iş başında olmasına şaşırmıyoruz.

 

Bu iş başında olanların işlerinin başında, Marxizmin kurucularının devlet öğretisini çarpıtmak ve hatta Marxizmi iflasına sebep olan bir teori olarak göstermek var.

 

"Gelinen aşamada, Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeğinin mutlak bir biçimde ortada olduğunu" göstermeye çalışan ve bu nedenle bugün "Marxizm'in, dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte olduğunu", bu nedenle de, "kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiş olduğunu" tam bir mutlaklık içinde öne çıkartan Marxizm düşmanlarının, iktidar perspektifine hücum yanında, sınıftan kaçışın haklılığını da gerekçelendirme çabalarının temel politikaları olduğunu görüyoruz.

 

Bu, "tarihin sonu" teorisinin mucidinin bile acz içinde kaldığı tarihsel nesnellik karşısındaki çaresizliğin tartışmasız görünümünün yansıması olan bir korkaklığın ifadesidir ve bu korkaklığın iktidar ve sınıf olgusuna vurması şaşırtıcı değildir.

 

Kautsky'den beri, Marxizmden uzaklaşırken, bunu Marx'a mal edenler yanında, Marxizme cepheden saldıranların saldırılarının odak noktası, hep proleter devrimin özsel içeriği, yani proletarya diktatörlüğü olmuştur.
Bugünün koşullarında (dünyada) sınıfın ayaklanıp 'proleter devrim' yapmasını beklemenin akıntıya karşı kürek çekmeye benzediğini vaaz eden bu Marxizm düşmanları, "sorun"u devlet-sosyalist devlet mantığı ile bağlayarak,Marksizm'in (hâlâ) 'işçi devleti' stratejisiyle yaklaşmasının, amacın odağına (hâlâ) devlet ve iktidarı koymasının, Marxizmin 'yapısal krizi' ni derinleştirdiğini iddia etmektedirler.

 

Bu iddialarını doğrulattıkları kişi ise, Bakunindir ki, bozacının şahidi şıracıdır diyoruz.

 

Bakunin'in; 'proleter devlet yeni bir kızıl burjuvaziyi yaratır' dediğini, yani devletli sosyalizmin öncekinden farksız olduğunu söylediğini ve bunda haklı olduğunu söylüyorlar.

 

"Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra komünizme geçişle 'devletin kendiliğinden sönümleneceğini' öngörmek kaba-determinist bir durum"muş Marxizm'in düşmanlarına, bir o kadar da ondan hâlâ korktukları anlaşılanlara göre.

 

Devlet ve iktidar sorununun çözümünün, kocakarı ilaçları misli safsata düşüncelerle sağlanacağına inandırmaya çalışan ve "Devletsiz demokrasi" vaaz eden,"demokratik özerklik ve özyönetim" üzerine de nutuklar sıralayan Marxizm'in düşmanlarının, bütün korkularının, Marxizm rüzgârının, şiddetli bir biçimde esme eğilimi göstermeye başladığı bir tarihsel sürece girdiğini görmelerinden olduğunu anlamak zor değil. Ancak bunu, Marxizm'i tahrif etme çabalarına, zorlama teoriler ve tespitler koymaları bir yana, Marxizm karşısındaki çaresizliklerinin ifadelerindeki çelişkilere de yansıdığını görerek anlamak mümkün.

 

Bir yerde, "Marksist paradigma 1840'dan beri insanlığa, toplumsal mücadelelere birçok şey kattı kuşkusuz. Kapitalizmin kurumsallaşarak yerleşmeye çalıştığı bir dönemde, böylesi ciddi bir paradigmanın açığa çıkıp alternatif oluşturması önemliydi. Dönemin koşullarında Marks'ın ortaya koyduğu ekonomi politiğin tahlili, toplumun ihtiyaçlarını belli boyutlarda karşılıyordu fakat gelinen aşamada baktığımızda Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeği ortadadır. Bugün dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte ve kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiştir. Marksizm bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiştir." denilirken,başka bir yerde "Marksist paradigmanın yaşadığı 'yapısal sorunlar' ancak yeni bir paradigmatik yaklaşımla aşılabilir." denilmekte ve Marksizmin yaşadığını söyledikleri yapısal bunalımının nedenlerinin başında sosyalizmin 'devlet odaklı' olması gösterilmektedir. Böylece, Marxizm'in en çok korktukları öğretisine, devlet ve zora dayalı devrim öğretisine, Marxizm'i tahrif ederek savaş açmanın kılıfını hazırlamaya çalışmışlardır.

 

Daha dikkatlice incelendiğinde, bütün bu Marxizm'i tahrif etme çabalarının, onca zahmete girerek Devlete ve otoriteye ve elbette işçi sınıfına açtıkları savaşın, emperyalist kapitalizme, işbirlikçilerine, tekellere, yaranmak için olduğunu gizleme çabalarına rağmen, Kürt coğrafyasındaki sorunların, emperyalizmin ve bu coğrafyadaki işbirlikçilerinin ve elbette 12 Eylül rejimini emperyalizmin öngördüğü sınıra götürmenin politikalarını izleyenlerin çıkarına çözmek için çırpınışları olduğu görülmektedir.

 

Öyleyse bize de hodri meydan demek kaldı ve Marxizmin kurucularının, devlet ve zora dayalı devrim öğretilerini, Lenin’in de katkılarıyla ortaya koymak suretiyle, bu, Marxizm karşısında acz içinde olan bayların, Marksist öğretinin karşısına koydukları çoktan çürütülmüş düşünceleri ile son otuz yılda emperyalist kapitalizmin ideolojik ve psikolojik saldırılarına maruz kalarak sıradanlaşmış ama özünü kaybetmemiş insanların akıllarını bozma çabalarını püskürtmeyi görev bildik.

 

 

 

DEVLETİN KÖKENİ

 

 

 

Bu çıkarımların kaynağını düşünmek gerekirse, Hegel'in idealizmini hatırlamak yerindedir. Öyle olmasaydı, devletin, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç olmadığı gerçekliğinden hareket edilerek, Hegel'in, devleti tek tek insanların, toplumsal örgütlerin ya da sınıfların çıkarlarının aleti olarak gösteren öğretisinin esiri olunmazdı. Önce, Hegel'den önce yaşamış olan Rousseau'nun bile görebildiği, devletin insanlar tarafından yaratıldığı, yine insanlar tarafından değiştirilebileceği gerçeğini hatırlayarak, bir çözümlemeye girişilirdi.

 

Bunlar bir yana, devlet öğretisi, artık idealistlerin hegemonyasından çoktan çıkmıştır. Dolayısıyla devletin ne olduğu üzerine felsefi süslemelere gerek yoktur, hele ki, söze Marxizm'le başlanılan bir alanda ve çözümlemede bu tamamen gereksizdir.

 

Devletin, daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünü olduğunu; bunun, toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün ifadesi olduğunu; Fakat bu karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip bitmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaya gem vurması,'düzen' sınırları içinde tutması gereken bir gücün gerekli hale gelmiş olduğunu; ve işte toplumdan doğan, fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve topluma gitgide yabancılaşan bu gücün devlet olduğunu, burjuvazinin, idealizme sarılan ideologları da, Marxizmi evirip çevirmeye çalışan oportünistler de pekala bilir ve tersini kanıtlamak için bin dereden su getirir.

 

Ama Marxist'likleri bir sahteliğin ifadesi olmayanların,yani gerçekten Marxist olanların, bunu çok daha derinlemesine ve özellikle de, hem burjuva ideologlarının ve hem de kendini Marxist göstermekten vazgeçmeyen oportünistlerin tahrifatlarına karşı mücadele edebilecek kıvamda bilmeleri ve bu konuda net olmaları gerekir.

 

Yani sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve tezahürü olan devlet'in, sınıf çelişkilerinin objektif olarak uzlaştırılmadığı yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıktığını, dolayısıyla devlet'in varlığının, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtladığını net olarak bilmesi, bilincine kazıması gerekir.

 

Çünkü oportünizmin müzmin tahrifatçılarının saldırı noktaları buradadır. Çünkü bu kadarını, yani devletin ancak sınıf çelişkilerinin ve sınıf mücadelesinin olduğu yerde var olduğunu kabul eder görünen, daha doğrusu kabul etmek zorunda kalan bu, burjuvazinin ve özellikle küçük-burjuvazinin ideologları, Marx'ın, devleti, sınıfların uzlaşma organı olarak gösterdiği yalanına başvurarak "Marksist" olmaktan vazgeçmeden Marxizm'in kurucularının devlet öğretisini tahrif ederler.

 

Halbuki, Marx'a göre devlet, sınıfların çatışmasına gem vurmak suretiyle bu baskıyı yasa mertebesine yükseltip, pekiştiren bir "düzen" in yaratılmasıdır.

 

Küçük - burjuva politikacıların görüşüne göre ise,"düzen", tam da sınıfların uzlaşmasıdır, yoksa bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi değildir; çatışmaya gem vurmak demek, uzlaştırmak demektir; yoksa ezilen sınıfların elinden, ezenleri devirmek için belli mücadele araçlarını ve yöntemlerini çekip almak değildir!

 

Dün de, bu gün de, sınıfların "devlet" aracılığıyla "uzlaştırılması " biçimindeki, küçük-burjuva teorisine kayma çabalarının varlığını koruması, hep Marxizm'in devlet öğretisinin tahrifinin, bu öğretinin yeterince derinlemesine öğrenilmemesi nedeniyle kolaylaşmış olmasındandır.

 

Öyleyse, Marxist devlet öğretisinin tahrifini zorlaştırmak veya püskürtmek için, Marxizm'in devlet öğretisini enine boyuna irdeleyerek bu konuda netleşmek gerekmektedir.

 

Eğer sınıfların uzlaşması olanaklı olsaydı devlet, ne ortaya çıkabilir, ne de ayakta kalabilirdi. Bu temel gerçeği görmezden gelirsek; devletin, küçük- burjuva ve dar kafalı profesörlerle yazarların, devletin sınıfların uzlaşmasına hizmet ettiği görüşünü benimsemek elbette kolay olurdu. Ve olduğunu görüyoruz. Bu aynı zamanda, Marxist görünüp, Marx'ta devletin, sınıf egemenliğinin bir organı, bir sınıfın, başka bir sınıf tarafından ezilmesinin organı olduğunu görmezden gelerek, devletin sınıfların uzlaşmasına hizmet ettiği yalanını Marx'a dayandırmak demektir.

 

Diğer yandan devlet, silahlı insanlardan oluşan özel formasyonlar, aynı anlama gelen, özel silahlı örgüt yanında, hapishaneleri ve her türlü zor kurumları da içeren bir kamu gücünün ifadesidir.

 

Başka ifadeyle, ezen ve ezilen sınıflar olarak parçalanmış bir toplumda, ezenlerin sınıf egemenliği olarak devletle birlikte, eski ilkel komünal toplumdaki " kendi kendine hareket eden silahlı örgüt" yerine, ezen sınıfların egemenliğinin korunmasının ve ezilen sınıfların baskı altında tutulmasının aracı olarak "silahlı insanlardan oluşan özel kuvvetler", sürekli ordu, polis vs. meydana çıkar.

 

Engels,"Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni " adlı çalışmasında, devleti tarihsel olarak ortaya koyarken, eski Gens örgütlenmesinde, yani ilkel komünal Gens toplumlarında, devletin olmadığını dolayısıyla toplumun üstünde duran ve ona yabancılaşan silahlı insanlardan oluşan özel formasyonların, yani ordu, polis vs. nin olmadığını; silah taşıyabilen bütün Gens üyelerinin silahlanmasını anlatan bir "halkın kendi kendine hareket eden silahlı örgütü" olduğunu vurgulamaya ve dikkatleri bu noktaya çekmeye özen göstermiştir.

 

Uygar toplum, bunlar arasında bir silahlı mücadeleye yol açabilecek olan düşman ve hem de uzlaşmaz düşman sınıflara bölünmüştür. Bunun sonucunda devlet oluşur, özel bir güç yaratılır, silahlı insanlardan oluşan özel formasyonlar ortaya çıkar. Ve bu devlet aygıtını yıkan her büyük devrim bize, hem egemen sınıfın kendisine hizmet eden silahlı insanlardan oluşan özel formasyonları yenilemeye çabaladığını ve hem de ezilen sınıfın sömürenlere değil, aksine sömürülenlere hizmet edecek bu türden yeni bir örgüt yaratmaya çalıştığını açıkça gösterir.

 

Demek ki, Engels’in bilinçli işçiler için işaret ettiği nokta, her büyük devrimin pratik, anlaşılır ölçüde sorduğu sorunun, silahlı insanlardan oluşan "özel" formasyonlar ile "halkın kendi kendine hareket eden silahlı örgütü" arasındaki karşılıklı ilişki sorusu olduğudur.

 

Şimdi, bu altı çizilenler ışığında devlete başka bir açıdan daha bakalım.

 

Toplumun üstünde duran özel bir kamu gücünün ayakta tutulması için vergilerin ve devlet borçlarının gerekli olduğunu hepimiz biliyoruz.

 

Buradan hareketle en sefil polis memurunun, Gens toplumunun tüm organlarının toplamından daha çok 'otorite'ye sahip olduğunu, fakat en güçlü prensin ve uygarlığın en büyük devlet adamının, ya da generalinin, ona gösterilen içten ve tartışmasız saygıdan dolayı en küçük Gens'in başkanını kıskanabileceğine işaret eden Engels'in, kamu gücünün ayakta tutulması için gerekli olan otoritenin, toplumun saygısından uzak olduğunu vurguladığını hatırlatmak isterim.

 

Böylece devlet erkinin organları olarak memurların ayrıcalıklı konumu sorunu ortaya konulmakta, dolayısıyla onları toplumun üstüne çıkaranın ne olduğu sorusu öne çıkarılmaktadır.

 

Engels bu sorunun cevabını, "Devlet, sınıf çelişkilerini dizginleme gereksiniminden doğduğu için, ama aynı zamanda bu sınıfların çatışmasının tam ortasında doğduğu için, kural olarak en güçlü, ekonomik olarak egemen sınıfın devletidir ve onun sayesinde siyaseten de egemen sınıf haline gelir ve böylece ezilen sınıfı bastırmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eder..." diyerek öne çıkartmaya çalışıyordu. Yani memurların kutsallığı ve dokunulmazlığı üzerine özel yasalar çıkarılmasına işaret etmekteydi.

 

 

 

DEMOKRATİK CUMHURİYET DE BİR DEVLETTİR.

 

 

 

Şüphesiz, yalnızca antik ve feodal devlet, köleleri ve serfleri sömürmenin organı değillerdi, hepimiz biliyoruz ki, modern devlet de ücretli emeği sömürmenin aracıdır. Bununla birlikte, istisnai olarak, savaşan sınıfların birbirlerini öylesine yakın dengeledikleri dönemler olur ki, devlet erki, görünüşte aracı olarak o an için her ikisine karşı belli bir bağımsızlık kazanır.

 

Fransa'da 17.ve 18.yy mutlak monarşisi, Büyük Fransız Devrimi'nden kısa bir süre önce hüküm sürmüştü ve feodalizmle burjuva düzeni arasındaki geçiş döneminin devletiydi. Mutlak monarşi, devlet iktidarının, birbirleriyle mücadele eden sınıfların adeta üzerinde durduğu ve bu mücadeleye ancak, bu sınıfları barıştırmak için müdahale ettiği şeklindeki düşünceler için, dışsal bir neden sunmuştu. Fakat gerçekte mutlak monarşi, çözülmekte olan feodal beyler sınıfının devletiydi. Burjuvazi, yeterli güce ulaştığı gibi, mutlak monarşiyi yıkarak kendi sınıf devletini kurdu.

 

Modern temsili devletin de, sermayenin ücretli emeği sömürmesinin aracı olduğunu ve istisnai olarak, böyle bir devlet erkinin, görünüşte birbiriyle savaşan sınıflara karşı belli bir bağımsızlık kazanabileceğini ifade eden Engels, "demokratik cumhuriyette zenginliğin, iktidarını, Amerika'da olduğu gibi, memurları doğrudan rüşvetle satın alarak veya hem Fransa'da, hem de Amerika'da olduğu gibi, hükümet ve borsanın ittifakı sayesinde dolaylı olarak, fakat bir o kadar da güvenli olarak icra ettiğini" ekler.

 

Lenin ise,

 

Engels'in ortaya koyduklarına ilave olarak, Zenginlik'in mutlak gücünün demokratik cumhuriyette daha güvenli olmasının bir başka nedeninin, bu mutlak gücün, kapitalizmin kötü bir politik kılıfına bağımlı olmaması olduğunu ve demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek en iyi politik kılıf olduğunu ve sermayenin bu en iyi kılıfı ele geçirdikten sonra, burjuva demokratik cumhuriyetin ne kişilerindeki, ne kurumlarındaki, ne de partilerindeki hiçbir değişikliğin bu iktidarı sarsamayacağını vurgular.

 

Demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek en iyi kılıf olmasının anlamını ise, Engels'in, genel oy hakkını, burjuvazinin egemenliğinin aracı olarak nitelemesinden çıkartabiliriz. Engels,"genel oy hakkının, işçi sınıfının olgunluğunun ölçeği olduğunu ve demokratik cumhuriyeti kastederek, bu günkü devlette asla daha fazlası olamaz ve olmayacaktır." derken, Lenin'in ilaveten söylediğini doğrulamış olmaktadır.

 

Dün sosyal-devrimcilerin, Menşeviklerin, küçük burjuva demokratlarının ve Lenin’in deyimiyle onların öz kardeşleri olan sosyal-şovenistlerin ve oportünistlerin beklediği gibi, bu gün de onların ardılları olan, adlarına özgürlükçü, eşitlikçi veya demokratik ön eki koyan sözde sosyalist, gerçekte küçük burjuva olan bilumum oportünistler, Engels’in sözünü ettiği,"daha fazla" yı, tam da bu "genel oy hakkı"ndan beklerler ve "genel oy hakkı"nın, bu günkü tekellerin devletinde emekçilerin çoğunluğunun iradesini gerçekten yansıttığını halka kabul ettirmeye çalışırlar.

 

Engels’in kaleminden devletin ne menem bir şey olduğunu daha da netleştirmek için, onun en popüler eserinde dile getirdiği sözlerini aktarmaya uzunca bir alıntı ile devam etmek istiyorum.

 

"O halde” diyerek devam eder Engels “devlet ezelden beri var olan bir şey değildir. Onsuz yapabilen, devlet ve devlet iktidarı hakkında hiçbir fikri olmayan toplumlar olmuştur. Ekonomik gelişmenin, toplumun sınıflara bölünmesiyle zorunlu olarak bağlı olan belirli bir aşamasında, bu bölünme yüzünden devlet bir zorunluluk haline geldi. Şimdi üretimin, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda üretimin pozitif bir engeli haline geldiği bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, daha önceki bir aşamada ortaya çıkışlarındaki aynı kaçınılmazlıkla batacaklardır.

 

Onlarla birlikte kaçınılmaz olarak devlet de batar. Üretimi, üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde yeniden örgütleyen toplum, tüm devlet mekanizmasını, o zaman ait olacağı yere; eski eserler müzesine, çıkrığın ve bronz baltanın yanına kaldıracaktır."

 

Evet, Engels’in bu uzun alıntı ile aktardığım sözleri yeterince açıktır ama hâlâ göremeyenler ve daha fazlasıyla bu açıklığın görülmesini engellemek için, türlü hilelerle üzerini örtmeye çalışanlar cirit atmaya devam etmektedir. Bu zehirli ciritlerin panzehiri, elbette ki, Marxist devlet öğretisinin derinlemesine öğrenilmiş olmasıdır.

 

 

 

DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİ

 

 

 

Gelelim, Marxizm'in oportünist tahrifinin en yaygın biçimde yapıldığı noktaya; Devletin "sönüp gitmesi" konusuna.

 

Sönüp gidenin burjuva devlet olduğundan hareketle devletin "sönüp gitmesi "ne alkış tutmak, bunu Marxizme mal ederek, hem Marxist görünüp, hem de devrimin örtbas edilmesi, hatta yadsınması anlamına gelir. Yani Marxizm'in en ince tahrifidir.

 

Devletin "sönüp gitmesi" üzerine Engels'in sözleri oportünistlerce de çok sık aktarılır. Amaç Marxizm'in tahrifini Marxizm'e dayandırmaktır. Bu şekilde daha inandırıcı ve daha kabul edilebilir olmaktadır.

 

Bu nedenle, bu konu özel önem taşımaktadır ve yine bu nedenle Engels'in bu konu ile birlikte devletin kapsamlı bir şekilde açıklamasını yapan sözlerini aktarmak için uzun bir parantez daha açmamız gerekecektir.

 

"Proletarya, devlet erkini ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürür. Fakat bununla proletarya olarak bizzat kendini ortadan kaldırır, bununla tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak devleti de ortadan kaldırır.

 

Sınıf karşıtlıkları içinde hareket eden şimdiye kadarki toplumun devlete ihtiyacı vardır, yani her defasındaki sömürücü sınıfın kendi dış üretim koşullarını sürdürmek, yani özellikle sömürülen sınıfı mevcut üretim tarzının verili baskı koşulları (kölelik, serflik veya bağımlılık, ücretli emek) içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinimi vardı.

 

Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görünür bir organ içinde toplanmasıydı, fakat sadece, kendi döneminde bizzat tüm toplumu temsil eden sınıfın devleti olduğu ölçüde böyleydi; ilk çağlarda köle sahibi yurttaşların, ortaçağda feodal soyluların, çağımızda burjuvazinin devleti.

 

Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi haline gelerek, kendi kendisini gereksiz hale getirir. Baskı altında tutulacak hiç bir toplumsal sınıf kalmayınca, sınıf egemenliği ve - bugüne kadar ki üretim anarşisinde yatan - bireysel var olma mücadelesi ile birlikte, bundan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık özel bir baskı erkini, bir devleti gerekli kılan baskı altında tutulacak hiç bir şey yoktur.

 

Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak ortaya çıktığı ilk eylem, - üretim araçlarına toplum adına el konması - aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir.

 

Toplumsal ilişkilere bir devlet erkinin müdahalesi,çeşitli alanlarda birbiri ardına gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider. Kişiler üzerinde hükümet etmenin yerine şeylerin idaresi ve üretim süreçlerinin yönetimi geçer. Devlet 'ortadan kaldırılmaz', sönüp gider.

 

'Özgür halk devleti' safsatası, gerek ajitasyon açısından geçici haklılığı, gerekse nihai bilimsel yetersizliği itibarıyla bununla ölçülmelidir; Aynı şekilde, sözüm ona anarşistlerin, bu günden yarına devletin ortadan kaldırılması talebi de"  bununla ölçülmelidir.

 

Engels’in bu zengin değerlendirmesinden sadece, anarşist öğretisinin tersine, yani devletin "ortadan kaldırılması" öğretisinin tersine, Marx'a göre devletin "sönüp gideceği" düşüncesi, sadece bu düşünce, dün olduğu gibi, bu gün de, sosyalist geçinen düşüncelerin ortak malı olması çabaları devam etmektedir.

 

Bunun anlamının, Marxizmin budanması demek olduğunu, budayarak, oportünizme indirgemek demek olduğunu Lenin çok önce net olarak ortaya koymuştur. Ancak, bu anarşist düşüncenin, devletin "ortadan kaldırılması" düşüncesinin, yerine konulan, başka bir tarihsel sürecin nesnelliğini anlatan "devletin sönüp gideceği" düşüncesinin, sosyalist düşünceye bulaştırılmak istenmesinin devam etmesi, bu düşüncenin ne anlama geldiğinin üzerinde durmayı gerektirmektedir.

 

Böyle bir yorumdan, Lenin'in ifadesiyle, geriye sadece sıçramaların ve fırtınaların olmadığı, devrimin olmadığı yavaş, yeknesak, tedrici bir değişim muğlâk düşüncesi kalır. Devletin "sönüp gitmesi", devrimin örtbas edilmesi, hatta yadsınması anlamına gelir.

 

Oysa Engels'ten aktardığım ve dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacak olan, Paris Komünü deneyiminin ifadesi olan bu değerlendirmenin en başında, Proletaryanın devlet erkini ele geçirdiği ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürdüğü ve bununla, proletarya olarak bizzat kendini ortadan kaldırdığı ve bununla da, tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak devleti de ortadan kaldırdığı, ortaya konulmaktadır.

 

Bunun ne anlama geldiğini düşünmeden, bunu tamamen görmezden gelip, sadece "devletin sönümlenmesi " üzerinde ve üstelik muğlâk bir biçimde takılı kalmak, tam da Lenin’in ifade ettiği gibi, devrimin yadsınmasına kadar götürür ve bu sapma, kolaylıkla Marxizm’e bağlanabilir. Bağlanmıştır da.

 

Ama dikkatli bir biçimde incelendiğinde ve elbette Marxizmde kalarak incelendiğinde görülecektir ki Engels, proletaryanın, burjuvazinin baskı aracı olan devlet erkini ele geçirdikten sonra, devlet olarak devleti de ortadan kaldırdığını ortaya koyduğunu görür. Yani burjuvazinin devletinin proleter devrim yoluyla ortadan kaldırıldığından söz ettiğini görür. "sönüp gitme " üzerine sözlerinin ise, sosyalist devrimden sonraki proleter devletin kalıntıları ile ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılır.

 

Demek ki, burjuva devlet değildir Engels'e göre sönüp giden, aksine proletarya tarafından devrimle ortadan kaldırılandır burjuva devlet. Sönüp giden ise, proleter devlettir.

 

İkinci önemli noktaya geliyoruz; Engels’in, "özel bir baskı erki" olarak tanımladığı devletin yerine, yani milyonlarca emekçiyi ezmek için var olan bir avuç zenginin "özel baskı erki" nin yerine, burjuvaziyi ezmek için var olan proletaryanın "özel baskı erki" nin, yani proletarya diktatörlüğünün geçirilmesi gerektiği sonucuna varıyoruz ve toplum adına üretim araçlarına el konması eyleminin,"devlet" olarak devletin ortadan kaldırılması olduğu sonucuna varıyoruz ve buradan da, burjuvazinin "özel baskı erki" nin yerine, proletaryanın "özel baskı erki" nin geçmesinin hiçbir koşulda "sönüp gitme " yoluyla gerçekleşmeyeceği gerçekliğine varıyoruz.

 

Engels, toplum adına, bizzat tüm toplumu temsil eden sınıf olan proletaryanın üretim araçlarına el koymasından sonraki, yani sosyalist devrimden sonraki dönemle ilgili olarak, Lenin'in ifadesiyle, çok açık ve kesin bir biçimde "sönüp gitmekten" ve hatta daha canlı ve renkli biçimde " uykuya dalmak" tan söz ediyor.

 

Lenin, bu dönemde,"devlet"in politik biçiminin en tam demokrasi olduğunu vurgulamakta ve Engels'in devletin "sönüp gitmesi"nden veya "uykuya dalması"ndan söz ederken, aynı zamanda demokrasinin de "sönüp gitmesi"nden veya "uykuya dalması"ndan söz ettiğini de hatırlatmaktadır.

 

Önceki yazılarımdan demokrasinin bir devlet durumu olduğunu ve devlet ortadan kalktığında, demokrasinin de ortadan kalkacağını vurguladığım hatırlanacaktır. Bu vurguyu elbette Marx'ın da, Engels'in de, açıklıkla ortaya koymuş olmasına borçlu olarak yapıyordum. Böylece, burjuva devletin, dolayısıyla burjuva demokrasisinin, ancak devrimle ortadan kaldırılabilir olduğunu ve genel olarak devletin, yani en tam demokrasinin, sadece "sönüp giderek" ortadan kalkacağını bir kez daha ve Marxizm'in kurucularının ifadeleri ile hatırlatmış oluyorum.

 

Demokrasinin bir devlet durumu olması karakteri, bize demokrasi ile diktatörlüğün bir ve aynı kategoride olduğunu da düşünmemizi gerektirir. Bu, diktatörlükle demokrasi arasında bir nitelik farkı olmadığı, nicelik farkı olduğu anlamındadır.

 

Son derece dikkatlice ve derinlemesine anlaşılması gereken, Marxizm'in kurucularının "devlet sönüp gider" tezinin bir başka açıdan önemi, bu tezin hem oportünistlere hem de anarşistlere karşı yöneltilmiş olmasındadır.

 

Burada hatırlanması gereken, Alman sosyal-demokratlarının devlet ile ilgili oportünist önyargıları ve anarşistlere karşı mücadelelerindeki zayıflık olmalıdır.

 

Alman sosyal-demokratlarının nezdinde Oportünistler ,"Özgür halk devleti" şiarını pek sevmişlerdi. Demokrasi kavramının küçük- burjuvaca tumturaklı bir biçimde yeniden yazılması dışında, bu şiarın herhangi bir politik içeriği olmadığını vurgulayan Lenin, Engels'in bu şiarın haklılığını, demokratik cumhuriyete legal bir imada bulunduğu ölçüde, ajitatif nedenlerden ötürü geçici olarak geçerli saymaya hazır olduğunu fakat bunun oportünist bir şiar olduğunu, yalnızca burjuva demokrasisini şirin göstermekle kalmadığını, genelde her türlü devletin sosyalist eleştirisinin tanınmamasını da ifade ettiğini belirtiyordu.

 

"Biz-diyordu Lenin- kapitalizm koşulları altında proletarya için en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız. Ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile, ücretli köleliğin halkın kaderi olduğunu unutmamalıyız."

 

Lenin, bunu, Engels’in ve Marx’ın 19. YY ın yetmişli yıllarında partili yoldaşlarına tekrar tekrar açıkladıklarını hatırlatarak devam eder ve her devletin, ezilen sınıfa karşı bir "özel baskı erki" olduğunu ve bu yüzden her devletin ne özgür olduğunun, ne de halk devleti olduğunun altını çizer.

 

Bu konuya daha sonra yeniden dönmek umuduyla şimdilik bu hatırlatma ile yetinerek ve bu konu ile doğrudan ilintili olduğuna inandığım Engels'in, "devletin sönüp gitmesi" üzerine yaptığı değerlendirmeleri içeren eserinden, "devletin sönüp gitmesi" ile uyumlu bir bütünlük oluşturan "zora dayalı devrim" in önemi hakkındaki açıklamalarının üzerinde durmak istiyorum.

 

 

 

ZORA DAYALI DEVRİM

 

 

 

Engels'in dediği şudur, "...fakat zorun tarihte başka bir rol ( şeytani bir gücünkünden başka bir rol) oynadığı, devrimci bir rol oynadığı, Marx'ın sözleriyle, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesi olduğu, toplumsal hareketin kendisini kabul ettirmekte ve donuk, ölü politik biçimleri kırmakta kullandığı araç olduğundan -Bay Dühring'te hiç söz edilmiyor. Sadece oflayıp, puflayarak, sömürü ekonomisini devirmek için belki de zorun - ne yazık ki !- gerekli olabileceği ihtimalini kabul ediyor, çünkü her zor kullanımı, onu kullananı demoralize edermiş. Ve bu, her muzaffer devrimin sonucu olmuş olan yüksek ahlak ve atılım karşısında ileri sürülüyor! Ve bu, halka zorla kabul ettirilebilecek zorlu bir çatışmanın, hiç değilse Otuz Yıl Savaşları'nın aşağılayıcılığından ulusal bilincine işlemiş bulunan kölelik ruhunu silme üstünlüğüne sahip olduğu Almanya'da ileri sürülüyor ve bu bitkin, yavan, mecalsiz vaiz anlayışı, kendisini tarihin gördüğü en devrimci partiye ( Alman sosyal -demokrat parti) zorla kabul ettirme sevdasında."

 

Buradan da görülmektedir ki, Engelsin Sosyal-demokratlara sunduğu "zor"a dayalı devrimle, "devletin sönüp gitmesi" teorisi farklı süreçleri anlattıkları için birbirinin yerine geçemez. Ancak sık sık birbirine karıştırılıp bağdaştırıldığını biliyoruz ve hâlâ bağdaştırılmaktadır.

 

Burada öne çıkan, Lenin'in deyimiyle, diyalektiğin yerine, eklektizmin konmasıdır. Lenin, eklektizmin görünürde sürecin bütün yönlerini, gelişim eğilimlerini, çelişik etkilerini hesaba kattığını ama gerçekte ise, toplumsal gelişme sürecine ilişkin bütünlüklü ve devrimci bir anlayış sunmadığını belirtmektedir.

 

Marxizmin kurucularının "zora dayalı devrim" in kaçınılmazlığı öğretisinin burjuva devletle ilgili olduğu açıktır. Burjuva devletin, yerini proleter devlete ( proletarya diktatörlüğü) "sönüp gitme " yoluyla değil, genel kural olarak, ancak "zora dayalı devrim" le bırakabileceğini Engels'ten alıntıladığımız değerlendirmelerden anlamak zor değil. Ancak, dün olduğu gibi, bu gün de, hem de tarihsel gelişmenin de ortaya koyduğu tüm nesnel açıklıklara rağmen, bu gerçeklik ısrarla görmezden geliniyor.

 

"Engels'in 'zora dayalı devrim'e yaptığı ve Marx'ın birçok açıklaması ile uyum içinde olan övgü -der Lenin, Felsefenin Sefaleti ile Komünist Manifestoyu ve Gotha Programının Eleştirisini hatırlatarak- bu övgü, kesinlikle bir "meftuniyet", bir hitabet, bir polemik, bir taşkınlık değildir."

 

Gerçekten de ve Lenin’in de işaret ettiği gibi, Marxizm’in kurucularının tüm öğretisinin temelinde, kitleleri " zora dayalı devrim"e dair bu tür düşüncelerle sistemli olarak eğitmek zorunluluğu yatar.

 

Burjuva devletin yerine proleter devleti geçirmek, "zora dayalı devrim" olmadan kesinlikle olanaksızdır. Proleter devletin ortadan kaldırılması ,yani her türlü devletin ortadan kaldırılması " sönüp gitme" dışında başka bir yoldan imkansızdır.

 

İşte öğretinin özü budur. Ve bu öz, Marx ve Engels'in, her devrimci durumu tek tek inceleyerek, her bir devrimin deneyimlerinin derslerini çözümleyerek ortaya koydukları görüşlerinin billurlaşmış özetini verir.

 

Ancak şimdi bile bu öğretinin özüne oldukça uzak mesafeden bakılmakta ve bunun sonucu olarak da, tümüyle safsata olarak nitelenebilecek zorlama ve tıpkı başta vurgu yaptığım gibi, Hegelvari idealist hayaller pompalanabilmektedir.

 

Burada oportünistlerin ve Hegelvari düşler gören küçük-burjuva reformistlerin görmezden geldiği, ya da unuttuğu, proletaryanın devletinin, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya olması, yani proletarya diktatörlüğü olması şeklindeki tanımdır. Bu tanım, reformizmle kesinlikle bağdaşmayacağı için,"demokrasinin barışçıl gelişimi" ne dair bildik oportünist önyargıları ve küçük-burjuva hayalleri tuzla buz eder.

 

Buna karşın, oportünistler, devrim ve demokrasi ile ilgili olarak emekçi kitlelere, küçük burjuva hayalleri pompalamaktan vazgeçmemişler ve bu gün bile devam eden ardılları ile Marxizm'in devlet öğretisini tahrif etmeyi sürdürmektedirler.

 

Sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü,küçük-burjuva hayalci dünyalarında tasarlayarak, bunu, sömüren sınıfların egemenliğinin, şiddete dayalı devrimle yıkılması olarak değil de, Lenin’in eleştirel ifadesiyle, azınlığın, görevlerinin bilincine varmış çoğunluğa barışçıl biçimde boyun eğmesi olarak tasarlıyorlardı.

 

Yani burjuvazinin her daim sevdiği, sınıflar üstü bir devlet kabulü ile sıkı sıkıya bağlı olan bu küçük-burjuva hayalci yaklaşım, küçük-burjuva sosyalistlerini, pratikte işçi sınıfının çıkarlarına ihanet etmeye götürmüştür.

 

Buna en çarpıcı ve akıllarda kalan örnek, gerçekte küçük-burjuva demokratlarından olan, sözde sosyalist Louis Blanc ve taraftarlarıdır.

 

Keza Blanc, 1848 Şubat devriminden sonra, burjuva hükümete katıldığı gibi, ParisKomünü'nün ilan edildiği 1871 yılında da, Versailles'da, Komün'ün cellâdı olarak anılan Thiers Hükümetinde kalmış, Burjuvazi Komüncüleri ezerken, Blanc, burjuvazi ile proletarya arasında çıkar birliğini vaaz ederek ve elbette üzerinde sosyalist gömlek olduğu için, burjuvaziye hizmet ettiğini göremeyen Fransız halkının, Komünarların ezilmesinde tarafsız kalmasını sağlayarak burjuvaziye yardım etmiştir.

 

 

 

SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET

 

 

 

Marx, sınıf mücadelesi öğretisini, politik iktidar öğretisine, devlet öğretisine kadar geliştirerek, bu küçük-burjuva hayalci sosyalizme karşı mücadelede, bilinçli işçilere ve elbette komünistlere son derece tutarlı bir teorik mücadele kanalı açmıştır. Bilinçli işçiler ve komünistler, bu kanaldan geçerek, Marx'ın devlet ve sosyalist devrim sorununa uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisinin, zorunlu olarak, proletaryanın politik egemenliğinin, onun diktatörlüğünün, yani hiç kimse ile paylaşılmayan ve doğrudan doğruya kitlelerin silahlı zoruna dayanan bir iktidarın tanınmasına varır.

 

Proletarya, devlet erkine, merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor örgütüne, gerek sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek için gereksinim duyar.

 

Devlet öğretisi,yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya öğretisi, Marx'ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm öğretisiyle kopmaz biçimde bağlı olan bu teori, proletaryanın devrimci rolünün taçlandırılmasını proletarya diktatörlüğünün, proletaryanın politik egemenliğinin oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir. Bu öğreti,aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın egemenlik aracı olan örgütün,yani proletarya diktatörlüğünün yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir.

 

Diğer yandan, hatırlanması gerekir ki, Marx'ın öğretisi çoğu kez ve daha çok Marxizm'i tahrif etmek için sınıf mücadelesine indirgenir. Oysa Marx'ın kendi ifadesiyle ve Lenin'in aktarımı ile sınıf mücadelesi öğretisi Marx'tan çok önce ve burjuvazi tarafından yaratılmıştır.

 

Yalnızca sınıf mücadelesini kabul eden biri, henüz burjuva düşüncesinin ve politikasının sınırları içinden çıkamamış demektir. Böyle biri, Marxist değildir. Marxizm'i sınıf mücadelesi öğretisine indirgemek, Marxizmi budamak, onu tahrif etmek, burjuvazi için kabul edilebilir sınıra indirmek demektir. Sadece, sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne kadar genişleten kişi Marxist'tir. Marxizm'i gerçekten anlamış ve kabul etmiş olmanın denek taşı budur.

 

Avrupa tarihine bakıldığında, tüm reformistler ve oportünistler yanında, Kautskycilerin de proletarya diktatörlüğünü reddeden zavallı darkafalılar ve küçük-burjuva demokratları oldukları gözden kaçmaz.

 

Burjuva devletlerin biçimleri son derece çeşitlidir ama özleri birdir. Tüm bu devletler, şu, ya da bu tarzda, fakat son tahlilde mutlaka burjuvazinin bir diktatörlüğüdür. Kapitalizmden komünizme geçiş de, muazzam bir politik biçimler bolluk ve çeşitliliğini gösterecektir, fakat özü mutlaka aynı kalacaktır; Proletarya diktatörlüğü.

 

Marx'ın Paris Komünü'nden kısa bir süre önce, 1870’in son aylarında, Parisli işçileri uyararak, hükümeti devirme girişiminin umutsuz bir budalalık olacağını ifade ettiği bilinir. Lenin, "Ve bu söylediği, Komün'ün sonucu itibarıyla kanıtlanmıştır. Ancak 1871 Mart'ında işçilere savaştan başka bir seçenek bırakılmadığında, işçiler burjuvazinin savaş dayatmasını kabul edip, ayaklanma bir olgu haline geldiğinde, uğursuz işaretlere rağmen Marx, Kasım 1905’de işçi ve köylüleri mücadeleye teşvik ruhuyla yazan ve Aralık 1905’ten sonra liberal örneğe uygun olarak, "silaha sarılmamak gerekirdi" diye yaygara koparan Marxizm'in Rus döneği Plehanov gibi yapmadı ve proleter devrimi, en büyük coşkuyla selamladı" derken, son derece somut ve önemli bir gerçekliğe dikkat çekiyordu.

 

Buna karşın Marx, kendi ifadesiyle "gökyüzünü fethetmeye " kalkan Komünarların kahramanlığına hayran olmakla yetinmedi, aynı zamanda ayaklanma hedefine ulaşmamış olmasına rağmen, devrimci kitle hareketinde muazzam önemde bir tarihsel girişim, proleter dünya devriminde ileriye doğru belli bir adım olarak görüyordu. Ve bu girişimi tahlil etmeyi bir görev olarak önüne koydu.

 

 

 

HAZIR DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE

 

Marx ve Engels birlikte imzaladıkları Komünist Manifesto’nun 24 Haziran 1872 tarihli son önsözünde Manifestonun yer yer eskidiğini açıklıyorlardı.

 

"Özellikle Komün,'işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını basitçe ele geçirip, onu kendi amaçları için harekete geçiremeyeceğini' kanıtlamıştır."

 

Böylece Marx ve Engels, Paris Komünü'nün asıl ve temel dersine tek başına öylesine büyük bir önem biçtiler ki, onu özsel bir düzeltme olarak Komünist Manifestoya eklediler.

 

Ancak bu düzeltme ile kaydettikleri sonucun anlamı tam olarak anlaşılamamıştı. Hâlâ da anlaşıldığını sanmıyorum. Üstelik Marx ve Engels'in burada iktidarı ele geçirmenin tersine, tedrici gelişim düşüncesini vurguladıkları sonucu çıkarıldı.

 

Oysa Marx'ın düşüncesi, proletaryanın "hazır devlet mekanizmasını" parçalamak, yok etmek zorunda olduğu ve kendisini sadece onu ele geçirmekle sınırlayamayacağı yönünde idi.

 

Kugelmann'a 12 Nisan 1871 de yani tam Komün sırasında yazdığı bir mektupta Marx şöyle yazıyordu; " 18. Brumaire'imin son bölümüne bakarsan, Fransız devriminin bir girişimi olarak, artık şimdiye kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmeyi değil, bilakis onu paramparça etmeyi ifade ettiğimi göreceksin ve bu kıtadaki her gerçek halk devriminin ön koşuludur. Kahraman Parisli parti yoldaşlarımızın girişimi de budur."

 

İşte anlamak istenmeyen ve Marx'ın tahrifinde kullanılan düzeltmenin anlamı budur. " Hazır devlet mekanizmasının paramparça edilmesi, her gerçek halk devriminin ön koşuludur."

 

Diğer yandan, Lenin'in ifadesiyle Marx'ın ağzında tuhaf kaçan "halk" devrimi kavramı var ve bu, Plehanovcuların, Menşeviklerin yanında, onların şimdiki ardıllarının Marx'izmi karikatür haline getirmelerine olanak vermiş olabilir.

 

Ancak Marx'ın bu olağanüstü derin ifadesi özel bir dikkatle incelendiğinde ortada pek de Plehanovcuları sevindirecek bir tuhaflık olmadığı görülüyor.

 

İnceleme Lenin'den geliyor; "Gerek Portekiz devriminin gerekse Türk devriminin burjuva devrimler olarak kabul edilmesi gerektiğini vurgulayan Lenin, her ikisinin de bir "halk" devrimi olmadığını ifade ediyordu. Buna karşılık 1905 ve 1917 burjuva devrimlerinin gerçek bir halk devrimi olduğunu söylüyordu. "Çünkü - diyordu - halk kitlesi, onun çoğunluğu, toplumun köleleştirilmiş ve sömürülen en alt katmanları bağımsız olarak ayaklandılar, devrimin tüm seyrine kendi taleplerinin, yıkılacak olan eskinin yerine kendi tarzlarında yeni bir toplum kurma yönünde kendi girişimlerinin damgasını vurdular." diyen Lenin, şöyle devam ediyordu,"1871 yılı Avrupa'sında kıta üzerinde proletarya hiçbir ülkede halkın çoğunluğunu oluşturmadı" Lenin bunu hatırlatıyor ve "halkın çoğunluğunu hareketin içine çeken bir 'halk' devriminin ancak, hem proletaryayı hem de köylülüğü kapsadığında böyle bir 'halk' devrimi olabileceğini" belirtiyordu. Lenin'e göre, bu iki sınıf o zaman 'halk' ı oluşturuyordu. Lenin, "Her iki sınıfın ortak yanı, 'bürokratik-askeri devlet mekanizması' tarafından köleleştirilmeleri, ezilmeleri ve sömürülmeleridir." diyordu.

 

"Bu mekanizmayı paramparça etmek ; 'halk'ın, onun çoğunluğunun, işçilerin ve köylülüğün büyük bölümünün gerçek çıkarı burada yatar" diyen Lenin ,"en yoksul köylülerin proletaryayla özgür ittifakının 'ön koşulu'nun bu olduğunu ve böyle bir ittifak olmadan demokrasinin kalıcı olmayacağını ve sosyalist dönüşümün olanaksız olduğunu" vurguluyordu.

 

Devlet mekanizmasının "parçalanması"nın, hem işçilerin hem de köylülerin çıkarları doğrultusunda zorunlu olduğunu, onları birleştirdiğini, onların önüne "parazitleri" bertaraf etme ve yerine yeni bir şey koyma ortak görevini saptayan Marx, 1847 de Komünist Manifesto'da, burjuva devletin yerine "egemen sınıf olarak proletaryanın örgütünü" , "demokrasinin mücadeleyle elde edilmesini " koyarken, bunun hangi somut biçimler alacağını, bu örgütün mümkün olduğunca tam ve tutarlı "demokrasinin mücadeleyle elde edilmesi"yle hangi tarzda birleşeceği sorusuna yanıtı, kitle hareketinin deneyimlerine bırakıyordu.

 

Bu deneyimlerin, Marx'ın "Fransa'da İç Savaş" eserinde titizlikle tahlil ettiği Komün'ün deneyimleri olduğunu hepimiz biliyoruz .

 

Bu eserinde,19. yüzyılda gelişen, "her yerde hazır ve nazır organları; daimi ordu, polis, bürokrasi, din adamları, hakimleri ile merkezileşmiş devlet iktidarı"ndan söz eden Marx, "devlet erkinin, gittikçe daha fazla, işçi sınıfını ezmek için bir kamu erki, bir sınıf egemenliği mekanizması karakterini aldığını " vurguluyor ve "Sınıf mücadelesinde bir ilerlemeyi gösteren her devrimden sonra, devlet iktidarının salt baskıcı karakterinin gittikçe daha açık ortaya çıktığını" ekliyordu.

 

Tahliline devam eden Marx, " Komün'ü imparatorluğun tam karşısına" koyuyor ve "Komün, sınıf egemenliğinin sadece monarşist biçimini değil, aynı zamanda bizzat sınıf egemenliğini ortadan kaldıracak olan cumhuriyetin, özgül biçimiydi..." diyordu.

 

Marx, sınıf egemenliğinin bu özgül biçiminin ilk işaretlerini , "...Komün'ün ilk kararnamesinin, daimi ordunun bastırılması ve yerine silahlı bir halkın konması olduğunu " ifade ederek veriyordu.

 

" Komün- diyordu Marx – Paris’in çeşitli semtlerinde genel oy hakkıyla seçilmiş belediye meclislerinden oluşuyordu. Çoğunluğu doğal olarak işçilerden ya da işçi sınıfının herkesçe tanınan temsilcilerinden oluşan bu meclisler, sorumlu idiler ve her an görevden alınabilirlerdi. O zamana kadar hükümetin aleti olan polis, tüm politik niteliklerinden arındırıldı ve bütün diğer yönetim dallarındaki memurların olduğu gibi, Komün'ün sorumlu ve her an görevden alınabilir aletine dönüştürüldü. "

 

Lenin bunu, "parçalanan devlet mekanizmasının yerine Komün tarafından görünürde 'sadece' daha tam bir demokrasi geçirilmesi; daimi ordunun ortadan kaldırılması, istisnasız tüm memurların seçilebilirliği ve görevden alınabilirliği" olarak açıklıyordu. "Ne var ki -diyordu - gerçekte bu 'sadece', belli kurumlarla, prensip itibarıyla başka kurumların dev ölçekte bir yer değiştirmesi anlamına gelir. Düşünülebilecek en büyük tamlık ve tutarlılıkla uygulanan böyle bir demokrasi, burjuva demokrasisinden proleter demokrasiye dönüşür. Devletten aslında artık devlet olmayan bir şeye dönüşür."

 

Ancak burjuvaziyi ve onun direnişini bastırmanın hâlâ gerekli olduğuna dikkat çeken Lenin, Komün için bunun özellikle gerekli olduğunu ama tam da bu nedenle, yani bunu yeterince kararlılıkla yapmamış olduğu için yenildiğinin altını çizerek, burada "ezen organ"ın artık, azınlık değil, halkın çoğunluğu olduğunu ve bizzat halkın çoğunluğu, kendisini ezenleri ezmeye başladıysa, o zaman artık ' özel bir baskı erki'nin gerekli olmadığını; bu anlamda devletin sönüp gitmeye başladığını ekliyordu.

 

Ayrıcalıklı bir azınlığın özel kurumları yerine, çoğunluk bunu bizzat kendisi doğrudan yapabilirdi ve tüm halk, devlet iktidarının fonksiyonlarının uygulanmasına ne kadar çok katılırsa, bu iktidara gereksinimi de o kadar azalırdı.

 

Komün'ü tahlil etmeyi sürdüren Marx, "Komün, parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olacaktı..." diyerek, şöyle devam ediyordu, " Üç ya da altı yılda bir, hâkim sınıfın hangi üyesinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek yerine, genel oy hakkı, Komünlerde kurumlaşan halka hizmet edecekti, tıpkı bireysel seçim hakkının, tüm diğer işverenlere, kendi işyerinde işçi, ustabaşı ve muhasebeci seçmesine hizmet etmesi gibi."

 

Marx'ın, Buradaki parlamentarizmi eleştirisine dikkat çeken Lenin, oportünistlerin, işadamı sosyalistlerin, parlamentarizmin eleştirisini tümüyle anarşistlere bıraktıklarını ve bu kurnazlıkla, parlamentarizmin her türlü eleştirisine ,"anarşizm" diyerek karşı çıktıklarını hatırlatır.

 

Diyalektiğin, Marx için oportünistlerin boş bir moda sözcük haline getirdiği bir şey olmadığını vurgulayan Lenin, Marx'ın, özellikle devrimci durumun olmadığı koşullarda burjuva parlamentarizminin 'ahırı'ndan dahi yararlanmayı bilmeyen anarşizmle ilişkiyi acımasızca koparmayı bildiğini ama aynı zamanda parlamentarizmin gerçekten devrimci-proleter bir eleştirisini yapmayı da bildiğini hatırlatıyor ve ekleyerek, birkaç yılda bir, egemen sınıfın hangi temsilcisinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermenin, sadece parlamenter - meşruti monarşilerde değil, aksine en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü olduğunu söylüyordu.

 

Lenin, diğer yandan parlamentarizmden çıkış yolu nerede kalır ve onsuz nasıl yapılabilir? sorusunu ortaya atarak, bunun, yani parlamentarizmden çıkış yolunun, temsili organların ve seçilebilirliğin ortadan kaldırılmasında olmadığını, aksine temsili organların laklakhanelerden “çalışma" organlarına dönüşütürülmesinde olduğunu belirtiyor ve böylece Komün'ün parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olmasına vurgu yapıyordu.

 

"Burjuva toplumun satılık ve çürük parlamentarizminin yerine, Komün, yargı ve tartışma özgürlüğünün bir aldatmacayla yozlaşmadığı organlar koyar, çünkü parlamenterler, kendileri çalışmak, yasaları kendileri uygulamak, uygulama sonucunda ortaya ne çıktığını kendileri kontrol etmek, seçmenleri önünde sorumluluğu kendileri taşımak zorundadırlar. Temsili organlar kalır, fakat özel bir sistem olarak, yasama ve yürütme faaliyetinin ayrılması olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı bir konum olarak parlamentarizm burada yoktur.

 

Temsili organlar olmadan bir demokrasiyi düşünemeyiz; eğer burjuva toplumun eleştirisi bizim için boş bir laf olmayacaksa, burjuvazinin egemenliğini devirme çabası, Menşeviklerde ve sosyal-devrimcilerde söz konusu olduğu gibi, işçi oylarını kapmak için bir "seçim" lafı değil de, içten ve ciddi olacaksa, demokrasiyi parlamentarizm olmadan düşünebiliriz ve düşünmek zorundayız."

 

Böyle diyordu Lenin ve açıktır ki, Lenin'in, Marx'ın Komün deneyiminden çıkardığı ve devlet teorisine içerdiği derslerle, bu dersleri derinlemesine inceleyip, çıkardığı sonuçları Ekim devrimine uygulaması sırasında ortaya koyduğu çözümlemeler son derece zengin derslerle yüklüdür.

 

Ancak dün de, bu gün de, ne Marx'ın, ne de Lenin'in ve ne de Devlet öğretisi ile ilgili Engels'in çözümlemeleri yeterince dikkatlice ve derinlemesine ele alınmıştır. Aksine ve bu ele alınmadaki yetersizlik nedeniyle, hem ne kadar küçük-burjuva reformist, işçi sınıfının içindeki hain oportünist varsa Marxizm'i tahrif etmesi kolaylaşmış, hem de Marxizm'in kurucularının çözümlemeleri yerine, bu sahte Marxist'lerin çarpıtmalarına inandırmak kolaylaştırılmıştır.

 

Marxizm'e içerden savaş açanlar yanında, cepheden saldıranların da amacı, öncelikle sermayenin en gözde ideolojik silahları olmaktır.

 

Bu temelde, içerden saldıran Marxizm düşmanları ile cepheden saldıran Marxizm düşmanlarının ortak noktası, bir taraftan Marxizmi gözden düşürerek ve geçerliliğini yitirdiğini, hatta baştan beri yanlış temelde teori ürettiğini göstermeye çalışırlarken, diğer taraftan, Marxizmde sermaye için kabul edilebilir olanları alıp, kabul edilemezleri de, sermaye için kabul edilebilir forma sokmak için çalışmaktır.

 

 

 

YENİ TOPLUM ÜTOPYADAN MI TOPLUMUN TARİHSEL GELİŞİMİNİN BİR ÜRÜNÜ OLARAK MI ORTAYA ÇIKAR?

 

 

 

Marx'ta, yeni toplumu kafadan uydurmak, yoktan var etmek anlamında bir ütopik yaklaşım yoktur. Aksine Marx, eski toplumun bağrından yeni toplumun doğuşunu, bir doğa tarihi süreci gibi, birincisinden ikincisine geçiş biçimlerini inceler.Bu incelemeler sırasında, proleter kitle hareketlerinin gerçek deneyimlerine bağlı kalan Marx, ondan dersler çıkartır.

 

Bürokrasiyi her yerde aniden ve tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bu, bir ütopyadır. Fakat eski bürokratik mekanizmayı derhal parçalamak ve derhal, yavaş yavaş her türlü bürokrasiyi gereksiz hale getiren ve ortadan kaldıran yeni bir mekanizmanın inşasına başlamak ütopya değildir. Bu, Komün'ün deneyimidir ve bu, devrimci proletaryanın doğrudan, dolaysız görevidir.

 

Sosyalizm,"devlet" yönetiminin fonksiyonlarını basitleştirir. "Buyrukçuluğu" ortadan kaldırmayı ve tüm meseleyi, tüm toplum adına " işçi, ustabaşı, muhasebeciyi" egemen sınıf olarak işe alan proleterlerin örgütüne indirgemeyi mümkün kılar.

 

Marx gibi, bizim de ütopyacı olmadığımızı söylememe gerek yok ama Lenin'in ifadesiyle aniden, herhangi bir yönetim olmadan, herhangi bir tâbiyet olmadan devletin "sönüp gideceği" düşü görmediğimizi hatırlatmak görevimizdir.

 

Proletarya diktatörlüğünün yadsınmasına götüren öylesi düşler, anarşizmin düşleridir ve Marxizm'in özüne yabancıdır. Bu düş, sosyalizmi, insanların başkalaşmış olacağı bir zamana ertelemeye hizmet eder. Oysa sosyalistlerin böyle bir ertelemeye niyetleri de, izinleri de yoktur. Sosyalist devrim, şimdiki insanlarla, tâbiyet olmadan, denetim olmadan, ustabaşı ve muhasebeciler olmadan yapamayacak insanlarla gerçekleştirilecektir.

 

Ancak burada tâbi olunması gerekenin, tüm sömürülenlerin ve emekçilerin silahlı öncüsü olduğunu, proletarya olduğunu hatırlatmam gerekmektedir. Bunun pratikteki anlamı ise, devlet memurlarının özgül "buyrukçuluğu"nun yerine derhal, bugünden yarına, "ustabaşı ve muhasebecilerin" basit fonksiyonları, genelde bu günkü düzeylerle bile kesinlikle başa çıkılabilecek ve bir işçi ücreti karşılığında yerine getirilebilecek olan fonksiyonların konulmasıdır.

 

Lenin, "Biz işçiler, kapitalizmin hâlihazırda yaratmış olduğu şeylerden yola çıkarak, silahlı işçilerin devlet erki tarafından korunacak olan katı, demirden bir disiplin yaratarak, kendi iş deneyimimize dayanarak, büyük üretimi kendimiz örgütleyelim" diyordu ve devam ederek, devlet memurlarını bizim verdiğimiz görevlerin basit birer uygulayıcısı, sorumlu, görevden alınabilir, mütevâzi bir ücret alan "ustabaşı ve muhasebeci" haline getirelim diye ekliyordu. "Bunun proleter bir görev olduğunu, proleter devrimi uygulamaya bununla başlanabileceğini ve başlanmalı olduğunu" vurgulayan Lenin, "büyük çaplı üretim temelinde böyle bir başlangıç, kendiliğinden her türlü bürokrasinin tedricen 'sönüp gitmesi'ne, yavaş yavaş, ücretli kölelikle hiç ilgisi bulunmayan, tırnak içinde olmayan bir düzenin yaratılmasına, gittikçe basitleşen gözetim ve muhasebe fonksiyonlarının sırayla herkes tarafından yapıldığı, sonra alışkanlık haline geldiği ve sonunda özel bir insan kategorisinin özel fonksiyonları olarak ortadan kalktığı bir düzenin yaratılmasına götürür" diyor ve 19.yüzyılın yetmişli yıllarından zeki bir Alman sosyal-demokratının, "posta"yı, sosyalist bir ekonominin örneği olarak nitelemesini örnek olarak öne çıkartarak, "posta"nın, devlet kapitalisti tekel tipi üzere örgütlenmiş bir işletme olduğunu vurguluyor ve emperyalizmin tüm tröstleri bu tipte örgütlere dönüştürüldüğüne işaret ediyordu.

 

İşte burada, aç "sıradan" emekçiler üzerinde duran aynı bürokrasinin varlığı öne çıkar, yani toplumsal iktisadın sevk ve idare mekanizmasının hazır ve nazır olarak varlığı öne çıkar. Kapitalistler devrildiğinde, proletarya tarafından kapitalistlerin direnişi kırıldığında, modern devletin bürokratik mekanizması parçalandığında, önümüzde asalaklardan kurtarılmış, teknik açıdan mükemmel bir mekanizma vardır.

 

Proletarya bu mekanizmayı, teknisyenleri, denetçileri, muhasebecileri işe alarak ve onların hepsine işlerini genelde tüm devlet memurları gibi, işçi ücreti karşılığında yaptırarak pekâlâ işletebilir. Emekçileri sömürüden kurtaran ve Komün'ün pratikte, özellikle de devletin inşası alanında, artık edinmeye başlamış olduğu deneyimleri değerlendiren, tüm tröstler karşısında somut, pratik, derhal uygulanabilir görev budur.

 

Bu görevin bir adım sonrasındaki hedef ise, tüm ulusal ekonomiyi, posta örneğindeki gibi örgütlemektir; yani iktidarı ele alan proletaryanın denetimi ve yönetimi altında bulunan teknisyen, gözetmen, muhasebeci ve tüm memurların, işçi ücretini geçmeyen bir ücretle çalıştıkları biçimde örgütlemektir.

 

Gereksinim duyulan devlet, devletin ekonomik temeli budur. Bu, parlamentarizmin ortadan kaldırılmasını ve temsili organların korunmasını sağlayacaktır. Bu, çalışan sınıfları, bu kurumların burjuvazi tarafından fahişeleştirilmesinden kurtaracaktır.

 

Bu ifadelerin hepsi Lenin'e aittir ve Marx ve Engels'in devlet öğretisine dayandırarak ortaya koyduğu sözleridir ama Marx'ın ve Engels'in olduğu gibi, Lenin'in bu sözleri de oportünistlerin, Marxizm'in düşmanlarının hiç aklına gelmez. Marx ve Engels’in ve elbette onları izleyen Lenin’in, Marxizm'in kurucularının yaşadığı Fransız büyük devriminden çıkardıkları sonuçların ifadesi olan on yıllarca önce söylenmiş sözlerinin, tıpkı Ekim devrimi öncesi unutulduğu gibi, bu gün de hatırlanmaması ve hatırlanmasının engellenmesi için özel çaba harcanması dikkat çekicidir. Öyleyse, Lenin'in deyişiyle arkeolojik kazı yapar misli bu ifadeleri bulup, geniş kitlelerin bilincine çıkarmak, hatırlamaktan ölümüne korkanlara bile hatırlatmak da en devrimci işlerimiz arasındadır.

 

 

 

DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİLİK Mİ FEDERALİZM Mİ?

 

 

 

Marx'ın, merkezi bir hükümet için hâlâ geride kalan az sayıdaki fakat önemli fonksiyonun, kasıtlı olarak tahrif edildiği gibi, ortadan kaldırılmayacağını, aksine bu fonksiyonların Komün memurlarına, yani kesin sorumlu memurlara devredileceğini vurgulayan ve ulusal birliğin parçalanmayacak olduğuna, tam tersine Komün yönetimi tarafından örgütlenecek olduğuna; kendisini bu örgütlenmenin cisimleşmesi imiş gibi gösteren, fakat bedeninde asalak bir kamburdan başka bir şey olmadığı ulus karşısında bağımsız ve üstün olmak isteyen devlet erkinin yok edilmesiyle ulusal birliğin bir gerçeklik haline gelecek olduğuna ve eski hükümet erkinin salt baskıcı organlarını budamak gerekirken, onun meşru fonksiyonlarının, toplumun üstünde olma hakkı talep eden erkin elinden alınıp, toplumun sorumlu hizmetçilerine geri verilecek olduğuna işaret eden sözleri de oportünsitler tarafından hiç anlaşılmamıştır.

 

Ünlü revizyonist Bernstein, Marx'ın bu sözlerine dayanarak, Proudhon'un federalizmi ile büyük benzerlikler gösteren bir programın geliştirildiğini yazıyordu.

 

"Demokrasinin birinci işinin - diyordu Bernstein- modern devleti dağıtmak ve dolayısıyla böylece, onun örgütlenmesini, Marx'la Proudhon'un tarif ettiği gibi ( komün delegelerinden bileşecek olan il veya bölge meclisleri delegelerinden ulusal meclisin oluşumu) ulusal temsilin şimdiye kadar ki biçimleri ortadan kalkacak biçimde tamamen değiştirmek olması gerektiği bana elbette kuşkulu görünüyor."

 

Oysa Marx'ın buradaki , "devlet iktidarını yok etmeye" dair görüşü ile, merkeziyetçiliğe karşı federalizmden değil, aksine eski, burjuva ülkelerde var olan devlet mekanizmasının parçalanmasından söz ettiği apaçık ortadadır ama bu, oportünistlerce görülmediği gibi, bay Bernstein'in de görüş alanında değildir. Çünkü böylece, Marx'ın, asalak-ur olarak nitelendirdiği devlet iktidarını yok etmeye dair görüşlerini Proudhon'un federalizmi ile aynı kefeye koyması kolaylaşacaktır.

 

Sadece Bernstein mi? Kautsky de, Plehanov da, Bernstein'i birçok konuda çürüttüğü halde, Marx'ın bu şekildeki tahrifi konusunda sessiz kalarak, Bernstein ile aynı yerde buluşmuştur.

 

Oportünistlerin Marx'ın dediklerini görmezden gelip, ona federalizm atfetmelerine ve anarşizmin kurucusu Proudhon ile aynı kefeye koymalarına karşın, Marx'ın Komün'ün deneyimleri üzerine aktarılan anlatımlarında federalizmin izi bile yoktur. Tam tersine Marx, Proudhon ile de, Bakunin ile de, proletarya diktatörlüğü bir yana, federalizm sorununda ayrılır. Oysa anarşizmin küçük-burjuva görüşlerinden prensip olarak federalizm doğar. Marx ise merkeziyetçidir. Ve Marx’ın, Bernstein'in Proudhon'un federalizmi ile benzeştirdiği sözlerinde merkeziyetçilikten hiçbir sapma yoktur.

 

Lenin, "Yalnızca devlete küçük-burjuva ' batıl inanç'la dolu olan kişiler burjuva devlet mekanizmasının yok edilmesini merkeziyetçiliğin yok edilmesi sayabilirler" dedikten sonra,"Peki, proletarya ve en yoksul köylülük devlet erkini eline alıp, tamamen özgür bir şekilde komünlerde örgütlenir ve bu komünlerin faaliyetini sermayeye karşı ortak darbeler için, kapitalistlerin direnişini kırmak için, demiryolları, fabrikalar ve toprakta özel mülkiyetin tüm ulusa, tüm topluma geçirilmesi için birleştirirlerse, bu merkeziyetçilik olmayacak mıdır.? Üstelik hem de proleter merkeziyetçilik ?" sorusunu sorarak, oportünistlerin küçük-burjuva dar kafalılığını ortaya koymuş oluyordu. Oportünistlere göre merkeziyetçilik, yalnızca yukarıdan, yalnızca memurlar ve askerler tarafından zorla kabul ettirilebilecek ve korunabilecek bir şeydir.

 

Marx, Komün'ün ulusun birliğini bozmak, merkezi hükümeti ortadan kaldırmak istediği suçlamasına karşı merkeziyetçiliği, yani hedef bilinçli, demokratik, proleter merkeziyetçiliği, burjuva, askeri, bürokratik merkeziyetçiliğin karşısına koymak için kasten "ulusun birliğini örgütlemek" ten söz ediyordu.

 

Marx'ın Proudhon'la çakıştığı nokta ise, Proudhon her ne kadar tarihini şaşırmış olsa da, her ikisinin de burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasından yana olmalarıdır. Oportünistler ise tam da bu noktada Marx'tan uzaklaşmışlardır ve bu çakışmayı görmek istemezler.

 

"Yeni tarihsel oluşumların, bir ölçüde benzerlik gösterdikleri daha eski ve hatta ölü biçimlerin eşi olarak görülmelerinin, genellikle yazgıları" olduğunu hatırlatan Marx, "Böylece” der “modern devlet iktidarını parçalayan bu yeni Komün, ortaçağ İtalya’sındaki ve Fransa’sındaki vatandaşların kendi kendilerini yönetme hakkına sahip belediyeleri olan komünlerinin yeniden canlandırılması olarak...Montesquieu'nun ve Jirondenler'in düşlediği gibi, küçük devletlerin bir birliği olarak...Aşırı merkezileşmeye karşı eski mücadelenin abartılı bir biçimi olarak görüldü."

 

Marx'a göre " Komünal yapılanma, tersine, toplumdan beslenen ve onun özgür hareketini engelleyen asalak-ur 'devlet'in yiyip bitirdiği tüm güçleri toplumsal bünyeye geri vermiş olurdu. Bu, bir tek eylemle Fransa'nın yeniden doğuşunu başlatmış olurdu..."

 

İşte oportünistlerin devlet öğretisine saldırılarına karşı, bir arkeolog titizliğinde bulup bilince çıkartmamız gereken ve oportünistlerin hatırlamaktan uzak olduğu ve hatırlanmasını istemediği ifadeler bunlardır.

 

Oportünistler, dün de, bu gün de, parlamenter -demokratik devletin burjuva politik biçimlerini aşılamayacak sınır olarak almakta ve bu biçimleri parçalama yönündeki her türlü girişimi anarşizm olarak göstermektedirler.

 

Marx, devletin nasıl ki, verili zamanda ortaya çıkması bir zorunluluk idiyse, ortadan kalkmasının da bir zorunluluk olduğunu ve ortadan kalkmasının geçiş biçiminin "egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya" olacağı sonucunu, sosyalizmin ve politik mücadelenin tüm tarihinden çıkarmıştı.

 

Marx'ın devlet öğretisi, son derece kapsamlı ve uzun tarihsel sürecin incelenmesi ile ortaya çıkmış ve Lenin’in adına yazılan Ekim devrimi ve Sovyet sosyalizmi deneyimlerinin Marx'ın öğretisini doğrulayan katkısı ile daha bir vücut bulmuştur.

 

Paris Komün'ü, Marx'ın devlet öğretisinde bir kilometre taşıdır. Komün, proleter devrimin burjuva devlet mekanizmasını ilk parçalama girişimi olarak ve parçalananın yerine konabilecek ve konmak zorunda olan, Lenin’in ifadesiyle, "nihayet keşfedilmiş" bir politik biçimdir.

 

 

 

ANARŞİSTLERLE POLEMİK VE MERKEZİYETÇİ DEMOKRATİK- CUMHURİYET Mİ, FEDERATİF CUMHURİYET Mİ?

 

 

 

Marx ve Engels, devlet sorununda anarşistlerle de polemiğe girmişler ve onları çürütmüşlerdir.

 

"İşçi sınıfının politk mücadelesinin devrimci biçimler almasıyla işçiler, burjuvazinin diktatörlüğü yerine kendi devrimci diktatörlüklerini koyarlarsa, o zaman ilkelere hakaret korkunç suçunu işlemiş olurlar,çünkü sefil dünyevi günlük gereksinimlerini karşılamak için ,burjuvazinin direnişini kırmak için silahları bırakıp, devletiortadan kaldırmak yerine, devlete devrimci ve geçici bir biçim verirler ."

 

derken Marx, anarşistlerle, onların politikayı yadsıması ile alay ederek, onların, işçilerin örgütlü zordan, yani burjuvazinin direnişini kırmaya hizmet edecek olan devletten vazgeçmeleri gerektiği yollu görüşlerini çürütüyor ve devletin, sınıfların ortadan kaybolmasıyla kaybolacağına veya sınıfların ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağına işaret etmiş oluyordu.

 

Marx'a göre, hedef olarak devletin ortadan kaldırılması sorununda anarşistlerden ayrılınmıyordu. Marx'a göre, bu hedefe ulaşmak için, sömürücülere karşı devlet erkinin organlarından, araçlarından, yöntemlerinden geçici olarak yararlanmak gerekli idi. İşte anarşistlerden ayrılan nokta burasıdır.

 

Marx, anarşistlerle polemiğe giriştiğinde, sorunu en açık biçimde ortaya koyuyor ve işçiler kapitalist boyunduruğundan kurtulduklarında, "silahları bırakmalı mıdır yoksa kapitalistlerin direnişinikırmakiçin bu silahları onlara karşı mı kullanmalıdır? diye soruyodu. Bunun ise devletin "geçici biçimi"nden başka bir şey olmadığını vurguluyordu.

 

Engels de aynı düşünceleri açımlarken, kendilerine anti-otoriterler diyen Proudhoncu lardaki düşünce karışıklığı ile alay ederek; bir fabrikanın, bir demiryolunun, açık denizdeki bir geminin ele alınmasını istiyor ve belli bir tâbiyet olmadan, yani belli bir otorite ya da iktidar olmadan, makinelerin kullanımına ve birçok kişinin planlı işbirliğine dayanan bu karmaşık teknik işletmelerin hiçbirinin işlemesinin mümkün olmadığını ortaya koyuyordu. Ve bu gerekçeleri en hiddetli anti-otoriterlerin önüne koyduğunda, yalnızca şu yanıtı verdiklerini; " Ah! bu doğru ama burada söz konusu olan delegelere verdiğimiz otorite değil, aksine bir görevdir." dediklerini ve "bu insanların, adını değiştirerek bir şeyi değiştirebileceklerine inandıklarını " hatırlatıyordu.

 

Böylece otorite ve otonominin göreceli kavramlar olduğunu ve etki alanlarının toplumsal gelişimin çeşitli aşamalarıyla birlikte değiştiğini, onları mutlak saymanın saçma olduğunu ortaya koyduktan sonra, devlet sorununa geçerek, "Eğer” diyor Engels “otonomistler, geleceğin sosyal örgütünün otoriteye yalnızca, üretim ilişkilerinin kaçınılmaz olarak çizdiği sınır dahilinde izin vereceğini söylemekle yetinselerdi, onlarla anlaşılabilirdi; fakat onlar, otoriteyi gerekli kılan tüm gerçekler karşısında kördürler ve bu sözcüğe karşı tutkuyla mücadele ederler."

 

Engels, daha sonra, anti-otoriterlerin seslerini politik otoriteye karşı, devlete karşı yükseltmekle neden yetinmediklerini sorarak; Tüm sosyalistlerin, devletin ve onunla birlikte politik otoritenin gelecekteki sosyal devrimin sonucunda ortadan kaybolacağında; yani kamu işlevlerinin politik karakterlerini yitireceği ve sosyal çıkarları denetleyen basit yönetsel işlevlere dönüşeceğinde anlaştıklarını hatırlatarak; Anti-otoriterlerin, politik devletin, onu üretmiş olan sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istediklerini; sosyal devrimin ilk eyleminin otoritenin ortadan kaldırılması olması gerektiğini talep ettiklerini belirtiyordu.

 

Engels, bu baylar hiç devrim gördüler mi acaba? diye sonraki bir devrimin, hiç kuşkusuz, olabilecek en otoriter şey olduğunu ve nüfuzun bir kesiminin iradesini diğer kesime tüfek, süngü ve toplarla dayattığı bir eylem olduğunu ve bunların hepsinin pek otoriter araçlar olduğunu vurguluyor; zafer kazanan partinin, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla savunmak zorunda olduğunu söylüyordu. Burada Paris Komününe gönderme yaparak, eğer Komün, burjuvaziye karşı silahlı bir halkın otoritesini kullanmamış olsaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi diye ve tersine onu bu otoriteden çok az yararlandığı için kınayamaz mıyız diye soruyordu. Buradan hareketle de, anti-otoriterlerin sadece gericiliğe hizmet ettiklerine işaret ediyordu.

 

Engels, anarşistlerin devletin ortadan kaldırılması konusundaki düşüncelerinin karışık ve devrimci olmadığını ifade ederken, anarşistlerin devrimi, doğuşu ve gelişimi içinde, zorla, otoriteyle, erkle, devletle bağıntılı özgül görevleri içinde görmek istemediklerini gösteriyordu.

 

Komün deneyimi, yani Komünün kanlı bir biçimde bastırılmasındaki nedenler boylu boyunca ortada dururken, Komünün, devletin devrimci erkinden, yani silahlı, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadan daha fazla yararlanması gerekmez miydi? sorusuna anarşistlerin somut cevap veremeyip, hâlâ her türlü otoriteye karşı olmaları bir yana, politik devletin, onu üretmiş olan sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istediklerini; sosyal devrimin ilk eyleminin otoritenin ortadan kaldırılması olması gerektiğini talep etmelerini anlamak zordur.

 

Engels, Bebel'e yazdığı bir mektubunda, Gotha Programı taslağında yazılı olan "özgür devlet"e değinerek,"özgür halkçı devletin, özgür devlet şeklini aldığını" vurgulayarak ; "bu terimlerin gramer anlamına göre, özgür bir devlet, kendi vatandaşlarına kaşı özgür olan devlettir, yani despotik bir hükümeti olan devlettir. " diyor ve "devlet üzerine bu tür gevezeliklerden, özellikle tam bir devlet olamamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra, vaz geçilmesi gerektiğini" söylüyordu.

 

Böylece, Komün'ün artık nüfusun çoğunluğunu değil, azınlığını, yani sömürücüleri, baskı altında tutması gerektiği ölçüde, bir devlet olmaktan çıktığını; burjuva devlet mekanizmasının onun tarafından parçalandığını; özel bir baskı erki yerine, halkın bizzat kendisinin sahneye çıktığını anlatıyordu. Bütün bunların asıl anlamları ile devletten sapmayı anlattığı açıktır.

 

Burada sorular şöyledir, Eğer Komün sağlamlaşsaydı, içindeki devlet izleri kendiliğinden sönüp gider miydi? Kendi kurumlarını ortadan kaldırmasına gerek kalır mıydı? Yoksa artık yapacakları bir şey kalmadığı ölçüde işlevlerini yitirirler miydi?

 

Ve bu soruların cevabı net olduğu ölçüde, anarşistlerin kafasındaki karışıklığın kalıcı ve artıyor olması oldukça öğreticidir.

 

Aynı mektupta Engels,"daha Marx'ın Proudhon'a karşı yazdığı, Felsefenin Sefaleti adlı kitabından beri ve sonra da Komünist Parti Manifestosunda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına rağmen, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalmış durmuşlardır." derken, Bakunin’in Alman sosyal-demokratlarına saldırılarına ve bunu, halkçı devletin aynı özgür halk devleti gibi bir saçmalık ve sosyalizmden bir sapma anlamına geldiği ölçüde haklı bulduğuna işaret ediyordu.

 

Aynı mektubun ilerleyen satırlarında,"Devlet, mücadelede, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir müesseseden başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete ihtiyacı olduğu sürece, o bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi mümkün olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz devlet kelimesinin yerine, her yerde, topluluk (gemeinwesen-kamu kuruluşu ) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel bir eski Alman kelimesinin kullanılmasını teklif etmekteyiz." diyen Engels, bunları aslında Bebel üzerinden Alman sosyal-demokratlarına, anarşistlere karşı mücadelelerini iyileştirilmelerine yardımcı olmak üzere, daha doğrusu, onları devlet ile ilgili oportünist önyargılardan arındırmak amacıyla yazıyordu.

 

Ancak Bebel, Engels’in yargısına tümüyle katıldığını belirtmesine rağmen, daha sonra, "devlet, sınıf egemenliğine dayanan bir devletten, bir halk devletine dönüştürülecektir " diyecekti.

 

Diğer yandan, aynı mektupta Engels, "bütün sınıf farklarının ortadan kaldırılması" yerine, "her türlü sosyal ve siyasi eşitsizliğin yıkılması" deyimi yersizdir dedikten sonra; Sosyalist toplumu eşitliğin imparatorluğu olarak düşünmenin dar bir Fransız anlayışı olduğunu ve eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganına dayandığını ve bu anlayışın evrimin bir aşamasına denk geldiği için zamanında ve yerinde bir varlık nedeninin olduğunu ama aşılmaya mahkûm olduğunu ve gerçeklere daha uygun olan daha tam ve doğru kavramlara yerlerini terk etmiş olduklarını da vurguluyordu.

 

Yine Engels, başka bir yerde, Erfurt programı taslağının eleştirisinde, " ...Günün anlık çıkarları üzerinden bu ana bakış açılarının unutuluşu, sonraki sonuçları göz önünde bulundurmaksızın bu anlık başarılar elde etme arzusu ve dalaşı, hareketin geleceğinin, hareketin bu gününe feda edilmesi 'dürüst ' niyetli olabilir ama bu oportünizmdir ve öyle kalacaktır.Ve ' dürüst' oportünizm belki de tüm oportünizmlerin en tehlikelisidir..." dedikten sonra, "Kesin olan birşey varsa, - diyordu - o da,partimizin ve işçi sınıfının sadece demokratik cumhuriyet biçimi altında egemenliğe ulaşabileceğidir. Hatta bu, Büyük Fransız Devrimi'nin de göstermiş olduğu gibi, proletarya diktatörlüğünün özgül biçimidir..."

 

Bunu söylerken Engels, demokratik cumhuriyetin proletarya diktatörlüğüne en yakın giriş olduğunu vurgulamış oluyordu.

 

Engels, demokratik cumhuriyette devletin monarşide olduğundan daha az olmamak üzere, bir sınıfın başka bir sınıfı ezme mekanizması olarak kaldığını söylediğinde, bu kesinlikle bazı anarşistlerin öğrettiği gibi, ezilme biçiminin proletarya için fark etmediği anlamına gelmiyordu. Demokratik cumhuriyet, sınıf mücadelesinin ve sınıf baskısının daha geniş, daha özgür, daha açık biçimi, proletarya için, sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinde genel olarak büyük bir kolaylık anlamına geliyordu.

 

"Çünkü” diyordu Lenin de, tüm II. Enternasyonal için Marx'ın yukarıdaki sözlerinin de unutulmuş sözler olduğunu hatırlatarak “hiçbir biçimde sermayenin egemenliğini ve böylece kitlelerin ezilmesini ve sınıf mücadelesini ortadan kaldırmayan bu cumhuriyet, kaçınılmaz olarak bu mücadelenin öylesine genişlemesine, gelişmesine, daha belirgin olarak ortaya çıkmasına, keskinleşmesine yol açar ki, bir kez ezilen kitlelerin temel çıkarlarını karşılama olanağı doğar doğmaz, bu olanak, kaçınılmaz olarak ve yalnızca proletarya diktatörlüğünde, bu kitlelerin proletarya tarafından yönetilmesinde gerçekleşir."

 

"(Özgül Prusyacılığı, bir bütün olarak Almanya içinde eritmek yerine, onu ebedileştiren, gerici monarşist anayasa ile ve aynı şekilde gerici küçük devlet ayrılıkçılığı ile şimdiki Almanya'nın ) yerine ne geçmelidir ?" diye soran Engels, "Görüşümce, proletaryanın sadece bir ve bölünmez cumhuriyet biçimine ihtiyacı olabilir " diyordu.

 

Devam ederek Engels, "Federatif cumhuriyet- diyordu-Doğu'da artık bir engel haline gelirken, Birleşik Devletler'in dev toprakları üzerinde bir bütün olarak hâlâ gerekliliktir. İki adada dört ulusun yaşadığı ve bir parlamentoya rağmen daha şimdiden yan yana üç farklı yasa sisteminin bulunduğu İngiltere'de bu bir ilerleme olurdu. Küçük İsviçre'de çoktan bir engel haline gelmiştir, bu sadece, İsviçre, Avrupa devletler sisteminin salt pasif bir üyesi olmakla yetindiği için katlanılabilir bir durumdur. Almanya için federalist bir İsviçre'leştirme büyük bir gerileme olurdu. "

 

Engels, aynı yerde, “Federal devleti üniter devletten iki noktanın ayırt ettiğine" vurgu yaparak; "her üye devlet, her kanton kendi medeni yasasına ve ceza yasasına ve de hukuk sistemine sahiptir. Ve sonra, halk meclisinin yanı sıra, küçük ya da büyük her kantonun, kanton olarak oy kullandığı devletler meclisi vardır." diye tamamlıyordu.

 

Engels'in bu ifadelerinden, Lenin’in ifadesiyle onun, devlet biçimleri sorunu karşısında kayıtsız kalmadığı bir yana, her tekil durumun somut-tarihsel özelliklerine göre, ilgili geçiş biçiminin "ne" den,"ne"ye, hangi geçişi temsil ettiğini saptamak için, olağanüstü bir özenle geçiş biçimlerini tahlil ettiğini anlıyoruz. Bununla birlikte, açıkça görülmektedir ki, Engels de, Marx gibi, proletaryanın ve proleter devrimin bakış açısından hareketle demokratik merkeziyetçiliği, bir ve bölünmez cumhuriyeti savunmaktadır. Federatif cumhuriyeti ise ya istisna ve gelişmenin engeli olarak, ya da ama monarşiden merkeziyetçi cumhuriyete geçiş olarak, belirli özel koşullar altında bir ilerleme olarak görür ve bu özel koşullar altında milliyetler sorunu ön plana çıkar.

 

Gerek coğrafi koşulların gerekse, dil birliğinin ve yüzlerce yıllık tarihin tek tek küçük parçalarda milliyetler sorununu "halletmiş " olması gerekir diye düşünülebilecek İngiltere'de bile Engels, milliyetler sorununun henüz aşılmadığı gerçeğini hesaba katarak, federatif cumhuriyette bir ilerleme görüyor. Ancak burada da federatif cumhuriyetin eksikliklerini eleştirmekten ve yekpare, merkeziyetçi-demokratik bir cumhuriyet için mücadeleden vazgeçmiyordu.

 

Lenin bu konuda," Gündemde Almanya'nın birleşmesi sorunu vardı. Birleşme o günkü sınıfsal ilişkiler göz önüne alındığında iki biçimde gerçekleşebilirdi; ya proletarya tarafından yönetilen ve bir Alman Cumhuriyeti yaratacak olan bir devrimle, ya da Prusyalı toprak sahiplerinin birleşmiş Almanya'da egemenliklerini sağlamlaştıracak olan Prusya'nın hanedanlık savaşlarıyla. Proleter ve demokratik yolun şansının fazla olmadığını gören Lassalleciler, yalpalayan bir taktik izliyorlardı ve Junker Bismarck'ın hegemonyasına ayak uyduruyorlardı. Hataları, işçi partisinin Bonapatist-devlet sosyalisti bir yola sapmasına kadar varıyordu. Buna karşılık Bebel ve Liebknecht kararlılıkla proleter ve demokratik yolu temsil ediyorlar, Junkerlere, Bismarck'ın politikasına ve milliyetçiliğe verilen en küçük tavize karşı mücadele ediyorlardı. Almanya Birsmarckçı yoldan birleşmiş olmasına rağmen tarih Bebel ve Liebknecht'i haklı çıkarmıştır" diyordu.

 

Engels, demokratik-merkeziyetçiliği, anarşistler ve küçük-burjuva ideologlar gibi, bürokratik anlamda kullanmıyor. Engels için merkeziyetçilik, komünler ve bölgeler tarafından devletin birliğinin gönüllü olarak savunulduğu, her türlü bürokratizmin ve her türlü yukarıdan buyurmanın kesinlikle ortadan kaldırıldığı geniş kapsamlı yerel öz yönetimi dışlamıyordu.

 

Marxizm'in devlet üzerine programatik görüşlerini geliştiren Engels Sosyal -demokratların program taslağının eleştirisinde şöyle devam ediyordu; “1866 da ve 1870 de yukardan yapılmış olan devrimi geriletmek bize düşmez; tam tersine, biz buna, aşağıdan bir hareketle gerekli tamamlamayı ve ıslahı sağlamalıyız. Demek ki tek bir cumhuriyet. Ama imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. 1792 den,1798 e dek her Fransız vilayeti, her komün Amerikan modeline uygun olarak, tam öz yönetime sahipti ve bize de böyle bir şey gerekir. Böyle bir özerklik nasıl örgütlendirilebilir ve bürokrasisiz nasıl edilebilir, bize bunu Amerika ve birinci Fransız Cumhuriyeti gösterdi. Avustralya, Kanada ve diğer İngiliz sömürgeleri de bugün bize bunu göstermektedir. Böyle bir eyalet ve komün, örneğin kantonun konfederasyonuna göre pek bağımsız bulunduğu ama bu bağımsızlığın bölgeye ve komüne karşı da olabildiği İsviçre federalizminden çok daha özgürdür."

 

Kantonal hükümetlerin, bölge valileri ve valiler atadığını, oysa İngilizce konuşulan ülkelerde böyle bir şey olmadığını hatırlatarak, biz de, gelecekte bunlardan Prusyalı valilerden ve hükümet görevlilerinden kurtulduğumuz gibi kurtulmalıyız diyen Engels, bütün bu sözünü ettiklerinin, böyle şeylerin söylenmesine izin olmayan Almanya'da durumun karakterini belirtmek için ve aynı zamanda böyle bir durumu komünist toplum şekline kanuni yoldan sokmak isteyenlerin ne ölçüde hayale kapıldıklarını göstermek için olduğunu ekliyordu.

 

Buna uygun olarak Engels, sosyal-demokrat program tasarısındaki özyönetim maddesini şöyle formüle ediyordu: "vilayetin, bölgenin ve komünün halkın genel oyu ile seçilmiş görevliler tarafından tam özerk olarak yönetimi. Devlet tarafından tayin olunan bütün yerel memurların ve valilerin ortadan kaldırılması."

 

Küçük burjuva demokratları içinde çok yaygın olan federatif cumhuriyetin, merkeziyetçi cumhuriyetten daha büyük özgürlük anlamına geldiği önyargısını Engels'in 1792-1798 yıllarının merkeziyetçi Fransa'sı ve Federalist İsviçre cumhuriyeti ile ilgili aktardığı olgularla çürütmüş olması son derece önemlidir.

 

 

 

DİN VE DEVLET

 

 

 

Devlet sorunu üzerine konuşurken, bu sorun ile bağlantılı olan din konusuna değinmemek olmaz.

 

Lenin, Engelsin, devlet sorunu ile bağlantılı olarak değindiği din ile ilgili düşüncesine işaret ederken,"Alman sosyal-demokrasisinin yozlaştığı ve gittikçe oportünistleştiği ölçüde, kendin, ünlü 'din kişinin özel sorunudur' formülünün dar kafalı yanlış yorumuna gittikçe daha fazla kaptırdığı bilinir" diye hatırlatıyor ve şöyle devam ediyordu,"bu formül, din sanki devrimci proletaryanın partisi için de kişinin özel sorunu imiş gibi yorumlanıyordu. Engels, proletaryanın devrimci programına bu tam ihanete karşı cephe aldı."

 

Engels, Paris Komünü'nde hemen hemen yalnızca işçilerin ya da işçilerin ünlü temsilcilerinin yer alması gibi, onun kararlarının da kesin proleter bir karakter taşıdığını vurgulayarak; Komünün, ya devlete karşı dinin kişinin özel sorunundan başka bir şey olmadığı ilkesinin gerçekleşmesi gibi, cumhuriyetçi burjuvazinin düpedüz korkaklıktan savsakladığı ama işçi sınıfının özgür eylemi için zorunlu bir temel oluşturan reformları kararlaştırdığını; ya da doğrudan doğruya işçi sınıfının yararına ve eski toplumsal düzende derin çatlaklar açan kararlar aldığını açıklarken, 1891 de partisi içinde gözlemlediği, ancak gayet güçsüz oportünizm tohumları olarak gördüğü ve proletarya partisini halkı alıklaştıran din afyonu ile savaşma görevinden el çektirmeyi düşünen küçük-burjuva düşünceli alman sosyal-demokratlarına büyük bir darbe vuruyordu.

 

 

 

DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİNİN EKONOMİK KOŞULLARI

 

 

 

Devleti ortadan kaldırmak için, devlet hizmetleri işlevlerinin, nüfusun büyük çoğunluğu tarafından daha sonra ise istisnasız tüm nüfus tarafından yerine getirilebilecek basitlikte denetim ve kayıt işlemlerine dönüşmesi gerekir. Ve ikbalperestliğin tümüyle ortadan kaldırılması, bir "fahri görev" in, bir şey kazandırmasa da, en özgürü de dâhil tüm kapitalist ülkelerde her zaman söz konusu olduğu gibi, devlet hizmetinden bankalarda ve anonim şirketlerde yüksek ücretli görevlere geçmenin sıçrama tahtası hizmeti görmemesi gerekir.

 

Genellikle devlet üzerine değerlendirmelerde, devletin ortadan kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması anlamına geldiği, devletin sönüp gitmesinin, demokrasinin de sönüp gitmesi olduğu hep unutulmaktadır.

 

Bunun nedeni, demokrasinin azınlığın çoğunluğa tabi olması şeklindeki anlayıştır. Oysa bu yanlıştır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasını kabul eden bir devlettir. Yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün, diğer bölümüne karşı, sistematik zor uygulaması için gerekli bir örgütlenme biçimidir.

 

Öyleyse, devletin ortadan kalkmasından söz ederken, nihai hedef olarak önümüze devletin, yani her türlü örgütlü ve sistematik zorun, insanlara karşı genel olarak her türlü zor uygulamasının ortadan kaldırılmasını koyuyoruz. Azınlığın çoğunluğa tâbi olması ilkesine uyulmayacak olan bir toplumsal düzenin doğmasını beklemiyoruz.

 

Ancak sosyalizme ulaşmak için mücadele ederken, onun komünizme doğru gelişeceğinden ve bununla bağıntılı olarak genelde insanlara karşı zor kullanımının, bir insanın diğerlerine, nüfusun bir kısmının diğerine tâbi olmasının her türlü gerekliliğinin ortadan kalkacağına eminiz, çünkü insanlar toplumsal ortak yaşamın elamanter kurallarına zor ve tâbiyet olmaksızın uymaya alışacaklardır.

 

İşte Engels, bu alışma unsurunu vurgulamak için, "yeni özgür toplumsal koşullar içinde yetişerek, tüm devlet pılıpırtısından, demokratik cumhuriyet de dâhil, her türlü devlet pılıpırtısından kurtulacak olan yeni bir kuşaktan" söz ediyordu.

 

Marx'ın bu sorunu en ayrıntılı biçimde Gotha Programı'nın Eleştirisi’nde incelediğini biliyoruz.

 

Marx, Bracke'ye yazdığı 5 Mayıs 1875 tarihli mektupta, hasımlarının Engels'ten çok daha "devletçi" gösterilmesine neden olan ifadelerin yer aldığı mektubunda şöyle yazıyordu;

 

"Bu günkü toplum, ortaçağ unsurlarından az çok arınmış, her memlekete özgü tarihi evrim tarafından az çok değişikliğe uğratılmış, az çok gelişmiş uygar ülkelerde mevcut olan kapitalist toplumdur. Bu günkü devlet ise, tersine sınırlar aşıldıkça değişir. Devlet Prusya-Almanya imparatorluğunda başka türlüdür, İsviçre'de başka, İngiltere'de başka türlüdür, Amerika Birleşik Devletlerinde başka.

 

Demek ki, bu günkü devlet, bir hayalden başka bir şey değildir.

 

Bununla birlikte ayrı ayrı uygar ülkelerin ayrı ayrı devletlerinin, hepsinin, şekillerinin çeşitliliğine rağmen, şu ortak yanları vardır ki bu da, kapitalist anlamda az çok gelişmiş çağdaş burjuva toplumunun alanı üzerinde kurulu olmalarıdır. Bu yüzden bunların bazı ortak temel nitelikleri vardır. Bu anlamda devlete, şu anda kökenlik eden burjuva toplumu artık kalkacağı gelecekle karşılaştırmak için "bu günkü devlet"ten söz edilebilir.  Bu durumda şu soruyla karşı karşıya geliyoruz; komünist bir toplumda devlet hangi şekli alacaktır? Başka bir deyişle, böyle bir toplumda devletin bu günkü fonksiyonlarına benzer hangi sosyal fonksiyonlar bulunacaktır? Bu soruya ancak bilim cevap verebilir ve halk kelimesini devlet kelimesi ile bin bir şekilde çiftleştirerek bu mesele bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz.

 

Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi girer. Buna bir siyasi geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci iktidarından başka bir şey olamaz.

 

Programın, şimdilik, ne bu iktidarla, ne de komünist toplumdaki geleceğin devletiyle ilgilenmesinin gereği vardır."

 

Evet, böyle diyordu Marx ve bu sözlerinin, ilk bakışta Engels'in sözleri ile çelişki taşıdığı izlenimine kapılmak mümkün oluyordu.

 

Ancak ilk bakıştaki şaşkınlık geçtikten sonra, ortada bir çelişki olmadığı Marx'ın Engels ile bütünüyle örtüştüğü anlaşılıyordu.

 

Marx, proletaryanın iktidarına "bir siyasi geçiş dönemi " diyor. Birinden (kapitalist toplum) ötekine (komünist toplum) devrim yoluyla geçiş dönemi... Engels ise, bu geçiş döneminin devletinin, asıl anlamda bir devlet olmadığını söylüyor ki, Marx'ın dediği de tam budur.

 

Gelecekteki, "sönüp gitme"nin zamanını belirlemenin, hele ki doğal olarak uzun bir süreç söz konusu olduğuna göre, bunu belirlemenin mümkün olamayacağı açıktır, diyen Lenin, Marx ile Engels arasında görünürdeki fark, önlerine koydukları görevlerin farklılığıyla açıklanabilir diye devam ediyordu.

 

Lenin'e göre Engels, önüne Bebel'e, devlete ilişkin alışılmış önyargıların tüm saçmalığını açık ve çarpıcı bir biçimde, ana hatlarıyla kanıtlama görevini koymuştu. Marx'ı ilgilendiren ise, komünist toplumun gelişimi idi.

 

Marx, komünist toplumu alt ve üst olmak üzere iki aşamaya bölüyor. Alt aşama sosyalizmdir ve burada üretim araçları artık tüm topluma aittir. Toplumun her üyesi, toplumsal olarak gerekli emeğin bir bölümünü yapar ve toplumdan şu kadar emek sunmuş olduğunu gösteren bir belge alır. Bu belge karşılığında tüketim maddelerinden uygun düşen miktarda ürün almaya hak kazanır. Yani, toplumsal fon için ayrılan emek miktarı çıkarıldıktan sonra her işçi, toplumdan, ona verdiği kadarını geri alır.

 

Marx, bunu kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplum olarak niteliyor ve burada bir eşitlik vardır ve Marx bunun eşit hak eşitsizliği olduğunu ve bunun burjuva hukuku olduğunu vurgulayarak, eşit hakkın, eşitliğin çiğnenmesi ve bir adaletsizlik olduğunu ifade eder. Ancak bu tür kusurların, komünist toplumun alt aşamasında kaçınılmaz olduğunu da ifade ederek, Hukukun, hiçbir zaman toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık derecesinden daha yüksek olamayacağını vurgular.

 

Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında ise, bireylerin iş bölümüne ve onunla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil ama birinci hayati ihtiyaç haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne, 'herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre' yazabilecektir.

 

Bu son derece yüksek seviyede bir özgürlük değilse nedir. Geçim için çalışmak zorunluğu yok, kafa ile kol emeği arasındaki karşıtlık ortadan kalkıyor. Öyleyse çalışma zamanı da, boş zaman da bireylerin yeteneği ve isteği ölçüsünde kendini gösteriyor.

 

Öyleyse, özgürlük ve devlet sözcüklerinin bir araya getirilmesindeki saçmalığa dikkat çeken Engels ile çakışan bir durum söz konusu değil mi? Devlet var olduğu sürece özgürlük yoktur. Özgürlük olacağı zaman devlet olmayacaktır.

 

Demek ki, devletin tam olarak sönüp gitmesinin ekonomik temelinin, komünizmin, kol ve kafa emeği arasındaki karşıtlığın ortadan kalkacağı kadar yüksek bir gelişmesi aşamasıdır.

 

Ancak bu yüksek gelişme aşamasına ne kadar hızla varılacağını bilemiyoruz. Bilemeyiz de. Bu nedenle yalnızca, bu sürecin uzun mesafeli olduğunu, komünizmin üst aşamasının, gelişimin hızına bağlı olduğunu vurgulayarak, devletin sönüp gitmesinin kaçınılmazlığından söz etme hakkına sahibiz. Ama sönüp gitmenin zamanı ya da somut biçimleri konusundaki sorular tamamen açıkta kalır, çünkü henüz bu sorunların çözümü için veriler yoktur.

 

Marx'ın deyimiyle bu sorulara cevabı bilim verecektir.

 

Ancak Marx'ın komünist toplumun gelişimi ile ilgili ortaya koydukları da bir veridir ve önemli ipuçları taşıyor ki, toplum, herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre ilkesini gerçekleştirdiği zaman, yani insanlar toplumsal ortak yaşamın kurallarına uymaya alıştıklarında ve emekleri onların yeteneklerine göre gönüllü olarak faaliyet gösterebilecekleri kadar verimli olduğunda, devletin tamamen sönüp gideceği anlaşılmaktadır. Diğer yandan, başkasından yarım saat bile fazla çalışmamak için ve daha az ücret almamak için diretmeye yol açan "burjuva hukukunun dar ufku" da o zaman aşılmış olacaktır. İşte o zaman, ürünlerin paylaşımı, herkese düşen miktarın toplum tarafından saptanmasını gerektirmeyecek ve herkes "ihtiyaçlarına göre" özgürce alacaktır.

 

Bu bize, devletin ancak burjuva devletin zora dayalı bir devrimle parçalanarak ortadan kaldırılmasından sonra, kaçınılmazlıkla sönüp gitmesinin maddi temelini vermeye yeterse, bunun ne zaman gerçekleşeceği üzerine tahmin yürütmenin, bu yönde vaatler vermenin, proletaryanın partisinin programına koymanın bir anlamı ve gereği olmadığı açık değil midir?

 

Böylece, devlet ve zora dayalı devrim üzerine Marxizm'in kurucularının ortaya koyduklarını ve Lenin’in katkılarını, bugün de taşıdığı önemi ile birlikte aktarmış bulunmaktayım.

 

Gerisi, bu sorunun çözümünde kolaycılığa kaçıp, Marxizm’in bu öğretisinin karşısına kocakarı ilacı misli, çoktan çürümüş safsata düşünceler koyanların oyunlarına teslim olmak istemeyenlerin, Marxist öğretiye 21.yüzyılın penceresinden bakarak, öğretinin içinde kalarak yeniden gözden geçirilmesi demek olan bu uzun metrajlı anlatımımdaki ifadelerin dikkatlice ve eleştirel gözle incelenmesine kalıyor.

 

Ancak böyle, bu Marxizm düşmanlarının, tekellerin ideolojik silahı olarak, akıl dinamiklerinin üzerine attıkları ideolojik bombaları etkisizleştirecek en doğru ideolojik-politik mücadele, işçi sınıfının devrimci örgütünün yokluğundan doğan eksikliği giderebilecek şekilde ortaya konulabilir.

 

Fikret Uzun

 

7 Ocak 2012 

 

Devamını oku

MABETLER ve FENERLER

12.10.2012 22:02

MABETLER ve FENERLER

Geçmişte, yaklaşan değişim, dönüşüm rüzgarının korkutucu etkisi ile ne kadar devrim kaçkını, sınıf kaçkını, ne kadar statüko hayranı varsa, yani ne kadar reformist, restoratör, burjuva düzen meraklısı varsa ve bütün bunlardan sosyalizm çıkarmak için bin bir türlü hayal, mit ve mabet ile işçileri, emekçileri uyutmaya çalışan sahtekar varsa ki hepsi, az sayıdaki gerçek devrimcilerle, gerçek sosyal-demokratlarla (komünistler) onları azlığından dolayı, onları kimsenin dinlemediğinden dem vurarak alay ediyorlardı ama tarih başka türlü yazıldı.

 

O alay ettikleri düşünceler de, bu düşüncelerin nesnel yaşamdaki karşılığını net olarak görüp,hayallere ve bunları pompalayanlara ki,toplumda yaratılmış olan illüzyon nedeniyle iyiden iyiye aklı geriletilmiş cahil kitleler de onların yani reformistlerin, dediklerini kurtuluşları için doğru sözler bellemiş olmalarına rağmen, prim vermeden kitleleri aydınlatmak için her türlü yolu ama daha çok söz söylemeyi, tartışma dinamiklerini canlı tutmayı deneyen ve özlerini hep canlı tutan devrimci kadrolar, her gün azalsalar da yılmamışlar ve sadece bir eylemli bilinç fışkırması ile öfkelerinin yönünü doğru adrese çevirmeye başlayan cahil ve bir o kadar da sahte hayallere, mabetlere, mitlere hapsedilmiş kitleler, kulaklarını ve gözlerini bu son derece azınlıkta olan, çoğunluk olmak için içlerine çürük, çarık hayalperestleri almamayı ve azlıklarından utanıp, kuşkuya düşüp, çoğunluğu oluşturan reformistlerin çeşitli renklerinden birine biat etmemeyi en akıllı ve devrimci iş olarak benimseyen devrimci kadroların söylediklerine çevirmişler ve o kadrolar da, kendilerini inatla dinlemeyen bu cahil kitlelere hiçbir zaman ne haliniz varsa görün dememiş ve hep yanında olmuş, hep sınıf kinlerini canlı ve doğru adrese yöneltmeleri için, reformistlerin alaya aldıkları sözler sarf etmekten vazgeçmemiş ve kinlerinin doğru adresini bellemeye başladıklarından itibaren de, emekçi kitlelere fener olmaya, onları fenersiz bırakmamaya gayret göstermeye devam etmişler sonunda da, tarihi onlar yazmışlardır.

 

Çoğunluk anlamına gelen ve bir devrimci, savaşkan örgütün tuhaf ismi olarak uzun süre kitlelere yol gösteren Bolşevikler tarih sahnesine çıkmıştır ki, bu gün bile komünist örgütü veya komünist olmayı en tam isimle tarif eden bir kavram olarak kullanılmaktadır ki, bu günün sahtekarlık dinamiği içinde hala bu kavrama ve tarife ihtiyacımız olması hem acıdır ve hem de yerindedir.

 

Yani Suat arkadaş, çok önce de ve hep, reformistler, kitle kuyrukçuluğu ile çoğunluklarını korumaya çalışanlar, kitlelere ve dava arkadaşlarına olumlu lakırdılar etmişler, ham hayalleri, nesnel yaşamın karşılığı olarak yutturmuşlar ve haliyle bu hayallerin, olumlu lakırdıların alıcısı çok olmuş ama bunların boş umutlar yaratan lakırdılar olduğunu kitleler çok acı deneyimlerle öğrenmişlerdir ki, 1905 şubat burjuva devrimi öncesi yaşanan kanlı pazar bu deneyimlerden sadece bir tanesidir. Gerçekleri ki, o zaman da olumlu olan, mutluluk verici olan hiçbir gelişmeyi içermiyordu, ortaya koyan, henüz Bolşevik olmayan devrimciler, elbette söylediklerine alıcı bulamıyorlar ve kendilerini çoğunluk sanan reformistlerin maskarası durumuna düşürülecek denli azınlıkta kalıyorlardı. Ama ya sonra, bütün küçük-burjuva hayaller tuzla buz olmuş ve çoğunluk olanlar, azınlığa ve çaresizliğe düşmüş, çaresizliğe düştükçe, egemenlerin kucağına daha fütursuzca düşmüşler ve azınlıktaki devrimciler sıçramalı olarak çoğunluk olmaya başlamış ve kitlelerin ellerinden bırakmadığı fenerleri olmuşlardır. Bu fenerlere sahip çıkan kitlelerden hızla yeni fenerler ve fener tutanlar boy atmış ve 1905 Şubat dönemeci, 1917 Şubat dönemecine sıçramış çoğunluk yani Bolşevik, bütün Rusya’nın en fazla ışık saçan, en fazla karanlığı aydınlatan feneri durumuna gelmiş ve insanlık Ekim Devrimi ile sarsılarak, boş umutlardan, gerçekleşmeyecek zannettikleri, öyle kandırıldıkları, gerçekleşecek umutlara aklını ve yüreğini açmıştır.

 

Aklımdakilerin düşüncelerime yansıttıkları, uzun zamandır,insanlığın yüreğinde çiçek açtıran ve reformistler dahil,bütün devrim düşmanlarının yüreğine korku salan, insanlığın en büyük umut patlamasının,içerden,eskiye bağlılıklarını hiç bırakmayanlarca ,bir karşı devrim dinamiği içersinde ama son derece sinsi, iki yüzlü ve yalan yüklü söylemlerle ve yöntemlerle söndürülmeye çalışıldığı ama insanlığın bir kere yüzyüze gelmiş olduğu ve nesnel yaşamda karşılığı olduğunu gördüğü umudun bir türlü söndürülemediğinin görülmekte olduğu ve bu umudun sönemeyeceğini kesinkes anlayan egemen sınıfların, umutları başka hayallere hapsetmeye ve bütün umudun kendinde olduğunu ikna ettirmeye çalışmakta olduğudur..

 

İşte kavga ve hatta belki de en devrimci kavga, tam da bu çabaların ortasında cereyan etmektedir.

 

Ve görülen o ki, tüm geriletilmişliğe, püskürtülmüşlüğe rağmen, umut söndürülemediği gibi, boş umutlarla, boş umutları yeşertmeye çalışan hayallerle değiştirilememektedir de.

 

Çünkü insanlık, umudunun gerçekleşmeyecek bir ütopya olmadığını, aksine gerçekleşebilir olduğunu, nesnel olarak gerçekleştiğini görerek anlamıştır. Bu, insanlığın, her şeye rağmen ulaşmış olduğu ve bu ulaşmışlıktan sonra geri dönmesinin, umudundan vazgeçmesinin mümkün olmadığı bir noktadır.

 

işte egemen sınıflar tam da bu noktaya, bu umuda vurmak için, bu umudu tarihe gömmek için her türlü laboratuar çalışmasını yapmakta ve her türlü eski tür, yani eskiden de umut taşıyanların ama umudun hangi yönde olduğunu göremeyenlerin içinde dolaşıp, akıllarını büsbütün karıştıran yardımcısını hareketlendirmekte ve aynı zamanda da, bununla uyum içinde olan tarihin gerisine dönme çabasını bütün dünyaya dayatmaktadır ki, bunun için de hem kitlelerin aklını bozmaya, hem de tarihin ilerleme çizgisinin dinamiğini tahrip etmeye çabalamaktadır.

 

Fakat gel gör ki, Suat Arkadaş ve işte olumlu olan budur, ama siz bununla ilgilenmediğiniz için, olumlu bir şey göremiyorsunuz, egemen sınıflar bu çabalarında önemli yol kat etmiş olsalar da, hâlâ başarılarını tamama erdiremiyorlar ve tarihte hep böyle olmuştur, egemen sınıfların dayattığı çaresizlik ne kadar koyu olursa, egemen olmayanların önüne son derece etkili çareler çıkmış ve çıkmaya devam edecektir. Ama bu çareler, sizin beklediğiniz Godot türü, Mesih türü, ütopya türü ve kısaca gerçekleşmesi hiç mümkün olmayacak hayaller türü çareler değildir. Tamı tamına tarihin ilerleme çizgisi üzerindeki, toplumların, onların görememesine rağmen, gelişiminin seyri ile ortaya çıkan çarelerdir. Biz bu çarelerin yaklaştığını, çareyi çok istediğimiz için mi, yani hayalini kurduğumuz için mi, ya da kafamızda öznel olarak kurguladığımız için mi ortaya koyuyoruz, elbette hayır, bin kere hayır. Bu çare, zıtların birliğinde cisimleşmiş bir toplumsal gelişmenin bir yasallığıdır.

 

Eğer çaresizlik varsa, zıttı da, yani çare de vardır. Öyleyse, egemen sınıflar, dünyaya topyekun tarihin gerisine dönmeyi dayatıyorlarsa, tarihin ilerleme çizgisini tahrip edecekler demektir ve egemen sınıfların zıtları olan ezilen sınıflar ise, tarihin ilerleme çizgisi doğrultusunda gelişmeye mahkum olan çare ile burun buruna gelmekten kaçınamayacaklar ve bu çareyi eninde sonunda ve elbette çaresizliğin çaresizce dayatılmasının azgınlaştığı koşullarda mutlaka bulacaklar ve egemen sınıflara hiç beklemedikleri bir çaresizlik yaşatacaklardır.

 

Hepsi bu Suat arkadaş, eleştirdiğim, daha doğrusu mahkum ederek deşifre ettiğim dinamikler, hep bu nesnel olarak büyüyen ve egemen sınıfları korkutan çareyi, başka yerlerde, sahte umutlar yaratarak aramaya kanal açan, dolayısıyla asıl çareden uzaklaştırmayı hedefleyen dinamiklerdir. İşte sizin tepenizin tasını attıran ve olumlu bir şey olarak görülmeyen, bu deşifre edici vurgularımdır.

 

İşte "başarmaya çalışmanın /başarmanın" önündeki engel olarak gördüğün ve seni kızdıran haklılık budur ve tam da söylediğim budur, egemen sınıfların ve onların çabalarına bilerek ya da ahmaklıklarından yardım edenlerin tüm dünyayı bir umutsuzluk, bir çaresizlik batağına çekmeye çalışan, asıl çareden uzaklaştırmanın hayallerine hapsetmek isteyen çabalarının başarılı olmasının önündeki engeldir.

 

Ve demek ayrıldığımız noktaları bulmak çok kolay öyle mi? Bir tanesini söylesen de öğrensek diyorum. Bu ayrı ama aslolan, bu ayrılık noktalarını bulmaktır ve bu önemlidir. Ancak bu noktaların birleştiren noktalar olduğunun yutturulmaya çalışılmasını bulmak ve göstermek ise daha önemlidir ve konumuz öncelikli olarak budur. Mabet misli,"dost" meclisi gibi, tekke misli dinamikler, tam da böyledir. Birleştiren noktalar olarak gösterilen ayrılık noktalarıdır. Birleştirmek, ayrılık noktalarını bulup, çıkarıp, ayırdıktan sonra kalan bir ve ortak noktaların etrafında toplanmakla olur. Ayrılık noktalarını dikkate almadan, onlarla birlikte bir ve aynı noktaların etrafında toplanmak birleştirmek değildir, ayrılıkları dinamik hale getirmek üzere toplanmaktır. Bundan ne bir zenginlik, ne de bir birlik çıkar. Ve işte bu gün bu yapılıyor ama daha vahimi, bundan da kötüsü, bir tekke dinamiği, bir fetiş etrafında, bir "erenler" misli "dost" meclisi dinamiklerinde ayrılıklar özellikle uykuya yatırılmış olarak diri tutularak kurulmaya çalışılan birlik dinamikleri model yapılmaya çalışılıyor. Bu tam bir uzlaşmacılıktır, sınıf uzlaşmacılığıdır. Bunun sonucu, düzene bağlanmaktır. İşte egemen sınıflar dayattığı çareyi ancak böyle kitlelere kabul ettirebilir ve en az maliyetle bütün dünyayı köleleştirebilir, tarihin gerisine sürükleyebilir. Ama sürüklemekte başarılı olamıyor, bu yönde kazandığı mevzileri koruyamıyor, yardımcılarının deşifrasyonunu önleyemiyor ve yerlerine yenilerini yetiştirmeye vakti olmadığı için de, kaba yöntemlere, en bildik yöntemlere; birinci olarak baskıya ve ikinci olarak baskının zorunun yaydığı korku ile öteki dünya ve yüce kurtarıcının şefkatli babamızın cehennem korkusunu yayma yöntemine baş vuruyor.

 

Hepsi, sınıf bakışını ortadan kaldırıp, kitleleri ümmet yapmak içindir. İşte geçmişin örgütlerinin üzerinden mabetler oluşturmak, tekkeler oluşturmak, dost meclisleri dinamiği ile Mevlanacılığı hortlatmak HEP EGEMENLERİN BU ÇABALARINI BAŞARILI KILMASINA YARDIM ETMEK İÇİNDİR. ve sen bu oyunu bozuyoruz diye dellenmiş, tepenin tasını üzerimize fırlatmış durumda olmayı hem haklı gösteriyorsun ve hem de bizim düşmana çalıştığımızı göstermeye çalışıyorsun.

 

Hayır, Suat İçsel, tam tersine, düşmanın çabalarının başarılı olmasının hizmetkarı durumunda olanlar, bu dinamikleri, devrimci ve birleştirici dinamikler olarak yutturmaya, çalışanlardır ve elbette onca teşhir edici kelama ve onca turnusole rağmen bunu görmemekte direnenlerdir.

 

Bitirirken, bir,"ben" dedim, çünkü söylenenler bana aittir ve herkesin kendi sözünü söyleme hakkı olduğunu düşünmekle beraber, söylenenlerde "biz" değerinin olması, onlara sahip çıkma ölçüsünde gerçekleşir ve ortada, böyle bir ölçü göremiyorum.

 

İki, işte dediklerime sahip çıkan ve dediklerine sahip çıktığım Evin Okçuoğlu, değerli hocam, hem kendi sözlerini söyleme hakkına sahip olduğu ve söylediği halde, hem de benim dediklerime sahip çıkarak söylenenlere "biz" değeri katmıştır ve "biz" değeri katacak olan arkadaşlara "biz" olmanın nasıl olduğunun işaretini vermiştir ama sen kendin ortaya koyuyorsun ki, senin benimle veya Evin Hoca ile veya aynı noktalara dikkat çeken başka ve belki de hiç tanımadığımız insanlarla "biz" olmaya hiç niyetin olmadığı gibi, olamayacağını da gösteriyorsun.

 

Evin Hoca, benim yazılarımı Forward eden bir kadından ibaret değildir, elbette bir bayandır ama önce, hem bir öğretmen ve akademisyen ve hem de bu akademisyenliğinden, düzene hizmet ederek nemalanmayan, aksine kendi üretimleri ile "biz" dinamiklerini çoğaltan, uyku dinamiklerini dağıtan, bir yazar ve şair kimliği olan sanatçıdır.

 

Üçüncüsü, bu alan, yani güncel grup, kendisinin sınıf bakışı temelinde, ayrılık noktalarını ortaya çıkarıp, ayrışmak ve birlik noktalarını netleştirerek birleşmek üzere, var olan "ben"lerin,"biz" olabileceği bir alan üzerinde tartışması için, bizzat Evin Hoca tarafından ve tam da şimdi eleştirdiğim türden dinamiklerin sahtekarlıklarının deşifre edilmesi üzerine, gerçek yüzlerinin görülmesi üzerine, doğru bir zeminde "biz" olmaya çalışmak isteyenlerin var olduğunu düşünerek oluşturulmuştur.

 

O nedenle bu alanda benim veya kendisinin ortaya koyduğu anlatımları paylaşmasından daha doğal ne olabilir diye düşünmelisin.

 

Diğer bir nokta da, ismini zikrettiğim kişi olarak, herhalde Çetin Sevinç'ten söz ediyorsun, o nedenle bir düzeltme yapacağım, daha doğrusu senin yanlış anlamanı düzeltiyorum, Çetin Sevinç, sadece bir örnektir ve benzerleri çoktur, sizin "başarma"nın simgesi olarak gördüğünüz dinamiklerin vazgeçilmez aktörlerindendir ve ama daha önemlisi, asıl baş roldeki sahte komünist Nabi Yağcı’nın, diğerleri gibi o da bir mürididir, bu anlamda ortada, bir ideal insan olma iddiası olmadığı bir yana, Çetin Sevinç'in, "ideal" insan olmak söz konusu ise, işte sizin "başarma"nın simgesi olan Mevlana tekkesi misli "dost" meclisleri için en ideal tip olduğunu söylediğimi hatırlatarak, yanlış anlamanı düzeltiyorum.

 

Fikret Uzun

 

İdeal insan taklidi yapan köyün delisi.

 

10 Ocak 2012

 

Devamını oku

MARXİZMİN KAÇINILMAZA BAĞLILIĞI, KADERCİ DEĞİLDİR, BİLİMSELDİR, TAŞIDIĞI İYİMSERLİK DE BU BİLİMSELLİKLE BAĞLIDIR

12.10.2012 22:00

Bu gün, reel sosyalizmin yıkılmış olduğu koşullarda, insanoğlunun önündeki gerçeklik nedir, neyi göstermek gerekiyor, bu, hangi dersler ile yüklü bir gerçekliktir? Üzerinde durmak gerekiyor.
Bir, Marxizmin teorik olarak ortaya koyduğu sosyalizmin, işçi sınıfının düzeni olduğu gerçekliği, artık pratik olarak sınanmıştır ve sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu şüphe götürmez ve çürütülemez bir açıklıkta ortadadır. Bunu Sovyet sosyalizmine borçluyuz.
Peki, borçluyuz da, neden yıkıldı? Sorudur, ama cevapsız değildir ve yıkılması Marxizmin temellerinin sağlam olmadığını göstermiyor.

Başka ifadeyle, mademki sosyalizm işçi sınıfının düzenidir, Sovyet işçi sınıfı neden düzenini koruyamadı diye de sorulabilir. Bunun da cevabı var, kapitalist restorasyona Sovyet işçi sınıfı sonuna kadar karşı çıkmıştır, ancak karşı çıkarken savundukları noktalar eksik kaldıysa, bu, bilincinin derinleşememiş olmasına bağlanabilir. Bunun nedenini de, ancak Sovyet devriminin sürekli olarak yeni alanlarda derinleşememiş olmasına bağlamak gerekiyor. Diğer yandan, Batı Avrupa'daki Cephe politikalarının ve geri ülkelerde kapitalist olmayan yolun, sosyalizmin temel politikalarının yerini alması, Barış ve Demokrasi programının sosyalizm programına kalıcı olarak yerleşmesi Sovyet işçi sınıfının daha ileri bir sosyalizme sahip çıkmasının önünü tıkamıştır.

Ancak Sovyet işçi sınıfı, sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu gösterebilmiştir.
İki, emek süreçleri belirleyicidir ve hala belirleyiciliğini koruyor. Bu gün hem topraklarımızda ve hem de gelişmiş, gelişmemiş bütün kapitalist dünyada, kapitalistlerin bütün kaygıları emek süreçlerinden kaynaklanmakta, bütün tedbirler emek süreçlerine yönelik olmaktadır. Eğer böyle olmasa idi, ne Amerikan emperyalizmi yarım milyonu bulan paralı askerlerini Arap çöllerine yığardı, ne de ülkemizde olduğu gibi, bütün reformlarını işçilerin, emekçilerin ücretlerini düşürmek ve emeklilik yaşlarını uzatmak için gerçekleştirirken, buna işçilerin ve emekçilerin itiraz etmelerini engellemek için tüm örgütlenme kanallarını tıkamaya yönelik, baskı mekanizmaları kurma çabalarını yükseltirken, ideolojik olarak hegemonyasını kurmaya çalışırdı..

 

Sözün kısası, bu gün bütün dünyada, belirgin olarak görünen o ki, sınıf bilincini ortadan kaldırmak için, kapitalistlerin ideolojik saldırısının göbeğine yerleşmiş olan din alanının genişletilmesi çabaları, dün burjuva devletin dayanaklarından iken, artık bir devlet durumu olarak işlemektedir. Laik devlete hücum sadece bizim topraklara has bir olgu değildir, bizde aceleleri olduğu için daha belirgin olarak öne çıkmaktadır. Oysa bu gün dinsel akımlar, özellikle de gelişmiş kapitalist ülkelerin devletinin desteği ile toplumu sarmaktadır, dün sosyalist düzende özgürlüklerin kısıtlandığı demokrasinin olmadığı, insan haklarının olmadığı yollu harekete geçen, barış ve insan hakları gibi, af örgütü gibi dinamikler, artık din alanının özgürlüklerden, insan haklarından sayılması yollu hareket halindedir ve din alanının genişlemesi için her türlü çabayı göstermektedirler. Hepsi bir arada, emperyalist kapitalizmin ideolojik saldırısını oluşturuyor.

Üç, tarihin lokomotifi, hâlâ işçi sınıfıdır bu gerçeklikten kıl kadar bile sapmış olmak veya kuşkuya düşmek, vagonları emperyalist kapitalizmin peşine takmak demektir. Bu gün, ikinci sırada da aktardım, sınıf mücadelesini köreltmek, gelişmiş-gelişmemiş bütün kapitalist ülkelerdeki sermayenin politikalarının odağını oluşturmaktadır. Bu, yalnızca bu mekanizmanın, yani işçi sınıfının, tarihin lokomotifi olarak hâlâ işler halde olduğunu göstermektedir.
Bunlar, Marxizmin temellerinin sağlam olduğunu ve dimdik ayakta durduğunu göstermektedir.

 

Bilimsellik, hep kaçınılmazı bulup ortaya çıkarmayı ifade etmektedir. Marxizm de, kaçınılmazı ortaya çıkaran bir teorik yapıdır. Marxizmin kaçınılmaza bağlılığı, kaderci değildir, bilimseldir, taşıdığı iyimserlik de bu bilimsellikle bağlıdır ve Marxizmin kaçınılmazı bulurken takip ettiği bilimsellik, kapitalizmin gelişmesindeki yıkıma giden yolun, kaçınılmaz olarak yeniye açılan bir kapıyı açtığına işaret etmektedir. Kapitalizmin ideologları ve bilim adamları hep insanlığın yıkıma sürüklendiğinden dem vururken, Marxizmin kurucuları, yıkıma gidenin Kapitalizm ve kapitalistler olduğunu bulup çıkarmış ve öyleyse, insanlığın önündeki ve kapitalizmin yıkımına açılan kapının, iyimserliğimizin kaynağı olduğunu göstermiştir.

Kapitalizmin ideologları kadar, sahtekâr solcular ve elbette Marxizmi, Marxist kılıkla tahrif etmeye mahkûm olan oportünistler, idealizmin kaderciliği ile Marxizmin kaçınılmazı işaret etmesini özdeşleştirmeyi pek bir cingözlük sayarlar. Buradan hareketle de, sosyalizmin eninde sonunda geleceğini ve lokomotifinin işçi sınıfı olmadığını, burjuvazinin de buna katılacağını, o nedenle de işçi sınıfının tek başına kuracağı iktidarının yadsınmasını, yerine burjuvazinin de ortak olduğu "özgürlükçü sosyalizm" modelinin konulması gerektiğini öne çıkarmaktadırlar. Dolayısıyla tarihin lokomotifi olarak işçi sınıfı "out", insan "in" olmaktadır.

Yani işçi insan ile burjuva insan el ele sosyalizmi kuracak ve kardeşçe yaşayacaktır ki, ilaveten dindar işçi ve dindar burjuva eninde sonunda dünyadaki kötülüklere karşı, deccalin yeryüzünü talan etmesine karşı, elbirliği ile mücadele edecek ama etse de, mesih inmeden deccal ile baş etmesi mümkün olmayacak, dolayısıyla da işçilerle, işverenlerin kavgasına da gerek yoktur. Çünkü asıl düşman, insanlığın ve dünyanın düşmanı olan deccaldır ve mesih inmezse insanlık bir şey yapamaz.

Yani dünyayı, işçiler, emekçiler, burjuvalar yani bütün insanlar, elbirliği ile yok etmektedir. İşte kapitalizmin ideolojik hegemonyasının yönü hep bu üç temel noktaya yöneliktir.

İşte S.S.Önderlerin sosyalizm mücadelesinde Nurculuğu işaret etmesi, Halil Berktayların, dindar solcuyu işaret etmesi, Nabi Yağcı ile başlayan Mülakat furyası ile dinci akımların yayın organlarında solun rengine yönelik mülakatlar verilmesi, hatta mürteci olmaya aday olunduğunun mesajlarının verilmesi ve en son olarak bir komünist partinin, kuruluşunu müjdelerken, başka bir komünist partinin isim hırsızlığının dinci akımların yayın organları yanında, 12 Eylül düzeninin diktatoryal konumunu demokrasi görünümüyle sürdürmesinin en önemli kuvveti durumunda olan tekelci medyaya şikâyet ederek mülakat vermesi, sözünü ettiğim hegemonyanın, Marxizmin hâlâ dimdik ayakta duran üç temelinin çürük olduğunu göstermeye, en azından akıllardan uzaklaştırmaya yönelik olarak sürdüğünü kuşku götürmez biçimde göstermektedir. Bu, diğer yönüyle bu üç temelin sapasağlam ayakta durduğunu ve sosyalist iktidar perspektifini elden bırakmayanlar için, önemli ve belirleyici bir iyimserlik kaynağı olduğunu da kuşkuya yer vermeyecek biçimde göstermektedir.

Burada keskin laflar etmek veya keskin ifadelerle veya doğru tahlillerle yüklü programlar üretmek, işin örtüleme kısmıdır ki, her halde açık açık işçi sınıfına, “haydin burjuvazi ile barışalım” demeleri beklenemez ki, onu da diyecekleri zaman gelecektir.

Komünistler iyimserdir ve ancak geçmişe bakarak ve günü kurtarmak için değil, gelecek açısından iyimserdirler ve hiçbir zaman ne burjuvaziden, ne de dindar insanlardan medet beklerler, ancak ve ancak bilimin, aynı anlama gelmek üzere Marxist teorinin yol göstericiliğinden medet beklerler. Marxist teoridir ki, hiçbir güçlük karşısında morali bozmamayı içerecek kadar iyimserlik kaynağıdır, güçlükler karşısında moralli olmak ve iyimser olmak, hem yürek işidir ve hem de akıl işidir. Ancak akıl taşıyarak yüreklerindeki ateşi alevli tutanlar yeni bir düzeni kurmaya inat ederler. Bunu Marxizm düşüncesi vermektedir. Marxizm güçlüdür ve hâlâ en ileri, en bilimsel en devrimci düşünce olarak gücünü korumaktadır.

Fikret Uzun

2 Mart 2012

 

Devamını oku

BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?

12.10.2012 21:51

BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?

 

Fransız devriminden çok kısa bir süre sonra, 1794 yılında Thermidor gericiliği tarafından giyotinle öldürülen ve ölümünden sonraki 40 yıl boyunca kendi ihtilalından korkan burjuvazi ve feodal restorasyon umudunu kaybetmemiş olanlar, yani zamanın gericiliği tarafından, Fransız ihtilâlının bütün suçlarını yüklediği, Cumhuriyet ilan edildikten sonra kesinlikle geri dönülmesini önlemek için, Saint Just, Marat ve Danton ile birlikte kralın idam edilmesini sağlayan, Jakoben Kulübünün üyesi Robespierre’den tam 159 yıl sonra ölen Stalin’e, Ekim devriminde buldukları bütün günahların sorumluluğu, bu kez, kapitalist gericilik, kapitalizmden umudunu yitirmemiş olanlar, Ekim Devrimini anlamayanlar ve sosyalizme hiç inanmayanlar tarafından yüklenmiş ve Stalin’in ölümünden, Sovyet Sosyalizminin yıkılışına kadar ve bu gün hâlâ devam ederek, bu günahların sorumluluğu hep Stalin’in omuzlarının üzerinde bırakılmak istenmiştir.
Bu anlamda, Robespierre ile Stalin’in yazgıları, tarih sayfalarına aynı tonda kaydedilmiş ise, terör de, Robespierre’in ve Stalin’in alnına aynı tonda yapışıp kalmıştır.
Jakoben-terör-Robespierre, Fransız devrimi yıllarında ama Robespierre öldükten sonra, uzun süre ve hatta bu gün bile, nasıl aynı anlama geldi ise, Proletarya diktatörlüğü-terör-Stalin, Ekim devrimi sonrası Sosyalizmin kuruluşu yıllarında ama Stalin’in ölümünden itibaren ve hâlâ eş anlamlı olarak anıldı ve anılması için hâlâ çaba sarf edilmektedir.
Robespierre adına yazılan Jakobenizm, bir teori olmuştu ve Proletarya diktatörlüğüne modeldir. Arada sadece uygulayıcı açısından bir sınıfsal farklılık var.
Lenin’in, Bakuninci ve Blanquici olarak suçlanması yanında, politik rakipleri tarafından Jakoben olarak suçlandığını ve Lenin’in ilk ikisine şiddetle itiraz etmekle birlikte, Jakoben suçlamasını reddetmemiş olduğunu biliyoruz.
Lenin’in 1917 Temmuz’unda Jakobenizm üzerine yazdıkları oldukça öğreticidir.
“ ‘ Jakobenizm’ işçi sınıfını ürkütür mü?” diye soran Lenin, şöyle devam ediyor, “Burjuva tarihçileri, Jakobenizmi bir düşüklük, alçalma olarak görüyorlar. Proleteryen tarihçileri, Jakobenizmi ezilen sınıfın kurtuluş mücadelesinin en yüksek zirvelerinden birisi olarak görürler. Jakobenler, Fransa’ya, demokratik devrim ile bir cumhuriyete karşı olan monarklar koalisyonuna karşı direnişin en güzel modellerini verdiler. Jakobenlerin alın yazgılarında mutlak zaferi kazanma yoktu; en başta 18.YY Fransa’sı, Kıta Avrupa’sında çok geri ülkelerle çevrili olduğu için ve sonra Fransa’nın kendisi sosyalizm için maddi temelden yoksun olduğu, bankalar, kapitalist holdingler, sanayide makineler ve demiryolları olmadığı için .”
Böyle diyordu Lenin ve çok açık olarak, Jakobenizmi ezilen sınıflar için model olarak gösteriyordu.
Jakoben diktatoryasının kan döktüğü yadsınamaz. Gericiliğin çok kan döküldüğünü yazıp durduğunu da biliyoruz. Ancak 1871 Paris Komününden sonra burjuvazinin akıttığı kanın yanında oldukça mütevazı kaldığı da tarih sayfalarına kaydedilmiştir.
Lenin, yine bir başka incelemesinde, 1917 yılında, “Yirminci YYda, Avrupa’da, veya Avrupa ile Asya arasında sınır çizgisi üzerinde bir yerde devrimci sınıfın, köy yoksulları ile desteklenen ve sosyalizme doğru ilerlemek için mevcut maddi temelden yararlanan proletaryanın kuralı ‘Jakobenizm’ olacaktır ve ‘Jakobenizm’,18.yy Jakobenlerinin yaptığı büyük, silinmez ve unutulmaz işleri yapmakla kalmayacak, çalışan halklara kalıcı ve dünya ölçüsünde bir zafer getirecektir.” Diyor ve “ Burjuvazinin Jakobenizmden nefret etmesi; küçük burjuvazinin ise Jakobenizm karşısında titremesi doğaldır.” Diye ekleyerek, adeta Stalin için yaratılan nefret kasırgasının kaçınılmazlığına işaret ediyordu.
Dahası var, Lenin, 1917 Eylül ayında “Yaklaşan Katastrof ve Önleme Yolları” adını taşıyan incelemesinde, “ Fransa örneği, bir şeyi, yalnızca bir şeyi, açıkçası, Rusya’yı kendi kendini müdafaa eder duruma getirmek için, Rusya’da kitle kahramanlığının ’mucizelerini’ yaratmak için, eskimiş olan her şeyin ‘Jakoben’ acımasızlığı ile temizlenmesi, Rusya’nın yenilenmesi ve ekonomik olarak yeniden yaşar hale getirilmesi gerektiğini gösterir. Ve 20.yy. da bu, yalnızca çarlığı ortadan kaldırmakla sağlanamaz.

 

Lenin’in bu yazdıkları ve Marx’ın 5 Mart 1852 yılında Weydemeyer’e yazdığı mektubundaki ve Lenin’in “işte Marx’ın doktrininin özeti” diyerek önemini vurguladığı; o üç maddelik ifadesi,  “1-Sınıfların varlığı, yalnızca üretimin gelişmesinde belli tarihsel aşamalara bağlıdır; 2- Sınıf mücadelesi zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürür; 3- Yalnızca bu diktatörlük, sınıfların ortadan kaldırılmasına ve bir sınıfsız topluma geçişi sağlar” şeklindeki ifadesi, Proletarya diktatörlüğünün modelinin, 1871 yılında yaşanmış olan Paris Komünü değil, Robespier adına yazılmış olan Jakoben diktatörlüğü olduğunu göstermeye yeter.
Ve şunu da hatırlatmalıyım ki, Babeuf, Jakobenizme karşı idi, ancak Robespier’den sonra, Jakobenizmi daha ileriye götürmek istedi. “Eşitler Cumhuriyeti” adında bir ihtilalci örgüt kurdu.
Kendisi ile Robespier arasında paralellikler kuran Trotsky’nin, Stalin’in inkâr edemediği başarısını resmederken, “Thermidor Gericiliği” ne vurgu yapması ve “Stalin” adını taşıyan kitabına “Thermidor Gericiliği” başlığıyla koyduğu “ek” de, “ Trotskizme karşı kampanya, eski tüfeklerin ve Bolşevik politika çizgisinin korunması gerekçesiyle başladı, parti birliği adına sürdürüldü ve Bolşeviklerin tümden ve fiziksel olarak ortadan kaldırılmalarıyla en yüksek noktasına ulaştı. Her iki Thermidor’da da, ihtilalcilerin yok edilmeleri, ihtilal adına ve muhtemelen en iyi niyetlerle yapıldı” diye yazması oldukça öğreticidir.
Ölümünden birkaç saniye öncesine kadar bile Stalin’i küçük gören cümleler kuran Trotsky, ölene kadar Stalin’in üzerinden Ekim devrimini küçümserken, Stalin Ekim devrimini önemsemiştir ve belki de aşırı ölçüde önemsemiştir. Stalin, tek ülkede sosyalizm kuruculuğu ile karşı karşıya geldiği andan itibaren, Ekim devrimini hiçbir ana küçümsemeyerek, olabilecek en uç seviyede başarı ile ilerletmiş ve bir taraftan Buharin’in adına bağlanan “sağ” sapma ile diğer taraftan NEP politikasını anlayamamaktan doğan ve Trotsky’nin adına bağlanan “sol” sapma ile açık mücadeleye girmek zorunda kalmış bir liderdir.

Stalin’in ifadesiyle, Buharin, hep “NEP” te kalmak istiyordu, Trotsky ise, “NEP” i hiç yaşamak istemiyordu. İkisi de,”NEP”in, tek ülkede sosyalizmin pratiğinin mecbur bıraktığı geçici bir politika olduğunu anlamak istemiyordu. Bu da, her iki kanaldaki anlamak istemeyenlere taban yaratıyordu ve Stalin, “NEP”in net olarak anlaşılmasını ve “NEP” i başararak bir an önce bu bataklıktan kurtulmayı sağlamak için, “jakoben” yanı yüksek bir proletarya diktatörlüğünü işletmek zorunda kalıyordu.
Oysa “NEP”, her ne kadar Stalin ile anılsa da, politikasının temelleri Lenin tarafından atılmış ve atılırken Lenin, açıkça, bunun bir kompromi olduğunu ama ellerinde proletarya diktatörlüğü olduğunu ifade etmiştir. Keza “NEP” politikasına geçilirken, ideolojik mücadelenin en sert biçimde uygulanmaya başlatıldığını biliyoruz.
Bunlar ayrı ve doğrudur, öte yandan, Bir devrimden diğerine koşan bir sürekli devrimci olarak anılmayı hak eden Stalin, aynı zamanda tarihe kaydedilen en önemli kurucu olarak anılmayı da hak ediyorsa, Trotsky’nin de eşsiz bir iç savaş komutanı olarak tarihe kaydedildiğini unutmamak gerekmektedir. Ancak bunlara dayanarak Stalin’i de, Trotsky’i de kutsal pamuklarla sarıp sarmalamaktan vazgeçmek gerekmektedir.
Stalin döneminde, Troçkistlerin ve sonrasında Gorbaçov’a kadar, revizyonistlerin görmek istemediği ve beğenilecek hiçbir yan bulamadıkları Reel Sosyalizmde, çok büyük değerler olduğunu görmemek için, çok çaba sarf etmek gerekmiş olsa gerektir.
Üstelik, bunun sosyalizm adına pek bir fayda sağlamadığı da ortadadır; Bu, sosyalizmden soğumayı hızlandırmaktan başka bir işe yaramamıştır.

 

O yıllarda Sovyet sosyalizmini eleştirenler ve sosyalizm olmadığı gerekçesiyle küfürle yaklaşanlar, Sovyet sosyalizmi yıkıldıktan sonra, sosyalist ülkelerin çoğunda hükümete geldiler ama hiçbir anti-Sovyetin eleştirilerine konu ettiği sorunlar çözülmediği gibi, daha iyi bir sosyalizm de gelmedi ve daha kötüsü, hükümete gelenler, Gorbaçov dâhil, emperyalist kapitalizmin yöneticilerin önünde düğme iliklemekten veya kendi yönettikleri ülkelerde palazlanan oligarkların kıçını öpmekten geri durmadılar.
Hiç olmazsa şimdi, anti Stalinizm yaparken, hâlâ anti-Sovyetizm yaptıklarını ve anti-Sovyet eleştirileri altında, gerçekte kapitalizmi savunmuş olduklarını kabul etmelerinin daha doğru olacağını görmeleri gerekmektedir.
AYRICA BELİRTMELİYİM Kİ, BİR DEVRİMİN KARŞI DEVRİM TARAFINDAN EZİLMESİNDEN DAHA İYİ BİR DEVRİM UMMAK, KARŞI DEVRİME ALKIŞ TUTMAK DEMEKTİR. BU ALKIŞLARI HÂLÂ SÜRDÜRMEK İSE, KARŞI DEVRİMİN BİR NEFERİ OLMAYI İFADE ETMEKTEDİR.  
Öyleyse eskimiş, köhneleşmiş, artık zorlama haline gelmiş düşüncelerle sosyalizmin başarılarına sırt çevirmek yerine, sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu açıklıkla göstermiş olan Sovyet sosyalizminin bayrağını daha yükseklere taşımaya katkıda bulunmaya adım atmanın tam zamanıdır. Dünya sosyalizminin sorunlarını aşmak ancak böyle mümkün olacaktır.
Çünkü dünyamız, ileri bir sosyalizme muhtaçtır. Dolayısıyla bu gün reel sosyalizmi daha ileri götürebilmek için, anti-Stalinizm veya anti-Sovyetizm batağına saplanmak değil, daha ileri bir sosyalizmin olabileceğini göstermek gerekmektedir. Bunun için, reel sosyalizmin, sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğunu açıklıkla göstermiş olduğunun ayırdına varmak yeter de artar bile.
Bu aynı zamanda, Sovyet sosyalizminin tarihten silinmesi için hücum halinde olan ve emperyalist kapitalizmin ideolojik laboratuarlarının belki de en önemli uğraşısı olan Avrupa sosyalizminin tuzaklarından korunmanın yol ve yöntemlerini de içeren bir ileri seviyeden sosyalizm bayrağını yükseltme mücadelesi olacaktır.
Tarih yargılanmaz, anlaşılmaya çalışılır. Stalin’in, tek ülkede sosyalizm pratiğinin önüne koyduğu sorunlarla birlikte, sosyalizm kuruculuğundan vazgeçmemek adına, mahkûm kaldığı bu zorunlu pratiği çözmek için, onu bir teori düzeyine çıkartarak sosyalizm kuruculuğunun sorunlarını aşmaya çalıştığını ve bunu da yapabileceği en yüksek seviyede başarmış olduğunu anlamak ancak bu şekilde mümkün olabilir.  
Bugün, pusulanın, Marx’ın hâlâ canlılığını koruyarak sapasağlam ayakta duran ve pratik olarak da doğrulanmış olan teorik temellerine sıkı sıkıya sarılmak noktasında asılı ve ibrenin, emek sürecinin belirleyiciliğinin hâlâ sürdüğünü gösteren yönde sabitlenmiş olduğunu ve hâlâ tarihin lokomotifinin sınıf mücadelesi olmaya devam ettiğini ve de Marx’ın, ikna edici kanıtların ve pratiğinin olmadığı bir zamanda, teorik olarak gösterdiği sosyalizmin işçi sınıfının düzeni olduğu gerçeğini, reel sosyalizmin pratik olarak bir kez daha gösterdiğini işaret ettiğini, sosyalistlerin artık görmekten ve göstermekten kaçamayacağı apaçık ortadadır.
Öyleyse Stalin’e dönüp, birkaç hatırlatma daha yaparak bitirebiliriz.
Revizyonizm suçlamaları ile anti-Sovyet kampta yer alanlar, Troçkist kamptakilerle birlikte, Stalin’i abartırlar; birinciler överken, ikinciler ise yererken abartmaktadır. İkisinin de, Sovyet gerçeğine de, bilimsel titizliğe de uymadığı ortadadır.
Oysa Stalin, ne Sovyet sosyalizmini revizyonizm ile suçlayanların, abartılı ölçüde süsleyerek göklere çıkardığı, ne de Trotskistlerin günah keçisi yaparak yerin dibine batırdığı kimsedir; Sadece, Lenin’in bıraktığı görevi, düşünülebilecek en yüksek seviyede başarıya ulaştıran liderdir.

Fikret Uzun
6 Mart 2012

Devamını oku
Öğeler: 1 - 10 / 11
1 | 2 >>

Blog

YENİ ORTAÇAĞ TRENİNDE KOMÜNİST PARTİCİLİK OYNAYAN ÇİFT İNANÇLI ACEMİ ÇAYLAKLARA

11.04.2012 00:54
YENİ ORTAÇAĞ TRENİNDE KOMÜNİST PARTİCİLİK OYNAYAN ÇİFT İNANÇLI ACEMİ ÇAYLAKLARA   ÜRÜN-TKP ( Toplumcu Kurtuluş Partisi )nin yöneticilerinin, ayaklarının tozuyla, Yeni-12 Eylül rejimine eklemlenme manevraları, iki ihtiyarın yargılanması tiyatrosu önünde orak-çekiçli bayraklarını sallayarak...
Devamını oku
<< 1 | 2

Blog

KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK

01.04.2014 22:50
KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK SIRADAKİ RESTORASYON MU DEVRİM Mİ KARŞI-DEVRİM Mİ YOKSA İÇ SAVAŞA MI GİRDİK?   ERGENEKON DERSLERİ   DERS-I   Öncelikle şunu hatırlatarak başlamak istiyorum, şüphesiz öncesi de var ama Türkiye daha çok Gladyo ile Çiller Örgütü olarak da...
Devamını oku

NEDEN UZUN YAZIYORUM

01.04.2014 22:49
Bozışık arkadaş, öncelikle sorumu cevapsız bırakmadığın için ama daha çok samimi olduğun teşekkür ederim ve rahat ol, yanlış anlamıyorum, samimi olunca, yanlış anlamak mümkün olmuyor. Evet, sana katılıyorum ki gerçekten çok çetin bir süreçten geçiyoruz ve haber çok ve de saldıran, akıl bozan,...
Devamını oku

O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER

01.04.2014 22:48
O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER Sonuçta bir ehven-i şer takıntısı var ve ikisinin bir bütün olduğunu ve ne yapıldı ise 11 yıldır hep beraber yapıldığını ve üstelik bu hep beraberliğe üçüncü ama en başta esas çocuk anlamında bir beraberliğin söz konusu olduğunu dolayısıyla...
Devamını oku

BÜYÜLÜ SAKIZ

12.01.2013 01:09
BÜYÜLÜ SAKIZ Öyle olur, böyle olur; yok öyle değil, böyle olur! Kim bilir belki de başka türlü olur! Silah bırakmak! Bırakır mı, bırakmaz mı? Bırakırsa şöyle olur, bırakmazsa başka türlü olur ! Çok güzel bir sakız ve herkes neye inanacaksa, neyi bekliyor ise veya neyi beklemiyorsa, ona...
Devamını oku

EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.

30.10.2012 18:30
EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.   Sevgili Atilla arkadaş, “işsiz aşsız” proleterler başlığının altında gençlere reva görülen ilk “ders”i(*)i görünce, son derece üzüldüm ve “böyle ders olmaz!” demenin yetmeyeceğini düşündüğüm için,...
Devamını oku

ŞİMDİ ONUR ZALİMİ İÇİMİZE TAŞIYANLARLA HESAPLAŞARAK İLERİYE YÜRÜMEDEDİR

12.10.2012 22:06
Değerli hocam, değerli arkadaşlar, Hep dile getirdiğim bilinir, komünistsiz komünist partisi olmaz! Hele hem Türkiye Cumhuriyetine sınıfsallıktan uzak bir kin ile yaklaşıp, hem de, TC nin içişleri bakanlığı siciline kayıtlı olmak için sıraya girmek ve hatta kendini buna göre tasarımlamak, hem...
Devamını oku

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM

12.10.2012 22:04
DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM   DEVLETİN KÖKENİ   DEMOKRATİK CUMHURİYET DE BİR DEVLETTİR.   DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİ   ZORA DAYALI DEVRİM   SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET   HAZIR DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE   YENİ TOPLUM...
Devamını oku

MABETLER ve FENERLER

12.10.2012 22:02
MABETLER ve FENERLER Geçmişte, yaklaşan değişim, dönüşüm rüzgarının korkutucu etkisi ile ne kadar devrim kaçkını, sınıf kaçkını, ne kadar statüko hayranı varsa, yani ne kadar reformist, restoratör, burjuva düzen meraklısı varsa ve bütün bunlardan sosyalizm çıkarmak için bin bir türlü hayal, mit...
Devamını oku

MARXİZMİN KAÇINILMAZA BAĞLILIĞI, KADERCİ DEĞİLDİR, BİLİMSELDİR, TAŞIDIĞI İYİMSERLİK DE BU BİLİMSELLİKLE BAĞLIDIR

12.10.2012 22:00
Bu gün, reel sosyalizmin yıkılmış olduğu koşullarda, insanoğlunun önündeki gerçeklik nedir, neyi göstermek gerekiyor, bu, hangi dersler ile yüklü bir gerçekliktir? Üzerinde durmak gerekiyor. Bir, Marxizmin teorik olarak ortaya koyduğu sosyalizmin, işçi sınıfının düzeni olduğu gerçekliği, artık...
Devamını oku

BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?

12.10.2012 21:51
BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?   Fransız devriminden çok kısa bir süre sonra, 1794 yılında Thermidor gericiliği tarafından giyotinle öldürülen ve ölümünden sonraki 40 yıl boyunca kendi ihtilalından korkan burjuvazi ve feodal restorasyon umudunu kaybetmemiş olanlar, yani zamanın...
Devamını oku
1 | 2 >>

Blog

KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK

01.04.2014 22:50
KONSPİRASYONU AŞTIK VE AÇIĞA ÇIKARDIK SIRADAKİ RESTORASYON MU DEVRİM Mİ KARŞI-DEVRİM Mİ YOKSA İÇ SAVAŞA MI GİRDİK?   ERGENEKON DERSLERİ   DERS-I   Öncelikle şunu hatırlatarak başlamak istiyorum, şüphesiz öncesi de var ama Türkiye daha çok Gladyo ile Çiller Örgütü olarak da...
Devamını oku

NEDEN UZUN YAZIYORUM

01.04.2014 22:49
Bozışık arkadaş, öncelikle sorumu cevapsız bırakmadığın için ama daha çok samimi olduğun teşekkür ederim ve rahat ol, yanlış anlamıyorum, samimi olunca, yanlış anlamak mümkün olmuyor. Evet, sana katılıyorum ki gerçekten çok çetin bir süreçten geçiyoruz ve haber çok ve de saldıran, akıl bozan,...
Devamını oku

O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER

01.04.2014 22:48
O MU EHVEN ÖTEKİ Mİ ŞER ACABA KÜRTLERE HANGİSİ DÜŞER Sonuçta bir ehven-i şer takıntısı var ve ikisinin bir bütün olduğunu ve ne yapıldı ise 11 yıldır hep beraber yapıldığını ve üstelik bu hep beraberliğe üçüncü ama en başta esas çocuk anlamında bir beraberliğin söz konusu olduğunu dolayısıyla...
Devamını oku

BÜYÜLÜ SAKIZ

12.01.2013 01:09
BÜYÜLÜ SAKIZ Öyle olur, böyle olur; yok öyle değil, böyle olur! Kim bilir belki de başka türlü olur! Silah bırakmak! Bırakır mı, bırakmaz mı? Bırakırsa şöyle olur, bırakmazsa başka türlü olur ! Çok güzel bir sakız ve herkes neye inanacaksa, neyi bekliyor ise veya neyi beklemiyorsa, ona...
Devamını oku

EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.

30.10.2012 18:30
EGEMEN İDEOLOJİ EGEMEN SINIFIN İDEOLOJİSİDİR ARTIK EGMEN İDEOLOJİ KEMALİZM DEĞİLDİR.   Sevgili Atilla arkadaş, “işsiz aşsız” proleterler başlığının altında gençlere reva görülen ilk “ders”i(*)i görünce, son derece üzüldüm ve “böyle ders olmaz!” demenin yetmeyeceğini düşündüğüm için,...
Devamını oku

ŞİMDİ ONUR ZALİMİ İÇİMİZE TAŞIYANLARLA HESAPLAŞARAK İLERİYE YÜRÜMEDEDİR

12.10.2012 22:06
Değerli hocam, değerli arkadaşlar, Hep dile getirdiğim bilinir, komünistsiz komünist partisi olmaz! Hele hem Türkiye Cumhuriyetine sınıfsallıktan uzak bir kin ile yaklaşıp, hem de, TC nin içişleri bakanlığı siciline kayıtlı olmak için sıraya girmek ve hatta kendini buna göre tasarımlamak, hem...
Devamını oku

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM

12.10.2012 22:04
DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM   DEVLETİN KÖKENİ   DEMOKRATİK CUMHURİYET DE BİR DEVLETTİR.   DEVLETİN SÖNÜP GİTMESİ   ZORA DAYALI DEVRİM   SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET   HAZIR DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE   YENİ TOPLUM...
Devamını oku

MABETLER ve FENERLER

12.10.2012 22:02
MABETLER ve FENERLER Geçmişte, yaklaşan değişim, dönüşüm rüzgarının korkutucu etkisi ile ne kadar devrim kaçkını, sınıf kaçkını, ne kadar statüko hayranı varsa, yani ne kadar reformist, restoratör, burjuva düzen meraklısı varsa ve bütün bunlardan sosyalizm çıkarmak için bin bir türlü hayal, mit...
Devamını oku

MARXİZMİN KAÇINILMAZA BAĞLILIĞI, KADERCİ DEĞİLDİR, BİLİMSELDİR, TAŞIDIĞI İYİMSERLİK DE BU BİLİMSELLİKLE BAĞLIDIR

12.10.2012 22:00
Bu gün, reel sosyalizmin yıkılmış olduğu koşullarda, insanoğlunun önündeki gerçeklik nedir, neyi göstermek gerekiyor, bu, hangi dersler ile yüklü bir gerçekliktir? Üzerinde durmak gerekiyor. Bir, Marxizmin teorik olarak ortaya koyduğu sosyalizmin, işçi sınıfının düzeni olduğu gerçekliği, artık...
Devamını oku

BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?

12.10.2012 21:51
BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?   Fransız devriminden çok kısa bir süre sonra, 1794 yılında Thermidor gericiliği tarafından giyotinle öldürülen ve ölümünden sonraki 40 yıl boyunca kendi ihtilalından korkan burjuvazi ve feodal restorasyon umudunu kaybetmemiş olanlar, yani zamanın...
Devamını oku
1 | 2 >>

BÜYÜMEMİŞ ÇOCUKLAR STALİNİ ANLAYABİLİR Mİ?

Bu bölüm boş.